MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ

Vansesi Gazetesi ile Van Yazarlar ve Şairler Derneği işbirliğiyle mavi şehrin kalemleri yazıyor.

Kadın Susarsa

Gazel Yiğit

Ve kadın sustu.

Ve sus, dediler kadına. Sus sen, konuşma.

Oysa ne güzel cümleleri vardı yüreğinde beslediği. Yıllardır saklamıştı sözlerini pembe boncuklu entarisini çeyiz sandığında sakladığı gibi. Ne entarisini giydirdiler ne güzel sözlerini söylettiler. İkisi de eskidi. Yıprandı. Sonra bir gün çürüdü sandıkta. Güzel olamazsın sen dediler.

Senin neyine demişti kaynanası. Neyine güzel elbise zaten bir şeye benzemiyorsun hem ellerin, yüzün hep yanmış tandır başında hiç yakışmaz sana. Entarisine koştu kadın. Bütün hayalleri gibi sandığa sakladığı için dost olmuştu ona, çok seviyordu onu. Baktı sonra, çürümüş. Ağladı kadın. Sonra hıçkırıklara boğuldu. Sonra ağlamaktan kan çanağına döndü gözleri. Sonra aynanın karşısına geçti yıpranmış, yanmış yüzüne baktı. Yine ağladı. Derken çocuğu ağladı. Yuttu bütün gözyaşlarını, ıstırabını. Çocuğunu öptü kokladı. Ağlamasın diye pışpışladı. Babası geldi çocuğun. Hakaret etti kadına. Neden ağlıyor bu çocuk. Diyemedi ki çocuktur ağlar. Ben de istemem çocuğum ağlasın. Diyemedi. Hele bir desin. Geçen gün ki gibi indiriverir kafasına sopayı. Hele bir konuşsun kadın kısmısı, yutturuverir tek tek kelimelerini ona.

Sustu kadın. Ne gariptir ki kocasına hep aşkla baktı yine garibim. Başkasınınmış gibi. Oysa ona okumak istediği ne çok şiir vardı. Çeyizinde duruyordu pembe entarisi gibi. Neler söylemekti yârine. Ne sözler pişirecekti sıcak yuvasında. Onlarda çürüyüp gitmişti artık. Çocukları olmuştu sığındığı baraka. Belki çökecekti yakında o da.

Eli yandı bir gün, canı çok acıdı. Ama sütü taşırdı diye korktu kadın. Yemeği de geç kalmıştı üstelik. Elinin yanığını unuttu bağrının yanığı yüzünden. Koktu sütü. Dilinde zehirli ok girdi kaynana içeri.  Oysa o da yaşamıştı aynı şeyleri.  Sen ne zaman akıllanacaksın dedi. Daha da ağır konuştu. Sustu kadın. Bir konuşsun bütün köy duyardı öbür gün. Gelin dediğin edepli olur diye. Onlarda kadındı niye bu eziyet, niye.

Sus dediler kadına. Kadın da sustu işte. Sustuğu için duymadı onu kimse. Sustu diye her şey yolunda sandılar. Belki de herkes kendi ayıbını sakladı onun eziyetinin örtüsünün altına. Belki konuşsa bizden daha güzel konuşur diye susturdular. O sustukça suçlu suçsuz oldu. O sustukça hak batıl oldu. Taki birileri çıkıp konuşana kadar.

 

 

Kağnılar

Tuncer Savcı

- Cızzzzo...  cızzoooo...

- Haythöö... hadi bakim,yörüüü....

Yaz sıcağında öğleye doğru eski yazı yolundan kağnı durağı mevkiinden köye doğru ilerleyen bir kağnıdan başkası değildi. Özlükten biçmiş olduğu otu köye doğru götürüyor, kışlık için haymaya istifleyecekti. Elindeki çıbıkla mesesle öküzlere direktif veriyor, kağnıda koşulu iki irice sarı öküz verilen komutları yerine getiriyorlardı. Öküzlerin kafaları bir o yana bir buyana sallanarak burunlarından akan salya kurumuş toprağa düşüyordu. Babayiğit öküzler için hemen hemen her gün koşuldukları kağnı, bu kuru sıcakta ot yükünün kabaca yüklenmiş olması, kağnıyı çekmeyi zorlaştırıyordu... Kağnı üstünde alabildiğince yeşil ot çekilmiş, örmeyle önden ve arkadan sarılmış gerilmişti. Otların üstünde de gövdesi otlarla kaybolmuş bir çocuk kafası gözüküyordu. Çocuğun sıcaktan yüzündeki deriler yanmış kavlamış, tekrar yanmış yine kavlamış zayıfça, çelimsiz bir duruşu vardı. Tarladan kopardığı yeşil nohut salkımını çinte çinte ilerliyordu. Kağnı üstünde otlar arasında yolculuk yapmak en lüks araçların koltuklarından belki de daha da rahattı.

Etrafta kağnı tekerleği mazısından çıkan cizzzzocızzzzo gıcırtı seslerine bazen öküz sahibi Velikiya'nın:

- Höst haa, hadi bakim höst... Sesleri eşlik ediyordu.

