Prof. Dr. Ahmet Özer

Bilim Adamının Namusu ve Siyasilerin Tutumu

Prof. Dr. Ahmet Özer

Akademisyenler süre giden savaşa, çatışmalara, sivil ve çocuk ölümlerine dur diyen bir bildiri yayınladı, kıyamet koptu. Aslında kıyameti Cumhurbaşkanı kopardı. Eğer o bu kadar şiddetle vurgulayıp üstünde durmasaydı ve hakarete varacak kadar ağır ithamlarda bulunmasaydı bu bildiri bu kadar ses getirmezdi. Bir bakıma bildirinin amacına ulaşması açısından iyi oldu. Daha öncede böyle yüzlerce bildiri yayınlanmıştı hiç bu kadar şiddetle karşı çıkılmamış ve üzerinde durulmamıştı; peki bu kez neden bu denli fırtına kopartıldı? Bunun bir kaç nedeni var.

Ölümlere seyirci kalmak vicdanla bağdaşmaz

Bir kere bu sefer iş ciddi. Devlet onlarca ili, ilçeyi tankla topla kuşatmış durumda. Her gün onlarca insan ölüyor ve bunların bir çoğu masum siviller, çoğu kadın, yaşlı ve çocuk. Bunlar ya güdümlü medya tarafından gözden kaçırılıyor ya da başka türlü gösteriliyor. Bildiri bunu bir nebze açığa çıkarttı, bu da bunu göstermek istemeyenleri çıldırttı. Çünkü bugüne kadar iktidar gerçeklerden ziyade, bizim görmemizi istediği şeyleri gösterdi, kitlelerin duymasını istediği şeyi pompaladı. Dünyanın saygın akademisyen ve aydınlarının da imzasının olduğu bu bildiri vicdanlara seslendi, gerçeklere dikkat çekti, görülmesini duyulmasını istedi. Bu da elbette her işi kendi kontrolünde yürümesini isteyenlerin işine gelmedi.

İkincisi de bölgede adeta bir olağandışı savaş hali var. Kasabalar tank top atışlarıyla adeta yerle bir ediliyor. İnsanlar aylarca sokağa çıkma yasağı altında, top ve tüfek atışları ile başlarına yıkılan evlerine hapsediliyor. Bir dram, bir trajedi yaşanıyor. Bu bildiri bunu sadece iç kamuoyuna değil, dışarıda ki imzacılar nedeniyle dış kamuoyuna da bildirdi. Öfkenin ikinci asıl nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Üstelik de bir sindirme ve korkutma politikası ile bunu bastıracağını sananlar bu kez yanıldılar, baltayı dizlerine vurdular. Artık cin şişeden çıktı bir kez. Ölümlerin durdurulmasını isteyen destek her gün biraz daha artarak büyüyor çünkü.

Akademisyenler devletten ölümleri durdurmayı isteme hakkına sahip

Gelelim üçüncü önemli tartışmaya. İddia şu: Bu bildiri tek taraflıdır, çünkü PKK ile ilgili bir şey söylemiyor, onu eleştirmiyor, deniyor. Bu bildiride imzası olan insanlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları. Bu devlete aidiyet bağları ile bağlı. Vergi veriyor, askerlik yapıyor ve bir takım görevlerini yerine getiriyor. Bu insanların bu devlet ve onu yöneten hükümet üzerinde hakları var. En başta da eleştiri hakları. Bu akademisyenler elbette bir bağla bağlı oldukları otoriteyi yanlış yaptığında eleştirme hakkına sahipler. Yanlışa sivil ölümlere rıza göstermeme ve bunu çeşitli yollarla dile getirme haklarına sahipler. Ama bu yurttaşların PKK ile her hangi bir bağları yok. Dolayısıyla PKK'nın da onlara karşı bir yükümlülüğü yok. O zaman talepte bulunacakları merci PKK değil devlettir. Muhatapları bir bağla bağlı oldukları Türkiye Cumhuriyetidir. Ve itirazlarını ona yönelik bir bildiri ile dile getirmişlerdir, bu onların hukuken de vatandaşlıktan doğan en doğal hakkı. Devletten bunu talep etmeleri örgütün yaptığı yanlışları kabul ettiler anlamına gelmez. Elbette örgütün de yaptığı yanlışlar, neden olduğu sivil ölümler aydınlar ve akademisyenlerce eleştirilebilir. Ama bu da devlete bu bildiri ile söylenmesi gerekenleri söylemeye engel değildir. Bu ikisi birbirine karıştırılmamalı.

Bu hiddet neden?

Peki yönetenlerin bu kadar hiddetlenmesi normal mi ve neden bu denli üstüne gidiliyor? Buna bir bilim insanı olarak yıllarca devletin gardına uğramış, bilim adamı namusu uğruna hapiste yatmış, biri olan İsmail Beşikçi'nin sözleri ile cevap vermek isterim. Benim "derin Üniversitede Bir Profesörlük Öyküsü" adlı kitabımın girişine de aldığım bu yazıda Beşikçi Diyor ki;

"Siyasal iktidar bilim kuramlarını, bu arada üniversiteleri, kendi siyasal çıkarları doğrultusunda yönlendirmek ve kullanmak isterler. Önemli olan bu direktiflere, yönlendirmelere, emirlere karşı direnebilmek ve bilimsel çalışmayı kendi özgün koşulları içinde sürdürebilmektir. Bu da bilim yöntemini kullanmanın kurumlaşmasıyla, bilimsel çalışma yapan kurumların kişilik kazanmalarıyla ilgili bir sorundur. Emir ve talimat alanların, emirleri ve talimatları kabul edenlerin, bunlar doğrultusunda çalışma yapanların kurumlaşmaları ve kişilik kazanmaları mümkün değildir. Yasaklamalarla, emirlerle yönergelerle ancak resmi ideoloji üretilir. Bilim üretilemez. Türkiyede, resmi ideoloji, sadece, siyaset hayatında önemli olan bir kurum değil aynı zamanda üniversite ve hukuk hayatında da önemli bir kurumdur. Resmi ideolojiyi eleştirmeden bilimi geliştirmek, üniversiteye saygınlık kazandırmak mümkün değildir."

Çünkü resmi ideoloji, devletin egemenleri tarafından kendi saltanatları için icat edilen bir enstrümandır. Ve devletin en önemli ideolojik aygıtlarından bir de geri kalmış ülkelerde üniversitelerdir. O nedenle darbeciler, diktatörler, otoriter rejimler işe hep üniversiteden başlamışlardır.

Başbakanın Söylemi ve Eylemi

Başbakan Erdoğan 25 ağustos 2013'te Rize'de kendi adını taşıyan üniversitede yaptığı konuşmada: "Bilim insanı bilim namusundan, bedeli ne olursa olsun taviz vermeyen insandır. Siyasetçi bilime ters bir şeyi istiyorsa bilim adamının böyle değil, böyle demesi en önemli görevidir. El pençe diz divan durup ferman buyurdunuz dememesi gerekir" diyor. Aslında bu sözler son derece doğru. Tabi doğru sözler söylemek yetmez, söylediklerine uygun davranmak da gerekir. Doğru şeyler söyleyenler iş eyleme gelince doğru eylemde bulunmuyorlar, ya da Aliye başka Veliye başka davranarak çifte satandart uygulanıyor. Nitekim hatırlayalım aynı Başbakan ODTÜ bilim insanları elpençe divan durmadı diye demediğini bırakmamıştı. Şimdi de doğru bildiği bildiriye imza atan üniversite insanlarına herkesin cumhurbaşkanı olması gereken Erdoğan "alçak", "hain" gibi sözlerle saldırıyor. Biz hangi Erdoğan'a inanancağız?

Zolanın İsyanı

Bazen bazı aydınlar ve bilim insanları yaşadıkları dönmelerde baskılara uğrarlar, sürülürler, kürsülerinden atılırlar, hatta seslerini kesmek için hapsedilirler egemenler tarafından. Ancak zaman geçtikçe haklılıkları anlaşılır ve onlar kendi dönemlerinin namusunu temsil eden timsaller haline gelirler. Örneğin Emile Zola 100 yıl önce Yahudi olduğu için haksız yere suçlanan Dreyfus Davasında haksızlığa karşı durmuştu. Bu kişinin kimliğinden dolayı günah keçisi haline getirildiğini, bunda başta Cumhurbaşkanı olmak üzere yöneticilerin kabahati olduğunu yüksek sesle dile getirmiş, bununla da yetinmeyerek "Suçluyorum" adında bir bildiri kaleme almıştır. Bu yazıdan dolayı ülkesini terk etmek zorunda bırakılmış, yıllarca sürgünde kalmıştır. Ama 100 yıl sonra Fransa Zolayı haklı görmüş ondan özür dilemiş, 1998 yılını Zola yılı ilan etmiş ve Zolanın bu hareketi ile o dönem bütün aydınların namusunu kurtardığını dile getirmiştir.

Bilim ve Özgür Eleştiri

Bir siyasal sistemde resmi ideoloji belirleyici ve yönlendirici bir hale geldiği zaman sansür, daha da önemlisi oto sansür buna paralel olarak gelişen bir süreç olmaktadır. Halbuki üniversitelerdeki temel mücadele, özgürlüğü, özgür eleştiriyi, bilim yöntemini kazanma mücadelesi olmalıdır. Üniversite, bilimin ve siyasetin kavramlarıyla, bilim yöntemiyle resmi ideolojiyi eleştiremediği sürece, özgürlüğü, özgür eleştiriyi, bilim yöntemini kazanamaz. Özgür eleştiri bilimi olanaklı kılan en temel koşuldur. Demokrasiyi olanaklı kılan en önemli koşul yine özgür eleştiridir. Eğer siz herhangi bir konuda bir şey söylüyorsanız, bir düşünce ileri sürüyorsanız, sizin söylediklerinize, yazdıklarınıza ilgi duyan herhangi bir kişi de sizin düşüncelerinizi eleştirebiliyorsa ve eleştirisinden dolayı herhangi bir cezai yaptırımla karşılaşmıyorsa o toplumda, siyasal sistemde özgür eleştiri kurumlaşmış demektir. Eleştiriden dolayı cezai yaptırımla, idari yaptırımla karşılaşmamak şüphesiz çok önemli bir durumdur.

Bilim ancak özgür eleştirinin kurumlaştığı bir ortamda üretilebilir, gelişebilir. Türkiye'de bu ortamın oluşmadığını, fakat üniversite mücadelesinin temel hedefinin, böyle bir ortamı oluşturmak ve kazanmak olduğunu, üniversitenin böyle bir ortamı oluşturmak için mücadele etmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. 1960'ların sonlarından beri, 1970'lerden beri gelişen toplumsal ve siyasal süreçler, bu süreçlerin eleştirilmesiyle meydana gelen idari ve cezai yaptırımlar, bu yaptırımların kararlı ve ısrarlı bir şekilde yaşama geçirilmesi bize bunları öğretti.

Yazarın Diğer Yazıları