Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri

30 YILLIK MUCİZE!

PROF.DR. ZEKİ TAŞTAN

Hz. Muhammet’e köylünün biri üzüm getirir. Peygamberimiz üzümleri tek tek yedikten sonra köylüye tebessümle karşılık verir. Hz. Muhammet’in mutlu olduğunu gören fakir adam, muhtemeldir ki hayatının en önemli günlerinden birini yaşayarak köyüne geri döner. Belki de karşılaştığı herkese bu durumu ballandıra ballandıra anlatacak ve kendisiyle iftihar edecektir. Rivayet odur k; duruma pek alışkın olmayan Hz. Ömer, “Ya Muhammet! Sen böyle bir durumda gelen hediyeyi genellikle bizimle paylaşırdın. Ne oldu da cemaate üzümden sunmadın? diyerek şaşkınlığını ifade eder. Hz. Muhammet de üzümün çok ekşi olduğunu ve eğer cemaate dağıtsaydı muhtemelen yüzlerini ekşiteceğini, bunun da köylüyü üzeceğini ifade ederek, davranışındaki asaleti bir kez daha ortaya koyar.

 Bu tavır, esasında medeniyetin ifadesidir. Bundan daha güzel medeniyet dersi olamaz. Çünkü medeniyete; taş taş üstüne konan veya gökyüzüne uzanan gökdelenlerle değil bir insanın kalbini ve sevgisini kazanarak ulaşılır. İslamiyet’in büyümesinde ve yayılmasında şüphesiz ki bu inceliğin ve insana verilen değerin katkısı büyüktür.  Mehmet Akif Ersoy, İslam’ın bu terakki devrini, yani otuz yılda gerçekleştirdiği büyük mucizeyi bakın ne kadar veciz bir şekilde ifade ediyor:

 Alalım neş'et-i İslam'a yakın bir devri:

O ne dehşetli terakki, o ne müthiş sür'at!

Öyle bir harika gösterdi mi insaniyet?

Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan;

Vahşetin, gılzetin a'makına daldıkça dalan;

Gömerek dipdiri evladını kum çöllerine,

Bunda bir neşve duyan hiss-i nedamet yerine!

Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını,

Sonra halik tanıyan bir sürü vahşi yığını;

Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik

Bir terakki ile dünyaya kesilmiş malik?

 Mehmet Akif, putlara tapan, kız çocuklarını diri diri gömen “bir sürü vahşi yığını”nın olduğu bir zamanı aydınlatan bir dini; Hz. Muhammet’le nurlanan insanlığı ve hızlı bir şekilde büyüyen terakkiyi çok güzel bir şekilde özetler. Otuz yıllık bir sürecin toplumsal dönüşüm ve değişim için çok kısa bir süre olduğunu göz önünde bulundurursanız, İslamiyet’in ilk zamanlarında fethedilen yerlerin topraktan önce insanlık ve toplumun kalbi olduğunu çok daha iyi anlamak mümkün olacaktır. Çünkü toprak fethiyle medeniyeti otuz senede inşa etmek imkânsızdır. Bu mucizenin Peygamberin şahsında, insanlığa verilen değerle, merhametle mümkün olacağını idrak etmek gerekir. Nitekim aynı dinin mensubu olan ve İslamiyet’in yarattığı mucizeyi çok iyi idrak eden Yunus Emre de medeniyetin insan sevgisinde yattığını veciz bir şekilde ifade eder:

 Cihan âlem herkes bilsin ki şunu;

En büyük ibadet sevebilmektir.

 Yunus’un dili insanlık ve merhamet adına derin ve kapsayıcıdır. “Kim olursan ol yine de gel” diyen Mevlana misalidir. Ayrıştırıcı değil kuşatıcıdır. İslam’ın mucizelerinden biri olan Kur’an, onların yol göstericisi ve ilham kaynağıdır. Çünkü Kur’an’da medeniyetin işareti olan binlerce değer vardır ve eğer İslamiyet 30 yılda büyük bir terakki gerçekleştirmişse bunda kutsal kitabımızın büyük yeri bulunmaktadır. Çünkü onda; “insanlık, kardeşlik, sevgi, merhamet, doğruluk, adalet, hak, hukuk, liyakat, yardımlaşma, iyilik, nezaket, tevazu, eşitlik” gibi insanlığı yücelten ve değer veren birçok kavramla karşılaşmanız ve özüne indiğinizde mutmain olmanız mümkündür.

 30 yıllık terakkinin altında yatan mucize budur!

Şimdi mi?

