Dr. Muhammet Veysel Zortul

Mustafa Kemal'in Aşkı

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Bütün hazırlıklar tamamdı. Yarın sabah Samsun'a hareket edecekti. Birkaç arkadaşı ile Şişli'deki evine kadar konuşarak, fikir alışverişinde bulunarak gelmişti. Kapıya vardıklarında, son gecesini ailesiyle geçirmek istediğini söyleyerek arkadaşlarını uğurladı ve içeri girdi. Karanlık holde bir askı gibi hareketsiz bekleyen Makbule Hanım, kendisini karşıladı.

Ellerini yıkayan Mustafa Kemal, annesinin elin öptükten sonra sofraya oturdu. Kuru fasulyenin buharı tavana doğru yükseliyor, hararetini ağır ağır kaybeden pirinç taneleri birer birer ayrılıyordu. Kuru fasulye ve pilavı öğrencilik yıllarından beri seviyordu. Bir kaşık almak istedi fakat çok sıcaktı. Kaşığı bırakıp soğumasını beklerken arkasındaki yastıklara iyice yaslandı ve kuru fasulyenin neredeyse her hafta çıktığı Manastır Askeri İdadisi'ndeki ilk gençlik yıllarına gitti.

Kanının deli deli aktığı zamanlardı. Kaldığı idadi yurdunda karnını doyurduktan sonra Manastır'ın en geniş sokağı olan Şirok'a çıkar ve arkadaşlarıyla bir baştan bir başa gezip dururdu. Sokağa bakan en büyük ev, büyük bir konaktı ve Manastır'ın en zengin ailesi bu konakta oturuyordu. Ev sahibinin güzel kızı Eleni de sıklıkla bu konağın balkonuna çıkar ve gelip geçenlere bakardı.

O an için bütün derslerini geçip, bütün okullarını başarıyla bitirdiği halde bir tek lisede kaldığını hayretle fark etti Mustafa Kemal. Lisede, lisenin yakınındaki Şirok Sokağında, sokağa bakan büyük konağın önünde bir kaldırım taşı gibi, kırık bir iskemle gibi, kiralık bir dükkân gibi, terkedilmiş bir harabe gibi kalmıştı. Bir sigara yaktı ve annesi rahatsız olmasın diye kalkıp pencerenin yanına gitti.

Hatırladığı kadarıyla idadinin üstüne başına özenen, itina ile giyinen öğrencilerinden biri de kendisiydi. Bu itina, Eleni'ye olan aşkıyla birlikte daha da artmıştı. O, edebiyata meraklı,o her daim etüt salonlarında kitap okuyan, eline geçen gazeteleri didik didik eden, gündüzlerini hatta gecelerini derslerine veren ateşin delikanlı, Eleni ile birlikte edebiyat kitaplarını açmaz, tarih kitaplarını karıştırmaz, etüt salonuna uğramaz olmuştu. Dersleri için harcadığı saatlerin neredeyse tümünü lavaboda, ayna başında geçiriyordu. Hele Eleni onu fark edip ilgisine karşılık verince aynalarla daha bir dost daha bir can ciğer olmuştu. Muavinlerin kızmayacağını bilse lavaboya asılan aynayı yatağının başına asacak, onunla yatacak, onunla kalkacaktı.

Sigarasını başparmağıyla söndürüp ezerken derin bir of çekerek pencereyi kapadı. Somyasından hafifçe doğrulan Zübeyde Hanım, acı bir tebessümle gülümsedi. Mustafa Kemal de gülümsedi ve "Sahi niye istemedin onu?"diye sordu. Zübeyde Hanım iç geçirerek cevapladı.

"Ne bileyim oğlum!.. Kültürümüz, inancımız, her bişeyimiz farklıydı. Saadete eremeyeceğini düşündüm. Hem sadece ben değil Eleni'nin babası da istemedi, biliyorsun."

Gece yatağına çekilirken hiç uykusu yoktu. Nasıl olacaktı ki?.. Yarın büyük bir yolculuğa çıkıyordu.Omuzlarında büyük bir ağırlık vardı. Fakat bu ağırlığa rağmen kararlı oluşunun ve vatana hizmet düşüncesinin hâsıl ettiği bir hafiflik de hissediyordu. Ona ne denirse densin, kendisinden nasıl bir vazife beklenirse beklensin, tek bir düşüncesi vardı; Anadolu'ya geçecek, yer yer tutuşturulan bağımsızlık ateşlerini birleştirecekti. Ancak böyle bir yangının dumanı tüm yurda yayılabilecek, ancak böyle büyük bir duman düşmanı boğacaktı.

