Şahin Akçap

En baba günler ve Babalar Günü!

Şahin Akçap

Anneler günün ardından babalar günü… Çoğumuz tek bir günün anneler günü veya babalar günü olmasını yadırgarız… Bu günlerin tüketimi kamçılayan, ticaret erbabına getirim için organize edildiğini düşünürüz. Bunlar da doğrudur…

 

Ben babamı anlatmak isterim Babalar Gününde.

 

İşçi, emekçi babamı...

 

Yedi evladından üçünün kız olduğu ve hiç birini birbirinden ayırmayan babam sayesinde okumayı sevdim. Çok kavgalarım oldu babamla. Düşünce çatışmalarımız gün geldi karşı karşıya getirdi bizi. Ama O’nun sayesinde her gün evimize dar bütçesine rağmen getirdiği gazete ve dergiler, toprak damlı iki göz evimizin duvar içine gömmeli öykü kitaplarından, romanlardan okuyarak ders kitapları dışında da insanı eğitecek, yürüyeceği hayat yolunda yön verecek kitaplar olduğunu fark ettim. Bize kazandırdığı okuma sevgisi müthişti. Akşamlar babalarının eve dönüşünde elinde getirdiği şekere bakan çocuklardan farklı çocukluk yaşattı biz yedi evladına. O geldiğinde elinde veya cebinde gazete var mı diye bakan çocukları olduk.

 

Tercüman Gazetesiyle büyüdük biz. Gün gelip de o gazeteden; Cumhuriyet, Vatan, Demokrat gibi dünya görüşü farklı gazetelere yöneldiğimi görünce şaşırdı, sonra da korktu. Her hafta Çarşamba günü aldığım Gırgır Dergisini incelediğinde:

 

“Hep muhalefet yayınlar okuyorsun.”Diye eleştirdi. Ancak yolumu kesmedi.

Sol düşünce içinde yer aldığım gün kaygıları arttı:

 

“Sakın seni kullanmalarına izin verme.” Nasihatinde bulundu.

 

Kitaplıktaki Hazreti Ali Cenklerinin serisinin yanında artık Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Erdal Öz, Bekir Yıldız, Can Yücel, Tolsoy, Stenberg, Jack Landon gibi değerlerin yer aldığını fark etti. O bir Menderes tutkulusuydu. Ve Amerika ona göre bu dünyada Türkiye’nin tek dostuydu.

 

Bülent Ecevit rüzgârı estiğinde ve Karaoğlan Ecevit destanıyla buluştuğunda halkımız, babam ve kendi gibi düşünenler çok şaşkındı. Kıbrıs Çıkarması, Amerika’ya haşhaş politikamız için Ecevit’in rest çekmesi onu daha çok düşündürdü. Eve getirdiğim yayınları biz uyuduğumuzda okurken gördüğümde bu kez şaşkınlık bana geçti. Babam da değişim başlamış diye için için sevindim.

 

Tercüman Gazetesinin yayınladığı apartman dairesi kuponlarını gün gün kesip biriktirdi:

 

“Onlar egemen sınıfın boş umut ve uyutma araçları. Sana, bana daire çıkmaz baba!”Dediğimde öfkelenmişti:

 

“O gazetenin baskı sayısı ne biliyor musun? Senin okuduğun gazete gibi üç beş kişi okumuyor o gazeteyi.” Demişti.

 

Babama o gazeteden hiçbir armağan çıkmadı. Benim eleştirilerim de etkili olmuş olacak ki bir gün oturup gazetenin yayın müdürüne sitem dolu bir eleştiri mektubu yazıp gönderdi. Mektubundan haftalar sonra babama bir koli içinde yine o gazetenin kuponla verdiği kitaplar geldi. Öfkesi biraz geçmiş olsa da gönderilenin sus payı olduğunu geçte olsa anlamıştı.

 

O yıllar devrimci ve ülkücüler arasında grup çatışmaları olurdu. Mahallemizden, hem de yakın komşumuz olan bir gencin dövülmesinin şüpheleri benim üzerime çekildi. Oysa hayatımda hiçbir düşünce sahibine ne küfretmiş, ne de şiddet uygulamış veya şiddet uygulamasını desteklemiştim. Hayat felsefemde “zorla” sözcüğü yoktu!

 

Bir öğleden sonra, o genç, sürekli kardeşlerimi tehdit ettikten sonra kapımıza dayanıp meydan okuyarak dışarı çağırmıştı.

