Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 13

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Şadırvandaki çeşmenin suyuyla bir güzel ellerini, yüzünü yıkadıktan sonra cami avlusunun yarısı yıkık duvarının dibine çöktü Kerem. Kulakları, kaç zamandır mütemadiyen duyduğu bir kadın sesiyle uğulduyordu.

-Kardeşlerim! Ruhu göklerde olan yedi yüz senelik şanlı tarihimiz bu minarelerden bugün, Osmanlı tarihinin faciasını seyrediyor. Bu tarihi meydanda, zafer alayları tertip eden ecdadımızın ruhu bizi seyrediyor. Dünyaların öbür ucuna at süren namağlup erlerin evlatları önünde baş eğiyor ve diyorum ki: Ben, Müslüman tarihinin bedbaht bir kızıyım. Bugünün talihsiz fakat aynı derecede kahraman anasıyım. Ecdadımın aziz ruhları önünde eğilerek diyorum ki silahları alınmış milletimizin kalbi de tıpkı sizler gibi yenilmez kuvvettedir. Allah'a ve haklarımıza iman ediyoruz.

Saatlerdir avare avare yürümekten dermanı çekilen ayaklarını uzatarak avluya baktı Kerem. O ses hala kulaklarındaydı.

-Kardeşlerim; Bu Avrupa'nın itilaf devletleri bizlere karşı öyle kinle doludurlar ki şayet ayda ve yıldızlarda Türkler, Müslümanlar var denilse hemen oralara da istila ordularını gönderecekler! Bugün hilali parçalamak adına, ellerine bir fırsat geçmiştir! Şu anda yanımızda hiçbir garplı kuvvet yoktur. Güya bir mahkeme kurmuşlar, yenilen devletleri parçalıyorlar. Bugün bize günahkâr diyenler, sizler o kadar günahkârsınız ki okyanusun suları bile günahlarınızı temizlemeye kâfi gelmez. Bir gün gelecek daha büyük bir mahkeme kurulacak ve o mahkeme milletleri tabi haklarından mahrum bırakanları mahkûm edecektir!

Bu ses, Halide Edip'in sesiydi. Kerem, yorulup dinlenmek için girdiği caminin avlusunda, birkaç ay önce katıldığı, işgallerin protesto edildiği Sultan Ahmet Mitingi'ni ve o mitingin ateşli hatibi Halide Edip'i hatırlamıştı. Halide Edip, öyle bir konuşmuştu ki bu konuşma bir ilaç gibi tüm vücuduna sinmiş, tüm hücrelerine işlemişti. O gün meydana girebilmek için ne denli zorluk çektiğini hatırladı Kerem. Tramvay yolundan yokuş yukarı, arabalardan biri gidip biri geliyor, sanki bütün bir İstanbul, mahşer meydanına toplanır gibi bu meydana toplanıyordu.

 O meydanda her türden insan vardı. Fesli ve kravatlı yirmili yaşlarda Darülfünun öğrencileri, üniformalı, üniformasız askerler, canı sıkkın zabitler, sarıklı medrese talebeleri, endişeli müderrisler, tekkelere bağlı müritler, başörtülü, şapkalı kadınlar… Hele kadınlar, asıl dikkat çeken kitle onlardı. Meydanın tam ortasını doldurmuş, simsiyah çarşaflarıyla adeta İzmir'in, Aydın'ın, bütün bir memleketin matemini tutuyorlardı. Kimi kadınlar çocuklarını da getirmişti. İki de bir kucaklardan zıplayan çocuklar, korku ve heyecan içerisinde bağrışarak, cıvıldaşarak bu devasa kalabalığa bakıyor, zaman zaman da gülücükler saçıyorlardı. Tüm anneler sanki sözleşmişler gibi çocuklarına beyaz elbiseler giydirmişlerdi. Beyazlar içerisinde melekleri andıran bu günahsız çiçekler, o gün meydanın ışığı, istikbalin aydınlığını temsil ediyorlardı.