 

OKUYANIN DÜNYASI

KIYMET EDA DİN

İnsan için en etkili öğrenme yolu okumaktır. Okumakla yeni bir dünyanın kapısını aralar insan. Yeni dünyasında yeni kişileri olur ve yeni bir yaşam kurar kendince. O dünyanın hükümdarı da o okurdur.

Okuyarak yetişmiş bir birey ve dolayısıyla bireyin içinde yaşadığı toplum, başarılı ve güçlü olacaktır. Her türlü zorluğun üstesinden gelerek geleceğe sağlam adımlarla yönelebilecektir. Çünkü okuyan her birey on bir kişinin gücündedir. Biri kendi gücü, onu okuduğu kitabın gücü.

Biliyoruz ki, okumanın ne yaşı ne de zamanı vardır. Birileri istedi diye olmamalı okumak arzusu ya da zorla kitap okumamalıdır okuru. Okumanın bir gerekçesi olacaksa o da ancak ve sadece okumak olacaktır asıl gaye. Şu su götürmez gerçekliktir ki okuyan insanlar dünyayı ve olayları farklı bakış açılarıyla değerlendirebilirler. Çünkü kelime hazineleri geniştir onların.

Aynı zamanda yazmak eylemi de onlar için kendilerini ifade etmek konusunda önemli bir unsurdur. Kağıdı, kalemi olan herkes bir şeyler yazabilir. İçlerinden  geçeni yaratıcı güçle yazıya aktarabilirler. İnsan yazarken hem hayal gücünü geliştirir. Hem de kendi gücünü keşfeder. 

Unutulmamalıdır ki yazmak ve okumak, birbirine paraleldir. Yazdığımız yazıları kimse okumasa yazı diye sanat olmazdı. Bocon’un da dediği gibi “ Okumak bir insanı doldurur, konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır.

Siz de bu güzellikleri okumak istiyorsanız haydi okuyunuz.

 

İTİBARSIZLAŞTIRILAN ERDEMLER

ESMA GÜLAÇAR

 Duyarlı olmanın acizlikle, iyi niyetliliğin ahmaklıkla, cömertliğin savurganlıkla, dürüstlüğün patavatsızlıkla, hoşgörünün saflıkla sıkça karıştırıldığına tanık oluyorsunuzdur. Peki, bu kavramlar neden karıştırılır?  Bu ve bunun gibi pek çok kavramın daha olumsuz kavramlarla özdeşleştirilerek zayıflatıldığını, değersizleştirildiğini görebiliyoruz. Ortaya koymaya çalıştığımız erdemler bir şekilde basitleştirilip itibarsızlaştırılıyorsa orda durup düşünmek gerek.

Dikkat edin özellikle aile-akraba ilişkilerinde kurnazı, yalancısı ve sinsisi akıllı, eli sıkı ve cimrisi akıllı, bencili akıllı diye nitelendirilirken doğruları ortaya çıkaran, yalan söyleyemeyen, içten pazarlıklı olmayıp hüsn-ü zan ile hareket eden saf ve ahmak olabiliyor. Unutmayalım  ki doğruları yaşayıp yaşatmak için gösterdiğimiz çaba, doğruları ezip geçerek yaşamaya alışmış kişileri rahatsız edecektir. Belki de bu yüzden  bu yaftalara çokça maruz kalacağız. Gerçekten güçlü bir duruş sergilediğimizde uzun vadede bu kavramların bize yakıştırılması mümkün olmayacaktır. Bu bizim elimizde.  Dürüstlüğü patavatsızlıkla, cömertliği savurganlıkla, yardımseverliği ahmaklıkla karıştırmayıp davranışlarımızda  keskin sınırlarla bunu  belirlememiz gerekiyor. Nasıl mı?

Öncelikle dürüstlükten başlayalım. Dürüstlük hayatımızda yalana yer vermemektir. Evet^, ama bu her doğrunun her zaman her yerde söylenmesi, çok ve  boş konuşmak gerektiğini göstermez. Dürüst insanlar yalancıların aksine doğruları gizlemekte çok zorlanırlar. Çünkü bu durumda kolay, basit  ve yanlış olanı yani yalanı seçmezler. Bu durumda yani gerçeğin zarar vereceği durumda  yalan olmayan alternatifleri doğruların yerine kullanabiliriz durumu düzeltmek için. Doğruluktan şaşmadığımızda sorunlarımızın  beklediğimizden çok daha kolay çözüldüğünü göreceğiz.