Köyde çoğu evde kağnı ve öküz vardı. Motorlu taşıtlar yeni yeni köylerde yerini alsa da kağnı ve öküzle bir şeyler taşımak henüz daha devam etmekteydi. Köylü insanlar için hem bir ulaşım aracı, hem de binek olarak kullanılmaktaydı. Bunlardan biri de kağnı başındaki Velikiya denen adamdı. Velikiya köyün yukarı mahallesinde oturan, kızıl tenli, kısa boylu kambur, başında kasketi ve gri çizgili şalvarı lastik ayakkabısıyla sıradan ve doğal davranışlarıyla bir tipik Anadolu köylüsüydü. Buralarda kendisine Dudular diye çağırırlardı.

Kağnı tam harman yeri yokuşunda teklemeye başladı. Bu yokuş köyün girişinde dört virajdan oluşan bayağı zorlayıcı bir rampaydı. Burayı aştı mı artık köye gelmiş sayılırdı. Sadece kağnılar için değil, eşekliler ve yayalar içinde yorucu bir yoldu. Karşı şansa yolundan geçen kağnıların gıcırtı sesleri buraya yankı yapıyordu. Nihayet köyün içinden geçip yukarı mahalledeki evine geldi. Haymaya kağnıyı yanaştırdı. Öküzleri boyunduruğundan çözdü. Kağnıyı ayakta tutabilmek için kalınca değneğini indirdi kağnı sabitlenerek öküzleri çıkardı. Avradı Fadik ana Öküzleri ağılın bir yanına alarak ağaçtan yapılmış su teknesinde öküzleri suladı. Susuzluktan çatlayacak dereceye gelen öküzler teknedeki suyu içtiler... Velikiya akşam serinliğinde otu haymaya istiflemek için evine çıktı. Şapkasını çıkardı, elini yüzünü yıkadı belini gergiceğe dayadı gelinine seslenerek:

- Gelin, gelin çay getir hele içek.

İçerden gelin kayınbabasına cevap verdi:

- Baba daha çay oturmadı.

Yine babası geline seslenerek:

-  Gelin çay getir hele ağzımız dilimiz kurudu dedi.

Gelin yine aynı ton ve inatla baba çay oturmadı yeni demledim dedi.

Velikiya, biraz yorgunluktan olsa gerek, aynı cevabı alınca karısı Fadik anaya sabırsızca seslendi:

- Fadik... Fadik... Getir katığı (ayranı)çayda oturadursun dedi.

Zaten sıcaktan bunalmış ve sırılsıklam terlemiş adam bekleyecek vakti de kalmadan katığı kafasına diktiği gibi içti Kana kana soluksuzca içti.

İkindi serinliğinde haymaya otu attılar. Akşama doğru köy ortasından bir tellal sesi geldi.

- Eedinen aleye dinen ...

Şanşadan Nalbant Halil geldi köy ortasında öküzleri nalliyecek... Öküzleri olan getirsin ha duyduk duymadık demeyin diye köyün her tarafında duyuldu.

Nallamak, buralarda binek hayvanlar at eşek ve öküzlerin ayaklarına taştan ve sert cisimlerden etkilenmesin diye yapılan bir çeşit korunaktı bir tür pabuç gibi bir şeydi. Nal demirden olup hayvanın ayak tırnaklarına çiviyle çakılan ustalık gerektiren bir işti. Nalbant Halil de komşu Şanşa köyünden olup, buralarda bu işi itinayla yapan bir zanaatkârdı. Velikiya, zaten dört gözle bunu bekliyordu öküzlerin ayakları kaç gündür yük taşıdıkları için aşınmış, nalların çivileri çıkmış tamir edilmesi gerekiyordu. Bir an evvel davranarak öküzlerini nalbant yapılan yere götürdü. Ondan önce gelenler daha hızlı davranmış sıralarını kapmışlardı. Lakin her zaman öncülük köyün ileri gelen adamlarındı onlardan sonra sıra gelecekte nalbant olacaktı. Köydeki bütün öküz sahipleri öküzlerini getirdiler kimler yok ki. Aşağıdan Boz Ali, Trafik İsmail, Kâmil, Kara Hösün, Yaylı Mustafa, Dınaveli, GöDuran, Hop Hasan, Karahasan ve birçok kişi...

Sıra Velikiya'nın öküzlerine geldi. Öküzün başını birisi tuttu. Ayaklarını iki kişi örmeyle dolayarak öküzü yatırdılar. Öküz yatmamak için direniyor. Tekrar bir hamleyle doğrulup geri yatırıyorlardı. Büyükçe uzun mertekle öküzün iki on ayağını ağacın başına, iki ayağını da sonuna sıkıca bağladılar. Tırnaklar nallanırken sabit durması gerektiği için bu önlemi her seferinde alınırdı. Öküz her tarafının bağlı olması ve yerde yatıyor olmasından karnından soluyor, burnundan sümük fışkırıyordu, gözleri iri iri yerinden çıkacak gibi oluyordu. Arada bir mööölemesi sıradan bir tepkiydi.