 

Sokaktaydık ve benim kendisine karşı hiçbir eylemde bulunmadığımı söylememe rağmen elindeki bıçakla saldırıya geçmişti. İşte tam o sırada aramıza koşup gelen yaşlı babam kendisini bıçağın önüne atmış:

 

“Her kes yapabilir ama benim oğlum fikirleri için kimseye zorbalık yapmaz, zarar vermez!”Diye haykırmıştı.

 

Olayı komşular sayesinde kazasız belasız atlatmıştık ama babam o yılsonundaki büyük seçimde ilk kez Sosyal Demokrat bir partiye Bülent Ecevit’e oyunu vermişti. Bu hayatımda babamla aramızda yaşadığımız savaşın ilk zaferi olmuştu. Ne var ki geçen zaman içinde benim görevlerim, yuva kurup yeni bir aile ocağı kurmam, ardından babamın emekli olması, devam ettiği mahalle camisinde cemaatçi yurttaşların kafa koluna gelmesi, cami yaptırma faaliyetlerine katılması babamda hiç beklenmedik bir değişime neden olmuş ve bir gün:

 

“Sen hala Atatürk’e saygı duyuyor musun?” Sorusunu sorarak umutlarımı yıkmıştı:

 

“Atatürk dün, bugün ve yarın değil ki… Atatürk daima!”Yanıtını vermiş, sonradan metalden yaptırdığım kitaplıktaki Nutuk’u okumasını rica ederek kendisine sunmuştum. O günden sonra anlamıştım ki babamla düşünce boyutunda kavgamız hep sürüp gidecekti.

 

Babamla okumak, yazmak dışında sinema anılarımız da vardır. En sevdiği iki şeydi kitaplar, gazeteler, mecmualar ve sinema.

 

Yaz geceleri baba- oğul yazlık sinemalara gittiğim her günü hatırlarım. Sünnet olduğumuz günün daha üçüncü, dördüncü günü Şehir Sinemasında gösterime giren Suat Yalaz’ın eseri Altaylarda gelen yiğit Karaoğlan filmini daha sonraları psikolojik mesajları çok olan Mahşerin Dört Atlısını birlikte izlemiştik.

 

Emekliliğinin son günlerinde emekli ikramiyesiyle ve kartpostal satışından biriktirdikleri ile yaptırmayı başardığı, üstü sacdan yapılan, anacığımın da “aynalı ev” adını koyduğu evimizin küçük bahçesinde yağ tenekelerinin içine toprak ve gübre koyarak marul, maydanoz, nane, soğan yetiştirmeye başlamış sonra da bir gelip hiç gitmeyen hastalığına yenik düşmüştü.

 

Bugün onunla ilgili tek üzüntüm Antalya’da Cuma namazı için Muratpaşa Camiine kendisini götürme isteğiydi. Cami şadırvanında abdestini alırken gözleri üzerimdeydi. Fısıltılı bir sesle:

 

“Sende abdestin alsan, yan yana, baba-oğul kılsak namazı.”Demişti.

 

Duymazdan gelmiştim onu.

 

Hayatımda babamla aramızdaki en acı dolu anım budur.

 

Bir ömür veren adama böylesine kayıtsız kalmamın tek nedeni ise yaşadığım sürece asla affetmeyeceğim din bezirgânlarıydı. Onların çirkin inanç sömürüsü yüzünden babamla aramızda gizli ve uzlaşılması zor bir savaş başlamıştı. Onun içindir ki dini vicdani değerler dışında kullananlardan tiksiniyor ve nefret ediyorum. Bence onlar dört kutsal kitaba ve peygamberlere ve de tümünü gönderenlerin düşmanıdır. Yani inançların en büyük düşmanlarıdır! Bazen hayatın dizginini ele geçirdiklerini sansalar da bir gün yenilmeye mutlaka yenilmeye mahkûmdurlar.

 

Geçtiğimiz gün okulumuzun Türkçe Öğretmeni Esra Küçükbozbey Değerler Eğitimi’nin öğretmen arkadaşlarımıza kavratılması düşüncesiyle mükemmel bir sunum gerçekleştirdiğinde de babamı anımsadım.

 

Sunumu arasında gösterdiği “Bu ne?” adlı slâytta yaşlı bir baba ve yetişkin genç oğlu bir bahçede kanepe üzerinde oturmaktadırlar. Baba etrafını gözlemekte, oğul da sıkıntılı ve gergin bir yüzle gazetesini okumaktadır. O sırada yeşillikler arasına dalan serçe babanın dikkatini çeker. Sorar baba:

 

“Bu ne?” Oğul etrafına bakar, küçük serçeyi fark eder ve umursamaz bir tavırla:

 

“ Serçe!”Yanıtını verir.