Nutkun başlamasına yakın öyle bir kalabalık oluşmuştu ki iğne atılsa yere düşmeyecekti. Kalabalık tıpkı cemaat halinde namazdaymış gibi vecd halinde,birlikte hareket ediyor, aynı anda yürüyor aynı anda adımlar atıyordu. Ülke, Sultanahmet Meydanı'nda yekvücut olmuş, omuz omuza diz dize yürüyordu. Kimisi elinde  'Müslümanlar ölmez, öldürülemez' yazılı pankartları, kimisi de Wilson'un 12. prensibinin yazılı olduğu büyükçe kâğıtları taşıyordu. Kalabalıktan yansıyan bu maneviyat, bu enerji, bu ruh, meydana, meydanı sınırlayan binalara, Bizans'tan kalma kadim taşlara, etraftaki ağaçlara kadar her şeye yansımıştı. Öyle ki meydanı çevreleyen ağaçlar her zamankinden daha canlı daha dik daha yeşildiler.

Halide Edip kürsüye çıkıp daha 'Kardeşlerim!' demeden meydan coşmuştu. Önü bir baraj gibi kesildiğinden dopdolu olan halk, önüne yığılan aşılmaz bariyerleri aşmak, çelikten setleri yıkmak için adeta bu konuşmayı bekliyordu. Hep bir ağızdan tekbirler getiriliyor, 'Allahuekber!' nidaları Sultan Ahmet'in görkemli duvarlarına çarparken, 'Lailaheillallah' haykırışları Ayasofya'nın eşsiz kubbesinde çınlıyor, 'Vallahuekber' lafızları kalabalığı oluşturan her bir ferdin sinesinde yankılanıp yeniden hatibe dönüyordu.

Kalabalık öyle coşmuş, öyle kendinden geçmişti ki sırf korkutmak için meydanın üzerinden uçan İngiliz uçaklarına, erkekler kafalarını kaldırıp bakmıyor, uçakların kanatları kalabalığa değecek kadar yakınken dahi hiçbir kadın yerini terk etmiyordu. Sanki bu sabah meydana gelirken çarşaflarını değil de kefenlerini giyip gelmişlerdi. Kerem emindi ki o an uçaklardan üzerlerine yağmur gibi kurşunlar yağdırılsa çocuklar da dâhil olmak üzere hiçbir fert kaçmayacak, dahası hmeyecekti de.

Halide Edip susuyor, kalabalık teskin olduktan sonra yeniden devam ediyordu.

-Kardeşlerim; Osmanlı toprağında böyle muazzam, böyle tarihi bir gün belki bir daha hiç olmayacak. Unutmayın; hükümetler düşmanımız, milletler dostumuz, kalbimizdeki haklı isyan ise kuvvetimizdir. Bütün milletlerin haklarını kazanacakları gün çok da uzak değildir. O gün geldiğinde bayraklarınızı alınız ve bu maksat için canlarını veren kardeşlerinizin mezarlarını ziyaret ediniz. Şimdi benimle beraber yemin edin!

Yüreğimizdeki mukaddes heyecan, hakkımızı alana kadar devam edecektir…

**

Çöktüğü yerden doğruldu Kerem. Yorgunluğu bir parça azalır gibi olmuştu. Çantasını sırtlayarak yeniden devam etti yoluna. Güneş yükselmiş, kalınca üniformasının içinde iyiden iyiye terlemişti. Sokakların birinde, farklı milletlerden çocuklar kavga ediyordu. Kerem yumruklarını sıkarak yoluna devam etti. İşgal yetmezmiş gibi milletler de birbirlerine düşmüş, kavga bir sel gibi ülkenin bütün katmanlarını içine almıştı, masum çocukları bile.

