Cem Öksözoğlu

Said-i Nursi'nin Ermeni Meselesi ile ilgili düşünceleri

Cem Öksözoğlu

Yakın dönem Van tarihi içinde Ermeni meselesinin önemi herkesin malumu. Bu konuda değişik zamanlarda birkaç tane yazı kaleme almaya çalışmıştım. Bugün ki yazımda hayatının bir bölümünü Van’da geçiren dönemin önemli münevverlerinden Bediüzzaman Said Nursi’nin bu meseleye bakışını sizlere aktarmaya çalışacağım.

Bir asra yakın süren hayatı boyunca Batı’nın askerî ve kültürel meydan okuyuşlarının karşısında âlem-i İslam’ın manevi dinamiklerini Kur’an ve sünnetin sabitelerinden hareketle ortaya koymaya çalışmış olan Bediüzzaman Said Nursî, kendi hayatını 'Eski Said Dönemi' ve 'Yeni Said Dönemi' olmak üzere iki döneme ayırmaktadır.

Said Nursî, II. Meşrutiyet döneminde başlayıp 1920’lere kadar süren fırtınalı yıllarını 'Eski Said Dönemi' olarak nitelendirmektedir. Bu yıllar, altı yüz yıllık Osmanlı İmparatorluğu toplumunun sosyal, kültürel ve siyasal çalkantı içerisinde olduğu yıllardır. Osmanlı toplumunda, kaçınılmaz değişime tamamen karşı olanlar olduğu gibi, değişimden yana olanlar da vardı. Ancak bu ikinci gruptakilerin beklentileri de farklı farklıydı. Bir kısmı, o günkü Batı’nın materyalist ve pozitivist felsefi düşüncesinden ve bunun sosyal, kültürel ve iktisadî hayata yansımasından etkilenerek dine mesafeli idiler. Bir kısmı da 'kökü mazide olan bir istikbal' anlayışı içerisinde hareket eden dindar ve muhafazakârlardı. Bu düşünce ve beklenti içinde olanlardan biri de Bediüzzaman Said Nursî’ydi. O, Osmanlı devlet yapısı içerisindeki köhneleşmiş kurumların yenilenmesini ve çağın ihtiyaçları göz önünde bulundurularak bazı düzenlemelerin yapılmasının şart olduğunu vurgulamaktaydı. Bu sebeple de o dönemde mutlakiyet yönetimine karşı mücadele eden meşrutiyetçi ve hürriyetçi hareketleri desteklemekteydi. Bundan dolayıdır ki 1908’de meşrutiyetin ilanı münasebetiyle meydanlarda halka hitaben konuşmalar yapmış, Doğu’daki aşiretleri dolaşarak onlara meşrutiyet-i meşrua ve hürriyet hakkında bilgilendirme ve tavsiyelerde bulunmuştu. Bu fikrî teatilerde aşiretler, meşrutiyetin Osmanlı tebaası içerisinde bulunan gayri müslim vatandaşlar için yapılan bazı ıslahatların, İslâm hukukuna aykırılık teşkil edebileceği hususunda endişelerini dile getirmiş, Bediüzzaman da İslam hukuku ve zamanın şartları çerçevesinde cevaplar vermişti. Dillendirilen endişelerin ekserisi, aşağıda görüleceği üzere, Doğu’daki aşiretlerin birlikte yaşadıkları Ermeni tebaa hakkında olmuştur.

Şimdi aşiretlerin kafasında soru işareti olan konular ile ilgili Bediüzzaman Said Nursi’nin düşüncelerini sizinle paylaşmak isterim.

- Meclis-i Mebusan’da Bulunan Gayr-i Müslim Mebusların Reyleri Konusuna Bakışı

“Meşverette hüküm ekserindir, ekser ise Müslüman’dır. Altmıştan fazla ulemadır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek hâkim İslam’dır’’.

 -Müslümanlar ile Gayr-i Müslimlerin Eşitlik Meselesi

Padişahın yetkilerini önemli ölçüde kısıtlayan ve Osmanlı yönetiminde yaşayan Müslim - gayr-i müslim herkesin başkasının özgürlük alanına müdahale etmeden özgür ve eşit olduklarını hükme bağlayan Kanun-i Esasî’nin ilgili maddesine yönelik yapılan itiraza Bediüzzaman; karıncaya dahi eziyet etmeği men eden bir dinin, insanoğlunun hukukunu ihmal etmesinin düşünülemeyeceğini belirtmektedir. İslamî devletlerde tebaa olan gayr-i müslimler ile yönetimin en üst kademesinde bulunanların hukuk önünde eşit olduklarını anlatıp Kanun-i Esâsî’deki eşitlik ilkesinden maksadın fazilet ve manevi şeref açısından değil, hukuk açısından olduğunu beyan etmektedir.