 

Yaramaz serçe bir sağa bir sola kant çırparken baba yine sorar.

 

“Bu ne?”

 

Oğul okuduğu gazeteden başını kaldırmadan:

 

“Serçe dedim ya baba!” Der.

Serçe, sanki baba ve oğul arasında hiç bitmeyecek bir polemik yaratmak istercesine sağa sola uçuşur ve baba birkaç kez daha sorar. Ve her soruşunda oğul umursamazdır, yanıtı da:

 

“Serçe dedim duymadın mı baba!” olur.  Ve Serçe adını da bu kez harfleri vurgulayarak, “ s-e-r-ç-e!” diyerek seslendirir.

 

Baba son kez sorduğunda ise oğul öfkeyle ayağa kalkar ve elindeki gazeteyi savurup atar:

 

“Baba senin amacın ne? Neden ısrarla bildiğin bir şeyi soruyorsun? Beni çıldırtmak mı istiyorsun?” Diye bağırmaya başlar.

 

Yaşlı adam şaşırır. Kalkar, oğlunun yanından uzaklaşıp arka taraftaki binadan içeri girer ve çok geçmeden elinde özenle kaplı bir hatıra defteriyle döner ve kanepede oturan oğluna uzatır:

 

“Oku!”Der.

 

Genç oğul şaşkındır, gözlerini hatıra defterinden ayıramamaktadır. Baba isteğini yineler:

 

“Sesli oku!”

 

Okumaya başladı oğul:

 

“Bundan yıllar önceydi. Küçük oğlum henüz üç yaşındaydı. Dala konmuş küçük bir serçenin adını bana tam 21 defa sordu. Ve ben serçenin adını her defa oğluma sarılarak söyledim. Tam 21 defa!”

 

Babasının oku dediği sayfayı okuyan oğul şaşkındı. Ve birden babasına kaba davranışını anlamış, üzülmüştü. Hemen babasına sarıldı. Hem de sıkı sıkı.

 

Slâyt gösterisinin son karesinde şu tümceler yazılıydı.

 

“Yaşlılara iyi davranın... Unutmayın ki bir gün sizde yaşlanacaksınız.”

 

                                    *                                                                   

Geçtiğimiz haftalardan biri Regaip Kandiliydi… Din Dersi öğretmenimiz Hüseyin İnat’a, genç öğretmenlerimizden biri kandillerle ilgili bir soru yöneltmiş, bunun insanlara sosyal hayattaki kazanımını sormuşlardı.

 

Emekli olduktan sonra bir köşeye çekilmeyi yeğlemeyen ve Milli Eğitimin Din Dersi öğretmeni gereksinimi olduğunda göreve talip olduğunu bildirerek okulumuzda derslere girmeye başlayan Hüseyin ağabeyin yanıtını siz okurlarımla paylaşmak istiyorum. Şöyle anlatmıştı:

 

“Düşünün otomobilinizdesiniz. Küçük bir yolculuk yapıyorsunuz. Geçtiğiniz tüm yollar düz değil. Kavisler, kasisler, dönemeçler vardır. Her kasis, her dönemeç aracınızı yavaşlatmanıza ve yavaşlatırken sağınızı solunuzu kontrol etmenize neden olur. Kandiller de öyle. Kasisler, dönemeçler gibi arada bir yavaşlamanıza, durmanıza neden olur. Ve siz o süre içinde hayatınıza bakmak gereği duyarsınız.”

 

Hüseyin İnat öğretmenimizin bu güzel açıklamasından etkilenmedim dersem yanıt olur.

 

Tıpkı kandiller gibi, dini bayramları, milli bayramları da bu güzel örnek içinde değerlendirebiliriz. Ve hatta bu sosyal günler içinde; Anneler Günü, Babalar Günü, Çevre Günü de olağanüstü değerdedir.

 

Bakınız Babalar Günü için yazı konusu düşünürken babamı anımsadım. Hayatla ilgili öngörülerinde hiç yanılmadığını şimdi çok daha iyi fark ettiğim, Muratpaşa Caminin ne zaman yanından geçsem elimi tuttuğunu hissettiğim rahmetli babamı...

 

Siz siz olun babanızı kırmayın ve onların en hafif bile bulduğunuz düşüncelerinin günü geldiğine hayat manifestonuz olacağını sakın unutmayın.

 

Tüm babaların bu çok anlamlı gününü içtenlikle kutluyor, sanki babamın elleriymiş gibi ellerinden öpüyorum.

Yazarın Diğer Yazıları