Etrafta olup bitenleri izleyenler içinde çok olağan bir olaydı. Çocuklar içinse acınası bir haldi. Köylüler biran evvel iş bitsin de sıra bize gelsin diye bekleşiyorlardı. Kimisinin öküzü olmasa da burada bu hengâmeye katılmak fikir vermek ortama tanıklık etmek alışıldık bir durumdu.

Halil usta bugünlük yapabileceği kadar öküzleri nalladı. Geriye kalanlar ise yarın nallanmak üzere geri eve gittiler... Hilal görünümlü ay uykuya çekilerken dağların arkasında ortalık biraz sessizler gibi oldu. Gökyüzünde parıldayan yıldızlar daha da pırıldamaya başladılar uçsuz bucaksız gökyüzünden bazen yıldız kaymalarına, sırasıyla anıran eşek anırtılarına horoz ötümüne kadar çiğ damlası kokusunda damlarda köylüler çoktan uykuya dalıp gitmişler, yeniden bir güne başlayacaklardı.

* Bu öykülemeyi Velikiya ve Dudulara, isimleri geçen köylülerime, Şansalı komşularımıza, kağnı dönemini yaşamış herkese ithaf ediyorum. Katkılarından dolayı bilgiler için Güngör Vurmaz Emmiye ve Musa Ercan'a teşekkür ederim.

 

 

Şehir Zamansız, İnsanlar Göç Ediyor

Merve Beyaz

Sokakta kimse yok

Evine aş getirecek babalar uyumaz bu saatte

Şehir sessiz

Yalnızlığı palto gibi sarmayanlar yürüyor

Önümden geçiyorlar

Sokaktaki yoksul güneşe hasret

Ölüm sessizliği var sokakta,

İçim buruk

 

Kimse kimseye dönüp bakmıyor

Herkes kendi telaşında

Simitçinin gözleri soğuktan buz kesilmiş

Elini cebine koyacağı bir ceketi bile yok

Utanıyorum paltomdan

Şehir yoksul, şehir kimsesiz

 

Aynı gözler yoksulun elindeki bebekte

Gözler buz değil, taş kesilmiş

Anne susmuş…

Şehir acı

Bir anne yüreği kadar acı

 

Güneş doğuyor

Annenin yüreğindeki ıstırap

Gün yüzüne çıkıyor

Kulaklar umarsız seslerin girdabına sağır

Bir hengâme var ortalıkta

 

Kimi, iki zeytinle bir kuru ekmeğin tadını bilmeden

Göç ediyor

Kimisi bu göç yolculuğuna

Hiç çıkmayacak gibi yaşıyor

Şehrin yarısının kalbi taş

Yarısının da gözü taş kesilmiş

Şehir zamansız, insanlar göç ediyor

 

İçimi kurcalayan gürültüyle oturdum bankta

Bunun için kaç dize yazılırdı

Kaç defa susulurdu, konuşulması gereken yerde

Kaç defa iç çekilirdi bilemedim

Kelimeleri yan yana getirip, ne kadar anlatılırdı

Sustum

Şehir sessiz ve sağırdı artık…

 

 

Afitab

Kübra Öztaş

Didarına rast gelende gözlerim

Ben böyle edebi kimden gözlerim

Mahcup asude nihandır gül zarım

Ben böyle afitab-ı nerde bileyim

 

Deryaya düşüp rast gelsin sözlerim

Kalemine kelamım dolsun dillerim

Gök kubenin sesi haktır, bilirim

Ben böyle semayanerde bakayım

 

Yar dilinde solmaz vahdet-i islam

Şol toprakta ayrılmış canana esham

Figan eder viranda onlarca sübyan

Ben böyle cihanda neden kalayım

 

Maşukum sufi ise ben olurum perende

Erenlere gelmez gam mahşer-i ezelde

Parlamaz ayın şavkı yanlız isen sinende

Yaralı sinemi tabip, söyle nasıl sarayım

 

İşitmez isem bir sufi nedamet yakında

Menekşeler solmaz mı gönül zaarımda

Meskun tebaa susmuş yar kapısında

Ben böyle kelamı kimden duyayım.

 

 

Karakalemden bir gökkuşağı

Ebru Beyiş

Kara kalemden bana

Gökkuşağı çizebilir misin?

 

Adımla saçtığım renklerle anılıyorum

Kimi zaman aşıkların köprüsü

Kimi zaman da ayrılıkların

Tesellisi oluyorum

 

Bir ilkbahar yağmuruyla

Etrafı sardığım o renklerimle

Neşe veriyorum insanlara

 

Sonbahar geldiğinde

Hüzün kaplıyor içimi

Dayanılmaz bir iç sarsıntısı

Karanlığın içinde buluyorum

Kendimi

 

Söyle bana

Umutların yok olduğu bu dünyada

Kara kalemden bana

Gökkuşağı çizebilir misin?

Bakmadan Geçme