Yatağında sağa sola dönerken bütün bir akşam düşünüp durduğuEleni'yi çok özlediğini, tüm hücreleriyle hti. Doğruldu, bir sigara yaktıktan sonra yanı başındaki çekmeceye uzanıp Eleni'nin kendisine gönderdiği son mektubu açtı. Sehpanın üzerindeki yarım mumu yakmaya gerek görmemişti. Her kelimesine kadar ezbere bildiği mektubu, henüz doğmuş bir bebeği tutar gibi dikkatle tuttu, usulca mavi gözlerine yanaştırdı, ilkbahar çiçeklerini koklar gibi derin derin kokladı, satırlar arasına damlamış gözyaşlarını hasretle öptü ve sonra minik bir serçeye dokunuyormuş gibi parmaklarıyla dokundu, okşaya okşaya okudu.

…Çok uzun yıllar oldu. Ben senden hala bir haber bekliyorum. Eğer bu mektup eline geçerse beni hatırla ve kâğıdın üzerindeki gözyaşlarımı gör.

Yıllar geçiyor ve ben senin hakkında çok şey duyuyorum. Hayat devam ediyor. Eğer senin hayatında başka bir kadın varsa bu mektubu yırt, at.

Ve o kadına, 'Manastır'dan EleniKarinte diye bir kadının, seninle bir gün geçirmek için hayatını verebileceğine inanır mı?' diye sor.

Eğer sen o kadını, benim seni sevdiğim kadar seviyorsan, ona hiçbir şeyden bahsetme ve mutlu olmasını sağla.

Fakat sen hala balkondaki kızı hatırlıyor ve başka birini de sevmemişsen bil ki seni hala bekliyorum ve ömrüm boyunca da bekleyeceğim.

Beni unutmadığını ve geri döneceğini umut ediyorum.

Babam öldü. Onun beni, bir ay boyunca eve hapsetmek suretiyle senden ayırmasının üzerinden yıllar geçti. Babamın beni evlendirmek istediği adam, kendisini sevip sevmediğimi sordu, 'Hayır, ben ilk aşkımı seviyorum.' dedim.

Bu yüzden babam beni hiç bağışlamadı. Ben de onu bağışlamadım.

Şimdi eskiden olduğu gibi genç ve güzel değilim. Ama yine de seni sonsuza kadar seveceğim.

(Eleni Karinte)

 Mektubu usulca öptü, itinayla katladı, yastığının altına koyup gözlerini kapadı. 

Sabahleyin kendisini almaya gelen araba kapıya yaklaşınca Zübeyde Hanım metin olmaya çalışarak elini uzattı. Mustafa'sı elini öperken, metaneti sarsılır gibi olmuştu. Her iki eliyle oğlunun yüzünü yakaladı ve tüm gücüyle sinesine bastırdı. Eğer o an için seçme şansı olsa ölümü tercih edecek yine de evladını bırakmayacaktı. Makbule Hanım kapının pervazına yapışmış ağlıyor, ana oğul somyanın üzerinde ağlıyordu. Bir daha hiç buluşmayacak, hiç aynı sofrada oturmayacak, aynı çanağa kepçe sallamayacak, çocukluklarını anlatmayacak, geçmişlerini yâd etmeyecek, birlikte gülmeyecek, beraber ağlamayacak gibi ağlıyorlardı.

Mustafa Kemal annesini güçlükle teskin edebildikten sonra somyadan kalktı ve hızlı adımlarla sokağa çıktı. Makbule Hanım da bir şimşek gibi pencereye koştu. Abisi, birkaç arkadaşı ile beraber arabayla uzaklaşıyordu.

Mustafa Kemal'in evden ayrılışının üzerinden tam üç gün geçmişti. Makbule Hanım hala onun nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordu. Günün her saati camdan bakıyor, bir mektup bekler gibi yollarını gözlüyordu. Sanki gittiği yerden çabucak dönecek, hatta hiç gitmemiş gibi birazdan kapı açılacak, dağ gibi abisi elinde öteberilerle içeri girecekti. Üçüncü günün sonunda kendisi değil ama bir telgrafı gelmişti. "Samsun'a çıktım, sıhhatteyim, sakın darlık çekmeyin. Bankadaki paranız biterse evdeki halıları satarsınız…"

Bu kez sevinçten ağlıyordu Makbule Hanım. Hiç değilse ağabeyinin nerede olduğunu biliyordu artık. O günden sonra tıpkı Eleni Karinte gibi'belki de bu akşam döner' diye hep bekledi Makbule Hanım; bu ayrılığın tam sekiz yıl süreceğini bilmeden…

Yazarın Diğer Yazıları