Yolda bedeninden çok ruhunu bitkin hissediyordu. Canlanmak için kendi kendine konuşuyor, Halide Edip gibi nutuklar atıyor bazen de özendiği paşaları düşünüyordu. Kerem'in özendiği ve kendine örnek aldığı paşalardan biri Medine müdafiiFahreddin Paşa'ydı. 'Çöl Kaplanı' ünvanlı bu Paşa, İngilizlerin bütün gayretlerine rağmen Medine'yi savunmaya devam etmiş, İngilizler yağmalamasın diye 100 parçalık kutsal emanetleri İstanbul'a nakletmiş, Mondros imzalandıktan sonra bile müdafaa ettiği şehriterk etmemişti. Ambarlardaki erzak, zerzevat tamamen tükenince, askerlerine çekirge yemelerini emretmiş, açlıktan kırılan ordusunu 'Askerlerim bu bayrağa iyi bakın! Bu herhangi bir bayrak değildir! Burası son direnme noktasıdır! Eğer biz direnirsek muhakkak ki düşman dağılacaktır!' gibi sözlerle motive etmiş, bütün zorluklara rağmen ayakta tutmuştu. Daha yaşarken adını altın harflerle tarihe kazıyan bu paşayı düşüne düşüne yürüdü Kerem. Nihayet gelmişti. Çantayı yere koyup uyuşan eliyle çekine çekine kapıyı çaldı. Kapı açılırken bir çocuk gibi savundu kendisini.

"Gidemedim Olivia. İnsan bedeniyle değil ruhuyla savaşırmış. Ruhum buradayken savaşamaz, savaşanlara yük olurdum sadece…" Öyle mahcuptu ki, sanki Olivia'nın karşısında değil de bağlı olduğu komutanının önündeydi ve büyük bir mağlubiyetin tek sorumlusuymuş gibi hesap vermeye çalışıyordu. Olivia şaşkındı. Geçenlerde gelip Anadolu'ya gideceğini ve belki de bir daha hiç dönemeyeceğini söyleyen aşığı, karşısındaydı. Kerem'in çocuksu halleri, saf bakışları gülümsetmişti Olivia'yı.

"Kahvaltı yaptın mı Kerem?"

"Yapmadım." Olivia kapıyı kapamadan içeri girdi ve birkaç dakika sonra bir tepsi ile çıka geldi. Tepside iki küçük dilim ekmek, porselen bir tabakta soslanmış birkaç zeytin, iki parça da peynir vardı. Birlikte kamelyaya geçip hiç konuşmadan kahvaltı ettiler. Olivia tepsiyi alıp içeri gitti ve çok geçmeden iki kahve ile geri geldi. Kerem'in fincanını uzatırken sordu.

"Sahi nasıl izin alabildin? Sonuçta devletin zabitisin."

"Tren gecikti Olivia. Arkadaşlarımdan bir bahane ile ayrıldım ve hastaneye giderek rapor aldım."Olivia kalktı ve fincanları tepsiye koydu. Kerem kalkması gerektiğini anlamıştı. Müsaade isteyip avlu kapısına doğru yürürken Olivia da ona eşlik etti. Kerem gitmeden önce Bekir ve Helenka'yı sordu. Olivia ellerini göğsünde birleştirerek cevap verdi.

"Param bitti Kerem. Bu yüzden Bekir'e yol vermek zorunda kaldım. Helenka da birkaç günlüğüne Adalar'daki teyzesine gitti. Yakında gelir."

"Yalnız mı kalıyorsunuz?"

"Evet."

"Tek başına bu koca konakta korkmuyor musun?" gülümsedi Olivia.

"Niye korkayım ki? Hem küçük bir çocuk değilim ki ben. Yoksa sen yalnız kalmaktan korkar mısın?" Kerem hiç tartmadan ve Olivia'nın ne tepki vereceğini hiç düşünmeden

"Ben bir tek sensiz kalmaktan korkuyorum!" dedi. Olivia hiç oralı olmadı. Sadece üşüyormuş gibi titredi.

"Bu yaz ne çabuk geçti, öyle değil mi Kerem?" Olivia'nın kayıtsızlığına canı sıkılmıştı Kerem'in. Bu yüzden karşılık vermek istemedi. Olivia alaylı bir yüz ifadesiyle devam etti.

"Gerçi herkes aynı mevsimi yaşamaz ki. Benim yazım ayrı, senin yazın ayrı. Haksız mıyım?" Kerem yine cevap vermedi.

"Evine git ve dinlen Kerem. Malum raporlusun ya!" Olivia kapıyı hızla kapatırken Kerem,  sevdiği kızın sadece avlu kapısını değil gönlünün kapılarını da kapadığı hissine kapılmış, tir tir titremişti…

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları