Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 2

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Yağmur durmuş, her yer buram buram toprak kokuyordu. Gün boyu mahpus kaldığı bulutlar ardından göz kırpmaya başlayan güneş, fersiz ışıklarıyla Nizami Paşa konağının saçaklarını yalayarak batıyordu. Akşam güneşini bir tek, konağın büyük salonu ile Kerem'in yattığı oda alıyordu. Günün son ışıklarını kaçırmamak için aksaya aksaya pencere kenarına giden Kerem, camı ardına kadar açtı ve dışarı baktı. Kaburgaları birbirine geçmiş aç bir köpek tüylerini yalıyor, kapkara bir kedi silkelenerek üzerindeki yağmur sularından kurtulmaya çalışıyor, bitlerinden mustarip iki sevimli kumru birbirlerini gagalıyordu.

Bakışlarını caddeden alıp gökyüzüne baktı Kerem. İçlerindeki tonlarca suyu boşaltarak hafifleyen bulutlar, top top yapağılar gibi ayrılmış, başka diyarlara doğru yüzüyorlardı. Gün iyiden iyiye can çekişirken, nedense canlanıyordu Kerem. Bu yüzden bir parça üşüse de pencereyi kapamadı hemen.Gerçekten de iyiydi artık. Ağır yaralı olduğu ve neredeyse hayatından ümit kesilen günler geride kalmış, Gülhane Seririyat Hastanesi'nin tabiplerini dahi şaşırtan bir süratle iyileşmişti.

Şimdilik geceleri yoklayan kuru öksürüğü vardı, biraz da aksıyordu, o kadar. Tabiplere göre, birkaç aya kalmaz aksaklığı tamamen geçecekti. Yalnız o, ayağından ziyade kulak hizasından boynuna doğru ince ve uzun bir favori gibi uzanan kılıç yarasını dert ediyordu. Denk gelip bir aynaya baksa veyahut da bir pencerede aksini görse bir düğmeye dokunulmuş gibi bir anda havası değişiyor, altındaki zemin sihirli bir halıya dönüşüyor ve onu alıp Kut'ülAmare'ye götürüyordu. Üşümeye başlamıştı. Pencereyi kapatıyordu ki yeniden kılıç yarasını gördü Kerem. Görür görmez de genç bir Arap atı gibi, elverişli rüzgâr yakalamış bir kartal gibi hatta bir şimşek gibi oraya gitmişti çoktan.

Yine böyle bir güz ayıydı. İngilizlerin Kut'ülAmare'yi işgal ettiği haberi geldiğinde Kerem ve bağlı bulunduğu ordu oraya yönelmişler ve Kut'ülAmare'yi kuşatma altına almışlardı. Fare gibi kapana kısılan İngilizler, kuşatmayı yarmak ve Kut'taki askerlerini kurtarabilmek için Basra'daki tüm kuvvetlerini seferber etmişlerdi ancak nafile… Güneşin üzerine doğup batmadığı imparatorluk,  küçük bir Osmanlı şehrinde, alçalarak batıyordu. Dünya, son iki yüzyıldır bütün cihanı tek başına tahakkümü altına alan ve doymak nedir bilmeyen obur bir devin durdurulduğuna, en hayati uzuvlarının yaralandığına, dişlerinin söküldüğüne şahit oluyordu. Bu dünya devini, hasta adam dedikleri, ha bugün ha yarın ölecek diye bekledikleri Türkler yenmiş, canına okumuş, Irak'ın bereketli topraklarına gömmüştü.

İçeri giren Ferhunde Hanım, Kerem'i pencerenin pervazına yapışmış, hüngür hüngür ağlarken buldu. Gözyaşları kaytan bıyıklarını ıslatıp ıslatıp, usulca kılıç yarasının içine düşüyor, oradan karınca katarını andıran dümdüz bir çizgi halinde göğsüne doğru iniyordu. Ferhunde Hanım, saçlarını okşayarak, yanaklarındaki yaşları silerek sordu.

"Aslanım! Söyle hele, neye içerledin yine? Gazetelerin mi gelmedi, yaran mı sızladı?"

"Yaram sızladı ana! Nah şuramda! Boynumdaki yaradan da derin! Ta yüreğimde!" Yeniden kasılıyordu. Ferhunde Hanım, Nizami Paşa'nın güç bela bulduğu müsekkinlerden birini yutturup zorla bir bardak su içirdi.