 Gelelim suistimale, en çok açık olan  bir erdem olan  iyi niyetliliğe bunun paralelinde hüsn-ü zan' a. Etrafımız iyi niyetinden kaybettiklerini düşünenlerin yazıp çizdikleri özlü sözlerle  dolmuş taşmış durumda. İyi niyetin  suistimal edilmesi karşısında oluşan yıpranmanın iki önemli  nedeni ise; yapılan yardımların karşılığını sadece Allah'tan beklemek gerektiği gerçeğini içselleştirememe, ve insanların gerçek yüzüne vakıf olamamadır. İnsanlara  yaptığımız yardımların   her aşamasında kendimize ne çok şey kattığımızı, ahiret azığımızı doldurduğumuzu düşündüğümüzde hem kendimizi muhteşem hisseder hem de yardım ettiğimiz kişilerin tepkilerine daha az odaklanmaya başlar ve bunu önemli bir  vazife olan kulluk vazifesi şuurunda yapmış oluruz. Tabii iyi niyetimizden istifade ederek bizi sömürmeye çalışanları görebilmek için insanları daha kolay tanıyabilme, gerçekçi değerlendirebilme, gözlemleme, çok yönlü düşünebilme özelliklerimizi geliştirmemiz gerekir.

Dört bir yandan saldırıya uğrayan bir diğer erdemimiz cömertliktir. Dinimizde ne çok  övgü ile bahsedilen bir erdem bu oysaki. Bir hadis- i şerifte : "Cömertlik, dalları dünyâya uzanan cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Kim onun dallarından birine tutunursa, bu onu cennete götürür. Cimrilik ise, dalları dünyâya uzanmış cehennem ağaçlarından bir ağaçtır. Kim de, onun dallarından birine tutunursa, bu da onu cehenneme çekip sürükler!..”

Ancak çağımızda ihtiyaç sahiplerine doğrudan ulaşarak yardım etme yolu daralmış durumda. Buna bağlı olarak bir aracı vasıtasıyla yardım göndermek güvenilir kabul edilmemeye başlanıyor. İstemeye ictinab eden fakirleri bulmak zorlaşırken, Dilenciler zengin, çocuklar istismar ürünü denerek sadaka kültürü de bir darbe alıyor. Bu durumda en doğrusu gerçekten ihtiyaç sahiplerini arayıp bulmak ve ihtiyaçlarını imkanlarımız elverdiği ölçüde ve devamlı bir şekilde giderebilmektir. Tabi en güzel yardımın sürekli vermekten ziyade ihtiyaç sahibinin düzenli kazanç elde edebilmesini sağlamak olduğunu da unutmamak gerekir.

 Hoşgörü de yine  maalesef sıkça suistimal edilen veya yanlış nitelendirilip yaftalanan  yitik erdemlerimizden bir tanesi. Neye ne kadar tolerans gösterdiğimize çok dikkat etmeliyiz. Hayatımızda kırmızı çizgilerimizi aşabilecek, taviz verilmesiyle zararlar doğuracak durumları hoşgörmemeyi öğrenmeliyiz. Eğer sürekli kusurları örtme adına hataları ve sorunları görmezden gelip polyannacı bir tutum takınırsak sorunları çözümsüz bırakır ve görmek istemediğimiz acı gerçeklerle er geç yüzleşiriz. Bu, hayata olumlu yönünden bakmayı yanlış yorumlamanın bir neticesidir. Yaşamın olumlu yönlerine odaklanmak bize daha iyi gelir. Ama bu hayatı gerçekçi değerlendirip sorunları çözmekten alıkoyacak boyutta olmamalıdır.

Ayrıca bu tutum bizim hoşgörümüzden dolayı üzerini örttüğümüz sorunlara bakarak gerçekte sorunu göremediğimizi düşünenlerin suistimaline de açık hale gelir.

İnsanların bizi ahmak zannedip kendilerince bize karşı entrikalar çevirmeleri biliyorum fazlasıyla sinir bozan bir durum. Ama asıl yanılanların,  komik ve acınacak  duruma düşenlerin onlar olduğunu görmemiz bile bazen öfkemizi dindirebilir. Aksi halde insanların çirkin davranışlarını anlamlandırma çabası çok daha yıpratıcı olur. Ezel ve ebedi yok sayıp anlık düşünen insanlar öfkelerine çok çabuk yenik düşerler. Çok büyük bir hesaplaşmanın, muazzam bir ceza ve ödülün varlığını içselleştirmiş olanlar insanların insan oldukları için yaptıkları hatalar için kendilerini heba etmezler. Aksine onlar için üzülürler.

Görüldüğü gibi pek çok erdem bunun gibi pek çok engele takılarak değersizleştirilmektedir. Toplumsal işleyişin sağlıklı yürüyebilmesi için dengeli bir biçimde kullanılması gereken bu erdemler itibarsızlaştırıldığı an ise toplumsal çöküş, toplumsal şiddet kaçınılmaz olacaktır. 

 

KAVUŞMAK

SİBEL KARAGÖZ

Adım, hüzün

sonbaharın gözlerinde

yaprak dökümüyüm

 

Adım, hasret

baharını bekler kuru kollarımda

açamayan tomurcuk,

belki dalına, küskün bir gül

belki de köküne dargın elma

 

Adım, kavuşmak

kör, biraz da uyutulmuş bir kuyu

karanlık, koyu alacalı bir gece

pür’i pak sabahına erer

 

düşlerim akar gülüşünün kıyısından

bir elma, daha kızarır karışırım buluta

pervazında bir tomurcuk açar

 

belki de dört kol, birbirine karışınca

tüm yaraların merhemi,  “ kavuşmak “

elma ağaçlarımdan, kızara kızara

olgunlaşa, olgunlaşa düşer...

KARANLIKTAKİ IŞIK

SEHER AÇIKGÖZ

Küçük bir kızı çocuğum ben

bu yaşta hayata nasıl tutunmayı

öğrendin diye sorun, nasıl

karanlık bir hayatım içinde bir ışık olsun diye

 

Küçük yaşta elime kalemi alarak

yazılar ve şiirler yazmayı başladım

boş vakitlerim değerlendirmeyi

o kadar çok önem vererek

kendi hayatıma yenilikler yaptım

 

Arkama baktığım da hiç kimse

ışık tutulmadığı sadece ben kendim

bu zaman yapabileceğim inanandım

bu yaşta başlamak bile

çok iyi sonuçlar çıkacağıma inanıyorum

 

Bir gün masaya oturak neler yapabilirim

diye düşündüm onları teker, teker uyguladım

bir sahil kenarında bisiklet,

sürmeyi severim ve yazı yazmayı çok severim

hayat yapılamayacak tek bir şey vardı

ölümü durdurabilmektir

hayatın son bir parçasıdır o da

 

İllaki çok mutlu günlerimde oluyor

unutmayı çalışıyorum

kendim şiir veya yazı yazarken

ve yarışmada kazanırken alkış beklemem

niye diye sorun, niye?

 

Alkış beklersen insanı köreltir

mutluğumu çok fazla dışarıya yansıtmam

ardaki bir cahil çok anlamaz

anlayan beni düzgün insan anlar halimden

ve o karanlık sokaklarda ışık

önümdeki yepyeni hayat başlama izin verdi.

YARALI SAYFA

HÜSEYİN ABİ

Çizdim süratsiz beyaza, yüzün kara kalemini

kurşun misali sapladı pak yaprağıma gözlerin

kapatma perdeyi, kirpiklerin ıslak

mürekkep dolu yağmurlarım

eğilsin gece, diz çöksün mercan bakışlı tomurcuklarına

 

Rüzgar ol, her vakti seherimde

üşüt  secdemi, titresin dudaklarım

şükür eylesin lal dilim, saç telin tesbihat

sev / sevme / sevmek

 

Damla damla aksın gecem

gündüz ıslak canı tenim

hele görse, görsen, görsem, ela'yı çalan

kara’ya meftun gölgeli gözlerini, gözleri mi?

 

Ezel olsan, ebedî  gönül ırmağı

kuru yüreğe ince bir dal açsan, tomurcuk olsan

beyaza yakışan sarıya karışsan papatya olsan

sevmeli, sevilmeli, sevmeye meyletmeli

 

Üç harflik bir ömür aşk desen, âşık desen

şiire satır, sazıma türkü, kavalıma soluk

coğrafyanda çoban olsam, kırlar sen koksun

buğday yüzün, ekmek sıcağın

ince belli bardağıma koyu dem olsan

yudum yudum içsin gönlüm, sevdanın ıstırabını

 

Okursun kitabı hayatım, per per yaralı sayfalarım

kifayetsiz kelamı gönlüm toprak olunca sevda tenim.

 

BİR GARİP YOL

GAZEL YİĞİT

İçimde, uzunca yürünmüş bir yolun ağıtları var.

hangi ayak izine dokunsam, ahengini kaybetmiş bir türkü.

hangi toprağı eşelesem kuytuda unutulmuş bir ışık kümesi

 

Çiğnenmiş hüzünler ne çok şiir doğurmuş bu yolda

ne çok harfin ahı alınmış

suları toplarken yolların hilekar delikleri

bulutlar, alın terini çamura bıraktı diye üzgün

sular, çamura bulandı diye hırçın

yollar buna şahit oluyor diye bıkkın

 

Sırtına bir ökse telaş yüklemiş çalılar

bir çelme taksam dökülecek alnından hırıltılar

çalılar, dibinde zamanın kokusunu saklar

 

Kime karşı kuşanmış bu çiçekten zırhlar,

kokusuyla kaç kişiyi yaralar

kimin için açılmış bu köhne duraklar

kemiğinin gıcırtısından korkan kaç yolcu ağırlar?

kim duyacak bu zindan kapısından bozma şiirleri

kime hitap edecek artık, dişsiz kalmış satırlar?

 

Bir yanda kendi aynalarına ihanet edenler

kendi sesinin toprağından çile derenler

ayağında, bitmiş hikayelerin noktası ile

atlayacakları uçuruma gidenler...

 

satırlar...bu yolda nasılda tehditkarlar

susamak yasak, susmak serbest,

kursağa iki taş bağlasak belki bu öfke dinecek

öfkeler de henüz yavruydular

koşmaya başlamadılar

usulca sokulup yolların bağrına

şaşkın sabahları teselli ederdiler

 

ve bu yolda dökülüp durmuş yalanlar

her yerde yalanların katran rengi

her yerde yalanlara inanmış ölü ruhlar

şakaklarında onları vuran şiirler ile

yolda sere serpe yatarlar

 

Dün vardılar, bugün ölmüş sayıldılar

bugün ölenler bir ahın içinde, yine buradalar

susanlar, susayanlar... bu yoksuzluk yoluna gömüldüler

bir daha duyulmamak üzere...

 

SELİKÂ

ŞÜKRULLAH YAVUZER

Sen susunca, bir üveyik kanatlanırdı

alaca karanlıkta

zambaklar açardı tenhada,

ateş böcekleri aydınlatırdı geceyi,

karanfil kokulu meltem eserdi gün batımından

göz kırpardı çoban yıldızı

güller menekşeler dökülürdü bakışlarından,

erken çiçek açardı kiraz ağacı,

bir cennet bahçesine dönüşürdü yüreğin...

sen susunca, bir kelebeğin kanatları kadar,

hassas yüreğinden utanırdım

 

Sen susunca, ellerin konuşurdu selika

gözlerin konuşurdu en edebî dilden

şiirlerin şahı olurdu, rüzgarda uçuşan saçların,

kuruyan dudaklarını ıslatan dilin,

konuşmadan bülbül kesilirdi

pabucu dama atılırdı, en edebî eserin...

sen susunca, kuşlar haya ederdi ötmekten,

sessizliğe bürünürdü kainat,

taa maveradan duyulurdu suskunluğun...

 

Sen susunca zaman dururdu,

çivi gibi yerinde mıhlanıp kalırdı yelkovanla akrep

kıpırdamazdı dalında yaprak,

kuşlar susardı, gök susardı

sağır dilsiz olurdu taş toprak

kimse duyulmazdı, kalp atışlarını kimsenin...

sen susunca dinlerdim seni suskun,

bir mucize izlercesine dinledikçe seni bir daha

bir daha sevesim gelirdi yeni baştan...

 

Seni sevmek sekiz milyar nüfusa sahip dünyayı,

bir kişiden ibaret sanmaktı,

seni sevmek gök yüzünde kanatsız uçmaktı

seni sevmek ölmeden cenneti yaşamaktı...

 

Sen susunca gözlerin konuşurdu en edebî dilden

sen susunca, gözlerin konuşurdu, Selika

seni izlerdim bir mucize izlercesine...

GÜYA

DOĞAN SANCAK

Güya, güzel günleri

koca koca gemilere atılan halatlar ile çekiyorduk

cekiyordum...

 

ben, halat ile boğuşurken

yani güzel günler için müsait bir mesken

yani van'ın en ücra bir köyünü seçerken

sen sözde moderen şehir hayatını

esas almış bize ait tüm değerleri

şehirlerarası bir yolculukta yitirrip

çıplak bir biçimde bilmem hangi kepaze şehire

kendini sudan çıkmış balık misali

atıvermiştın

 

Üzülüyorum,

üzülüyorum çünkü

hem değerlerimizi yitirdiğine

hem bir çok çilingir sofrasına konu olduğuna üzülüyorum.

oysa senin köyümde çiçekli bir elbise ile

onlarca çiçeğin içinde karla karışık yağmurlu bir havada

toprağımiza rahmet ile değerler yüklerken,

 sen betonlaşmiş şehirlere kendini feda ettin

 

Şimdi, yut bakalım karbonmonoksit fabrika kokularını

git,

Süphan şahittir

seni ararsam erek dağı göğsüme otursun…

 

Bakmadan Geçme