-Ermenilerin Dost Edinebilmelerine Yaklaşımı

Said Nursî,  Ermenilerin komşu olmaları nedeniyle de onların dost olarak kabul edilmelerinin gerektiği düşüncesindeydi. Ona göre Ermenilerin Müslümanlara düşmanlık etmelerinin sebepleri cehalet, yoksulluk ve husumetti. Hâlbuki bunların Müslümanların da ortak düşmanları olduğu; ancak Müslümanların sanat, marifet ve ittifak silahlarıyla bu düşmanlarla mücadele edebileceklerini dile getirmekteydi.

-Ermeni Hürriyetinden Duyulan Endişeye Yaklaşımı

Doğudaki aşiretler Bediüzzaman’a, Ermenilerin hürriyetinden endişe duyduklarını, zira onların artık haksızlıklara başladıklarını belirtmişlerdi. Yine Ermenilerin, ‘hürriyet ve meşrutiyet bizimdir, biz yaptık' iddiaları da Müslümanları onlar hakkında ümitsizliğe sevk etmişti. Bedîüzzaman ise bu endişeler karşısında Ermenilerin Müslümanlara saldırısının, onların Müslümanlardan geldiğini hayal ettikleri haksızlıkların intikamını almak ve yine Müslümanlardan bekledikleri haksızlıklara karşı bir nümayiş olduğunu belirtmişti. Ona göre Ermeniler şayet Müslümanların kendilerine haksızlık etmeyeceklerine kanaat getirirlerse onlar da tecavüzlerine son verecekler, adalete kanaat edeceklerdi. Ama adalete kanaat getirmezlerse bu sefer zorla da olsa hakka boyun eğdirileceklerdi.

Bedîüzzaman, ayrıca Ermenilerin 'hürriyet ve meşrutiyet bizimdir, biz yaptık' iddialarının ise gerçeği yansıtmadığını; aksine hürriyet ve meşrutiyetin askerlerin süngüsü, aydınların kalemi ve halkın iradesiyle elde edilebildiğini belirtmiştir. Bu tür iddialarda bulunan sapkınların istekleri ise Bediüzzaman’a göre, özerkliğin bir türü olan yerinden yönetimdir. Hâlbuki Ermenilerin yüzde doksanı Osmanlılara tabidir, çok az orandaki bazı kendini bilmezlerin hayal görmeleri de o kadar önemli değildir. Ayrıca Bediüzzaman, Ermenilerin kötülüklerini açıkça ortaya koymuş olmalarını önemsemiş; kötülük ve fenalığın gizli olmasının daha zararlı olduğunu belirtmiştir.

-Ermenilerin Kaymakam ve Vali Olmaları Konusundaki Değerlendirmeleri

Aşiretler tarafından gayr-i müslim olan Ermenilere, meşrutiyet sonrası kaymakam ve vali olabilme yolunun açıldığı; hâlbuki İslâm hukukunun bazı hükümlerinin vali ve kaymakamların görevlerine taalluk ettiği, dolayısıyla onların kaymakam ve vali olmalarının caiz olup olmadığını sormuşlardır. Bediüzzaman’ın bu konudaki yaklaşımı ise Ermenilerin saatçi, makineci ve süpürgeci oldukları gibi vali ve kaymakam da olabilecekleri yönündeydi. Çünkü meşrutiyette milletin hâkimiyetinin söz konusu olması nedeniyle, hükümetin İslâm hukukuna göre ancak hizmetkâr olduğunu, dolayısıyla bu durumda vali ve kaymakamlık makamına yükselmiş gayr-i müslimlerin reis değil, aksine hizmetçi olduklarını belirtmiştir. Ayrıca İslâmî hükümlere taalluk eden hususlarda, şeyhülislamlık makamının söz sahibi olduğunu söyleyerek kaymakam ve valilerin bu konularda pek de söz sahibi olmadıklarını ifade etmiştir.

-Talebeleri ile Ermeni Fedailerini Mukayesesi

Bediüzzaman, talebelerinin kendisine olan fedakarâne alaka ve bağlılıkları vesilesiyle Van ve Bitlis taraflarında faaliyet gösteren Ermeni komitesi ve Taşnak fedailerine karşı duruyor, onları bir derece susturabiliyordu. O, Ermeni çetecilerine karşı daima hazırlıklıydı. Onlara karşı durabilmek için ünlü Van kalesindeki Horhor medresesinde talebelerine dersler verirken kitaplarla birlikte silahlar da bulunduruyordu. Bundan dolayı yüzleri, kızarmış kora karşı tutulup gözleri patlama derecesine dahi gelse yine sır vermeyen Ermeni fedaileri bile kendisinden ve talebelerinden korkuyorlardı. Çünkü Bediüzzaman, talebeleri ile birlikte Van’daki Erek Dağı’na çıkınca Ermeni fedaileri korkup dağılmışlardı ve başka yerlere gitmişlerdi. Bediüzzaman, bunun sebebini merak edenlere şöyle cevap vermişti:

Madem fâni dünya hayatı, küçücük ve menfî milliyetin muvakkat menfaati ve selâmeti için bu harika fedakârlığı yapan Ermeni fedaileri karşımızda görünürler. Elbette hayat-ı bakiyeye ve pek büyük İslâm milliyet-i kudsiyesinin müspet menfaatlerine çalışan ve 'Ecel birdir' itikad eden talebeler, o fedailerden geri kalmazlar. Lüzum olsa o kat'î ecelini ve zâhirî birkaç sene mevhum ömrünü milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selâmetine ve menfaatine tereddütsüz, müftehirâne feda ederler.

-Ermenilerin Müslüman Mahallelerini Tahrip Etmelerine Yaklaşımı

Birinci Dünya Savaşı’nda Rusların esaretinden kurtulduktan sonra İstanbul’a gelen, Darü’l-Hikmette birkaç yıl dinî hizmette bulunan ve daha sonra “dâüssıla” tabir edilen memleket hasreti ile madem öleceğim, vatanımda öleyim diyerek, Van’da müşahede ettiği Ermeni vahşetini şöyle dile getirmektedir: Her şeyden evvel, Van'da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van'ın meşhur kalesi ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir, benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enîs talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi.

Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin, tâ medresenin üstündeki, iki minare yüksekliğinde, medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünkü yalnızdım. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum.

Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kale dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrip edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğuyla dost ve ahbap idim. Kısm-ı âzamı, Allah rahmet etsin, muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka, Van'ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten vatanıma döndüm, gurbetten kurtuldum zannediyordum. Vâ esefâ, gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm.

-Kürtlerin Ermenilerle El Ele Verip Osmanlı Devleti’nden Ayrılması Fikrine Yaklaşımı

Bediüzzaman, XX. yüzyılın başlarında ırkçılık duygularına kapılan bazı Kürtlerin dillendirdikleri Osmanlılardan ayrılıp bağımsız veya özerk bir Kürdistan Devleti’nin kurulması fikrine karşı çıkmıştır. Ona göre, ne Kürtlerin çoğu bunu ister, ne de bu yersiz ve yanlış istek vahdet-i İslâm’a uygundur. Bu hususta 7 Mart 1920  tarihinde, İkdam gazetesinin 8273. sayısının birinci sayfasında Bediüzzaman, “Kürtler ve Osmanlılık” başlığı altında bir çağrı yapmıştı. Bu çağrıyı yapan sadece o değildi. Aslında bu, Kürtlerden müteşekkil bir heyetin çağrısıydı. Bu çağrı metninin ilgili kısmını buraya almak istiyoruz:

Kürtler ve Osmanlılık

İkdam Ceride-i Muteberine

 Evvelki günkü gazeteler, Paris’te, Şerif Paşa ile Ermeni Heyet-i Murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında, Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir itilaf akdedildiğini yazarak Kürt efkâr-i umumiyesinden (Kürt kamuoyundan) istizahatta bulunuyorlardı. Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakâr ve cesur hadim ve taraftarları olarak yaşamış ve dini ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler, henüz beş yüz bine karib (yakın) şühedasının (şehitlerinin) kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürlerle anarken, İslamiyet’in zararına olarak tarih ve hayatî düşmanlarıyla itilaf akdetmek suretiyle salabet-i diniyeleri (dine güçlü bağlılıkları) hilafında iftirak-cûyane (parçalanmayı istercesine) âmali (arzuları) takip edemezler. Binaenaleyh Kürt vicdan-ı milliyesinin bu tarz tehassüsüne mugayir hareket eden zevatı da tanımazlar. Ve yegâne emelleri de vahdet-i dinî ve milliyelerini (dinî ve millî birliklerini) muhafaza olduğundan keyfiyetin izahatına delâlet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ederiz.”

Ayrıca 17 Mart 1920 (4 Mart 1336) tarihinde Sebilürreşad Dergisi’nin 461. sayısında yayınlanan bir makalesinde de şu noktalara değinmiştir:

a. Ermeni Boğos Nubar Paşa ile aslen Kürt olan Şerif Paşa arasında, bir Ermeni-Kürt Devleti’nin kurulması gayesiyle Fransa’da yapılan antlaşmaya, en anlamlı ve susturucu cevabın Doğu vilayetlerinde bulunan Kürt aşiret liderleri tarafından verildiğini ve buna itiraz eden telgrafların çekildiğini hatırlatmıştır.

b. Ona göre Kürtler şimdiye kadar İslam’ın nam ve şerefini yüceltmek için beş yüz bin şehit vermişlerdir.

c. Ayrıca, onun dünyasında Kürtler İslâm toplumundan ayrılmaya kesinlikle tahammül etmezler. Bu durumun aksini iddia edenler mutlaka art niyetle hareket eden ve Kürtler adına söz söyleme yetkisi olmayan kimselerdir.

d. Hem Kürtler, Osmanlı Halifeliği makamına olan sadakat ve bağlılıklarını da döktükleri kan ile teyit etmişlerdir. Ayrıca Ermenilerle Şerif Paşa arasında yapılan antlaşmanın kesinlikle Ermenilerin dostane ve iyi niyetlerinden kaynaklanmadığını; bilakis bu antlaşmanın dessâs Ermenilerin hilelerinden biri olduğunu aşağıdaki tespitleriyle ortaya koymaktadır:

Doğu Anadolu’da Ermeniler hiçbir zaman ne nüfus olarak ne de keyfiyet itibariyle o bölgeye sahip olma iddialarının doğru olmadığı açıkça ortaya çıkınca, bir çoğunluk temin etmek maksadıyla Şerif Paşa’yı emellerine alet etmeyi uygun gördüler. Böylece bir çoğunluk elde edilecek ve Doğu Anadolu, Osmanlılardan koparılabilecektir.

a. Ona göre bu işe girişen Ermenilerin maksadı Kürtleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ilerde Ermeniler, Kürtlerin nüfus bakımından çoğunluğu elinde bulundurduğunu inkâr edemese de, keyfiyet itibariyle yani ilim ve irfan bakımından Kürtlerin Ermenilerden daha aşağı mertebede bulunduklarını iddia edeceklerdir. Böylece Kürtleri kendilerine tabi bir millet haline getirmeye çalışacaklardır. Buna hiçbir akıllı Kürt taraftar olamaz ve zaten Kürtler de bu antlaşmaya muhalif olduklarını sadece sözle değil fiilî olarak da göstermişlerdir.

b. Kürtler her şeyden önce Müslüman’dırlar ve dine olan güçlü bağlılıkları taassup derecesindedir. Onlar, hakiki Müslümanlardan oldukları için, yürütülen Kürtlük davası onlar katında pek anlamsızdır. Çünkü İslam, İslâmî kardeşliğe zıt olan milliyetçilik/ırkçılık davasını yasaklar. Hem Kürtler, kendilerine kimseyi avukat tayin etmemişlerdir. Kürtlerin avukatlığına soyunanlar da Kürtler adına söz söyleme salahiyeti olmayan, Kürtleri Müslümanlıktan ayırmak isteyip İslâm’ın temel esaslarına aykırı hareket edenler, bir-iki kulüpte toplanan beş-on kişiden ibarettir. Bu konuda Kürtlük adına söz söyleyecek olan ve Kürtlerin vekili olanlar ise, sadece Osmanlı Mebusan Meclisindeki mebuslardır. Bediüzzaman Kürdistan’a verilecek bir özerkliği istemediğini şu ifadeleriyle de ortaya koymaktadır:

Kürtler ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Şayet Kürtlerin gelişim özgürlüğünü düşünmek gerekirse de bunu Ermeni Boğos Nubar Paşa ile Kürtçülük fikirlerine kapılan Şerif Paşa değil, Devlet-i Aliye düşünür. Çünkü özerklik ilan edilmez, merkezi hükümet ile yapılan müzakere sonucu elde edilir.

İyi okumalar, kalınız sağlıcakla!

Yazarın Diğer Yazıları