"Kaçtık ana! Aldığımız Kut'tan serseriler gibi, korkaklar gibi kaçtık! Kaçtık Ana! Erkekçe vuruşmak dururken kaçtık!.."

"Sen kaçmadın aslanım! Kaçmadığını, sonuna kadar mücadele ettiğini kurmay arkadaşlarının hepsi söyledi. Kahramanlığından dolayı madalya bile verdiler!"

"Bana kahramanlıktan bahsetme ana! Kırdım o madalyayı! Ayaklarımla ezdim, mangala attım, kül ettim! Olmaz olsun öyle kahramanlık!.." Müsekkin etkisini göstermeye başlamış, rahatlar gibi olmuştu. Son zamanlarda kullandığı bu ilaç, ona iyi geliyordu. Gerçi bu rahatlamada Ferhunde Hanım'ın da etkisi vardı. Yeri geldi mi herkese kızan, herkese diklenen Kerem, analığına ses çıkarmaz onun bir dediğini iki etmezdi. Kerem'in iyice rahatladığına kani olan Ferhunde Hanım, odadan bir ışık gibi süzüldü ve arkasından Feride'yi gönderdi.

Feride ile Kerem bir tür beşik kertmesi gibiydiler. Kerem, daha çocuk yaşta ailesini kaybedince onu uzaktan akrabası Nizami Paşa sahiplenmiş, askeri okullarda okutmuştu. Feride ergenliğe adımını atınca mahallede söz olmasın diye sözleri kesilmişti. Artık Feride on yedisine gelmiş, Kerem de aralıksız süren savaşlardan gazi olarak dönmüş, binbaşı rütbesini yattığı hastanede takmıştı. Birkaç güne kalmaz sade bir törenle nişanlanacak, sonra evlenip Kerem'in babadan kalma Alibeyköy'ündeki konağına yerleşeceklerdi. Feride, üç yıldır düzmeye çalıştığı çeyizini tamamlamıştı artık.

Feride içeri girdiğinde Kerem hala pencereden dışarı bakıyordu. Gökyüzünde, en parlaktan en sönük olana varıncaya kadar yüzlerce yıldız vardı. Başını çevirip Feride'yi görünce en parlak olanın aslında en yakınında olduğunu fark etti. Gülümsedi Kerem ve onu ilk kez görüyormuş veya güzelliğine ilk kez şahit oluyormuş gibi tepeden tırnağa süzdü, İtalyan köylü kızları gibi sık örgülü ve lokmanruhuyla yıkanmışçasına her daim ıslakmış gibi duran saçlarından, ayağındaki terliklere kadar uzun uzun inceledi.

Derken konağın hizmetli kızı Rana içeri girdi ve kahvelerini uzattı. Rana odadan çıkarken Kerem koltuğunu çekip Feride'nin dizlerine temas edecek kadar yaklaştı.

"Bak Feride; Bu evde bir babanın iki çocuğu gibi büyüdük. Seninle bana söz kesilirken sen henüz çocuktun. Bize danışmadan sözümüzü kesenler, şimdi de sade bir nişan yapmak, ardından da baş göz etmek isterler. Sana sordular mı bilmiyorum ama ben soracağım. Gerçekten de bana varmak istiyor musun?" Cevap vermedi Feride. Utanmış, başını eğmişti.Kerem başparmağını Feride'nin narin çenesine dayayıp başını hafifçe kaldırdı. Parmağını çekmediğinden Feride başını indiremiyor, mevceli gözlerini kaçıramıyordu. Dikkatle Feride'nin gözlerine bakan Kerem, cevabını almıştı aslında. Parmağını sabit tutarak devam etti:

"Bak Feride, tek servetim, ailemden kalan Alibeyköy'deki konaktır. Devletimizin durumu malum. Subayların çoğu maaşlarını alamıyor. Diyeceğim o ki sana bir kuru ekmek belki de…" Feride'nin bir an için dudakları kımıldadı ancak konuşamadı. Sadece kabul sadedinde gözlerini yumdu. İki inci tanesi gamzelerine, oradan gerdanına damladılar. Kerem biliyordu ki bu kız onu deliler gibi seviyordu. Onun için kuru ekmekten bile vazgeçecek, tek bir elbisesi bile olsa itiraz etmeyecek, gerekirse her şeyden mahrum olacak hatta değil bedenini ruhunu bile devre dışı bırakacak ve yalnızca sevdiği adamın ruhu için yaşayacaktı.

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları