Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri

GİZLİ KALDI

NAZMİ SARAÇOĞLU

Gizli tut, dediler kimseye deme

Yıllarca sakladım yar gizli kaldı

Yazarken ismini açık eyleme

Dizelerde yandım har gizli kaldı

 

Kimi nisa sandı kimi bir melek

Sır gibi sakladım hep gizleyerek

İsmini, kül eden ateş bilerek

Yürekte sakladım nar gizli kaldı

 

Gönülden satıra dizdiğim o’ydu

Yazarken resmini çizdiğim o’ydu

Hecelerde gizli yazdığımo’ydu

Size bahar yazdım, kar gizli kaldı

 

Beşeri bir sevda sandı kimisi

Okurken aşkına kandı Kimisi

Tanıyan derdiyle yandı kimisi

Size gizli yazdım yar gizli kaldı

Hep ah ile gezdim, zar gizli kaldı

BIÇAK GİBİ

SULTAN NURTEN ERGİN

Bir gecede kaybolup gitti umutlar

acısızlığın acısını yaşarken insan

şafağın başı uçup gitmeden kuşlar

yürekler çatladı sel olup taştı yaşlar

suyun susuzluğunu bilmeden insan

 

Gök mavisini kapladı tozla duman

ülkemin çaresizliğini almış zaman

nice ana babanın sesi olmuş aman

gözler çatladı sel olup taştı yaşlar

sessizliğin sesini bilmeden insan

 

Buz kesmiş ayaz geceden sesleri

sustalı  bıçak gibi kazarken elleri

düğüm düğüm olup haykırdı dilleri

yürekler çatladı sel olup taştı yaşlar

acısızlığın acısını yaşarken insan.

ANLAMIN YENİDEN İNŞASI

MUSTAFA AYYÜREK

Yaşam serüveninde bir “anlam”ın olduğu ve her şeyin bu anlam etrafında toplandığı dille getirilen bir hakikattir. Yine de ‘düşünce veya fikir dünyası’ için herkes kendi imar ettiği gerçekliğin hakikat olduğunu savunacaktır. Şimdi çelişkili gibi görünen bu ifadelerde herhangi bir problemin olmadığını da düşünebilirsiniz… Fakat şunu sormaktan uzak kalamayacağım: Nasıl olur da aynı hakikat etrafında toplandığını iddia edenlerin ölümüne savunduğu ya da uğruna kelleler aldığı duruş biçiminde çıkardığı sonuçlar bir diğerinden farklı olabiliyor? Aynı sözcükle biri savaşırken nasıl oluyor da bir başkası sakin kalmayı başarıyor?  Temel problem olan bu soru sayesinde inanç dünyası tarafından hayatı şekillenenlerin çıkmazları tam olarak nerede başlayıp nerede bitiyor fark edeceğiz.

İki kere ikinin dört ettiği matematiksel bir kabulden ileri geliyor. Matematik için referans alınan bu kabulle; geri kalanı inşa ediliyor. Dünyanın neresine gidersek gidelim matematik bu şekilde gelişimine devam edecek ve ön koşul olarak ispatı yapılan ‘iki kere ikinin dört’ ettiği gerçeği hiçbir yerde değişmeyecektir. Bu bilimsel ilkeden sonra insan, benzer şeyin sözcüklerde de olmasını pek tabii bekleyebiliyor. Tıpkı matematikteki değişmez yasalarda gizlenmiş kodlar gibi herkesçe aynı manaya gelen, düşüncede yansıması değişmeyen sözcükler de beklemeye başlıyor insan. En azından kelimelerin dünyasında da böyle bir şey söz konusu olsaydı daha mutlu olurduk. Fakat dil, kanun ya da teori değildir, eğilip – bükülmeye elverişli olduğundan bir sonuca varamayacak ve “benzer” ifadeler hepimizde ayrı ayrı anlamlara gelecektir. Örneğin; ‘kuş’sözcüğünü ifade ettiğimiz zaman kimimiz bir serçeyi kimimiz bir kartalı kimimiz de bambaşka bir hayvanı tasavvur edecek. Gerçi her ne kadar ‘Kuş’ ifadesiyle zihinde: Kanatları olan, iki ayaklı, gagasıyla beslenen ve yumurtlayarak çoğalan bir canlı şekillense de bir serçenin bir kartal olmadığı gerçeği bizi daima yanıltacaktır.

Peki, bizler basit bir şekilde ifade edilen ‘Kuş’ sözcüğünde bile ortak bir noktada buluşamayacaksak bahis mevzuyu nasıl kavrayacağız? Hangi noktalarda bir araya gelip hangilerinde farklı olmamız gerektiğini nasıl anlayacağız? İşte, tam bu noktada tıpkı matematikte olduğu gibi ortak bir kabul ve ‘belirleyici’ bir referans noktası bulmamız şart. Söz konusu referans noktası hem bizim gibi olmalı hem de içimizden en iyisi. Hem yiyip – içmeli, hem de asla israf etmemeli. Hem sesini en uzaktakine duyurmalı hem de bağırmamalı. Hayatı; sözcükleriyle, sözcükleri; hayatıyla çelişmemeli. Kırılgan olmamalı. Yeri geldiği zaman en yakınındakine bir köleye layık gördüğünü layık görmeli. Sağlam anlayışa ve çelik iradeye sahip olmalı. Söylemleri çağları aşmalı ve her çağda uygulanabilir bir yol açmalı, yöntem belirlemeli vs. vs. diye uzattıkça uzatabiliriz. Oysa dünyamızda bahsi geçen konu karşılık bulmaktan çok uzak. Herkes kendi inancını temsil edeni en iyisi gördükçe de asla mümkün olmayacak bir olgudur bu durum. Acaba kelimeleri sayfada bu şekilde bir araya getiren kişi söylemin neresinde kalıyor, demek, en tabii hakkınız. Amaç aynı noktada buluşma fikri olduğu için sayfaya kelimeleri dizenin değil, hakikat diye gösterilecek noktanın öyle olup olmadığıdır. Eğer işi yazma eylemini gerçekleştiren şahsa indirgersek sonuç değişmeyecek, aynı tepeden aşağıya doğru yuvarlanmaya devam edeceğiz.

… her şeyden bağımsız olarak şimdi karşımıza çıkan şey ise şu oluyor: Referans noktası olarak kabul ettiğimiz insanın söylemlerini nasıl ortak bir şekilde değerlendireceğiz? Madem sözcükler kırılgan ve kaygan bir zeminde herkes yine de kendi bildiği, içine doğan hakikate göre hareket etmeyecek mi? Bu olası bir durum. Büyük olasılıkla her zaman olduğu gibi insanlar yine kendi gerçekliklerine koşmaya devam edecekler. Sözün özü ise hakikati haykırmaya devam edecek: “Sizi biricik ve tek olan Allah’a davet eden, karşılığında sizden bir ücret talep etmeyen, dosdoğru olun ve ihanetten uzak durun,” diyenden daha doğru sözlü kim olabilir? Ve bunu ifade edenden daha başka kim referans noktası olarak kabul edilebilir? Hal böyle iken en kestirme yol; öğüt verenin yaşantısını öğrenmek ve o ne yaptıysa aynısını yapmak bize yetmez mi? Öğüt verenin bakış açısını kavradıktan sonra dilde olmasa bile yaşantıda tıpkı matematikteki ‘İki kere iki dört,’ eder nispetince ortak bir referans noktası bulmuş olmaz mıyız?

UMUT SEVDALILARI

HELAT DOĞAN

Ağardı bir gün daha

mektup var çocuklardan

meydanlar yarının umuduyla doluşmuş

yalnızlık uğultusu sarmış göz kapaklarını

şimdi bir kalabalık çıksa dese ki buradayım

onu zulüm ablukaya alacak gözü kapalı

kocakarıların sesi kenti tırmalıyor

nerden çıksa susturulur taze bedenler

ruhlara bir diyeceğim yok

zira hepsi birer ölü yığını

 

Ah bir de var ki o sahte gülüşler

altın ev sevdasından mı kanarlar buna

bilmezler mi onlara bir zerrecik kalmaz

kent alev yığınına dönüşmüşken

kimin boğazından geçerki ekmekle su

şimdi zalimin zulmüyle çengiler sıralanmış

bu böyle sürecekse nerden gelecek sefa

şehirler yalanlardan geçilmiyorken

nasıl diri tutulur umutlar, sevinçler...

 

Kalabalıklar meydan okusun zulme

sonra bir bakmışızki

dört yanımızı çiçekler kaplamış

saltanatlar çökmüş, biz gelmişizdir.

IŞIK SAÇMAK İÇİN YANMAK GEREK

ABDULHAKİM ÇİFTCİ

Her sessizlik, söylenmemiş sözlerden oluşur diyor adını dahi telaffuzda zorlandığımız  yabancı bir düşünür. Zaten kimin söylediğini bilip bilmemek önemli değil, önemli olan işaret ettiği anlam ve düşündürmek istediği mana. Sessizlik deyince insanın aklına ünlü ressam  Vincent Van Gogh’un ‘’Çığlık’’ adlı tablosu gelir en azından ellerini kulaklarına koymuş, avazı çıktığı kadar bağıran ama sessini kimseye duyuramayan kimseler için bu geçerli. Aslında fazla uzağa gitmeye gerek yok.

Hemen yanı başımızda doğmuş, hemşehrimiz, edebiyatın ustalarından ve şiirinde ‘’Yatarım yatarım yıl belli değil.’’ diyen Yaşar Kemal’de aynı şeyi söylüyor. Hatta ‘’Konuşan insan, öyle kolay kolay dertten ölmez. Bir insan konuşmadı da içine gömüldü müydü, sonu felakettir’’ diyor.Immanuel Kant bu konuda “ Söylediklerimizden çok, söyleyemediklerimizden pişman oluruz. Dile getirilmemiş düşünce,gidilmemiş yoldur.” Der Esasında üçü de aynı şeyi anlatmaya çalışıyor. Kimi tuvale döküyor kimi şiire kimisi ise yazıya. Bir şekilde döküyorlar içlerinde birikmiş sessizliği. Çünkü onlar içinde anlatılmadan kalan bir hikayeye katlanmak kadar acı bir şeyin olmadığını ve o anlatılmamış hikayenin bir yolunu bulup söze dökülmediğinde derinlerde bir yerde sızlayıp durduğunu iyi bilirler. Onlarbunu becerebiliyorlar peki ya başaramayanlar? İçindeki sessizliği dışa vuramayanlar ne yapıyor, nasıl dayanıyorlar peki?

Ben söyleyeyim ne yaptıklarını veya ne yapmadıklarını. Onlar melankolizmin dibini yaşıyorlar. Herkesin iştahla konuştuğu bu çağda susmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Tıpkı mum gibi ışık saça saça eriyorlar. Etrafına aydınlık vermek uğruna dibine ışık vermeden herkesin kandili oluyorlar ama tıpkı terzi misali kendi kör noktasını aydınlatamadan zamana yenik düşe düşe devam ediyorlar hayatlarına. Bazen bundan zevk alıyorlar bazen lanet okuyorlar. Çok geride kalmışlarına üzülüyorlar bazen, bazen de fazla ileriden mustarip hallerine şaşırıyorlar. Hz Mevlana’nın “Işık yaradan sızar.” sözüne can-ı gönülden inanıyorlar. Yavaş yavaş piştiklerini sanıyorlar bir bakıyorlar ki kızarmış, kavrulup gitmişler de çiğ hallerine geri dönmek istiyorlar. İçlerindeki sessizliği ve içe kapanmışları, samimiyetsiz ve seviyesiz insanlara karşı bünyelerine bir koruma refleksi olarak kullanıyor, insanı sustuğu yerlerden tanıyorlar. Sukut yani sessizlik onlar için bir keyfiyet haline dönüşüyor başka bir deyişle sessizlik,  onlar için cehaletin aksinebilginin bir işareti anlamına geliyor ve susan insanın bilgisizliği tezineasla katılmıyorlar.Onlar çok iyi bildikleri bir konuda susma yolunu tercih ediyorlar.Diğer söylenenleri dinliyor yanlış olduğunu bile bile zihnindeki asıl doğrunun keyfini çıkarıyorlar. Bir konuda fikir beyan etmeyenin o konuyu en iyi şekilde bildiğine  inanıyorlar. Etrafta konuşulan saçmalıklara bıyık altından güler, bunu kimsenin ruhu bile duymadan yapıyorlar. Buna mecburlar çünkü içlerindeki sessizliği bir şekilde dışa vurmaya çalışıyorlar.Aksi halde bir yerlerde patlak vereceğini, onları iki adım atamaz hale getireceğini iyi biliyorlar. Zihinlerinin içinde hiçbir şey olmazsa zihnin kendi kendini öğüteceğini düşünüyor, bu yüzden zihinlerini boş bırakmak istemiyorlar.

Buna karşın zihnin fazla kurcalanmaması ve sıkıntıya girmemesi gerektiğini de iyi biliyorlar. Çünkü zihnin bu gibi durumlarda bir çıkış yolu aradığını, içindeki girdabı bir yöne sevk ettiğinive rahatlamaya çalıştığını düşünüyorlar. Tabi bu yönün genellikle insanın kendi bedeni olduğunu, İbn-i Sina’nın Kitab-un Nefs adlı eserinde dediği gibiruhsal durumun beden üzerinde etkisinin olduğunu ve vücudun zihinden dolayı arıza vermeye başladığını,  zihninde bununla meşgul olarak bir nebze olsun rahatlamaya çalıştığını belleklerinde saklıyorlar. Ve fakat buna modern dönemde Sigmund Freud'un bedenselleşme dediğini, modern dünyanın bunu sanki yeni ortaya atılmış  dahiyane bir fikir olarak lanse ettiğini, bu tezin kökünün bin sene öncesine dayandığını ve İslami geleneğin tüm dünyaya ayar verdiği döneme kadar gittiğini çok iyi biliyorlar. Sessizliğin bir modern çağ musallatıolduğuna inanıyor ve dâhi post-modern dünyanın önce hasta ettiğini sonra tedavi etmeye çalıştığınıdüşünüyorlar.Onlar; çok mal  haramsız, çok söz yalansız olmaz düsturuyla hareket ediyorlar. Konuşmak yerine susmanın daha az kendilerini incittiğini, susmanın kabullenmek olmadığını tersine cevap olduğunu biliyorlar. Kısa cümleler kuruyor, tabir-i caizse dillerinin döndüğü kadarsusuyorlar. Her sessizliğin arkasında erdemli bir kederin olduğunu düşünüyor, kelimelerin ve dillerin acıyı kuşatamayacağına inanıyorlar . Konuşmayı öğrenmenin sadece iki yıl sürdüğünü ama sessiz kalabilmenin altmış yıl aldığının bilincindedirler.

“Söz kifayetsiz kalacaksa, susmalı insan. Fazladan izahat, lisanen kabahattir.” sözünü hep akıllarının bir köşesinde tutuyorlar. Onlar, sessiz kalarak aydınlık veriyorlar etraflarına. Bir nevi yanarak ışık oluyorlar çevrelerine çünkü yanmak kolay değildir onlara göre tıpkı ışık saçmanın kolay olmadığı gibi.

KAVUŞAN OLSA

NESRULLAH KEKLİK

Sevenler kavuşsaydı

Mecnun Leyla için

dağları delmezdi

 

Bu inat olmasa

sevdiğinden ölen olmasa

kavuşan kavuşsa

araya duvar ören olmasa

kimse araya kaçmasa

sevdayı ayıran olmasa…

 

Kimler bilir, kimler bilmez

ben bilmem ama

hayat acımaz insana

 

Zulüm olmasa

ihanet olmasa

dünya iyilere layık olsa…

DÜŞÜNCELER

İSMAİL TOPÇU

Aklıma geliyor düşüncelerim

atamıyorum kafamdan bir bir

boğuyor hayat beni kederi kahrıyla

unutmak ne zor şey insan sevince

boğuyor beni bu hayat

 

Aklıma geliyor senle günlerimiz

oysaki ne mutluymuşum,

boğuyor bu düşünceler beni

kader bahtım açık olsaydı

dağlar bana düz olurdu

 

Aklıma geliyor gözlerin

saçların kiraz dudakların

deniz mavisi gözlerin,

boğuyor bu şehir beni

hazan gecelere kahrolsun.

SERVET’İN AŞKI

ALARA AZBOY

İki yıl beklemenin ardından sonunda atanmıştım. Yaşadığım yerden yani Bursa'dan uzak bir yere,Bilecik’in Karaağaç köyüne sınıf öğretmeni olarak gidecektim. Bir an önce köyün insanlarıyla kaynaşıp ilk dersimi güzel öğrencilerimle birlikte işlemek istiyordum. Ama bundan önce Bursa’da halletmem gereken bir sürüişlerim vardı.Haftasonu tüm işlerimi sorunsuz bir şekilde hallettim. Son hazırlıklarımı yaptım ve tüm hayatımı bir ilden alıp başka bir ile eklemek için yola çıktım.

Bursa merkezden Karaağaç köyüne yol yaklaşık 2 saat 20 dakika civarı sürdü.Ve yol sakindi, yolculuk sorunsuz geçti. Köye ilk girdiğimde bahçesindeki sebzeleri sulayan,cana yakın,nahif bir teyzeye denk geldim. Onunla arabadan inip yaklaşık yarım saat boyunca sohbet ettik. Sohbeti de kendisi de neşe dolu bir insandı. Bana neden buraya geldiğimi sordu. Karaağaç ilkokuluna yeni sınıföğretmeni olarak atandım deyince pek de bir mutlu oldu. Sırtımı okşadı ve güzel dualarda bulundu. Yarım saatin sonunda teyzenin yanından ayrıldım ve evimi bulup yerleşmek için köylülere sora sora köyün muhtarını buldum. Muhtar bana evimi gösterip,beni köyün insanlarıyla tanıştıracaktı. Buraların adeti böyle imiş.Yeni bir insan görünce hemen aralarına alırlar ve hep beraber bir akşam yemeği yiyip uzun uzun sohbet ederlermiş. Muhtarın  ve köylülerin yardımlarıyla evimi bulup güzelce yerleştim. Evi yerleştirirken o kadar çok yorulmuştum ki yardım eden köylüler ve muhtar hayırlı olsun dileyip gittikten sonra uykuya dalmıştım. Koltuğun üzerinde akşam ezanına kadar uyudum.Sonra ezan sesiyle kalkıp doğruldum. Abdest alıp namazımı kıldım. Tam namazımı bitirip seccademi toparlarken  zil çaldı. Kapıyı açtığım da köyün muhtarı ve köyün kadınlarıyla karşılaştım. Ellerin de birer tabak yemek getirmişlerdi. Yemekleri alıp içeri koydum çok teşekkür edip çok mahcup olduğumu söyledim. Tam kapıyı kapatırken kadınların arkasın  da sarı saçlı, mavi gözlü, orta boylu bir kız dikkatimi çekti. Kız oldukça mutsuz ve somurtkandı. Yüzüne bakıp hafif gülümsememe rağmen hiç tenezzül edip gülümsemedi bile.Kapıyı kapattım ve yorgunluktan tekrar aynı koltuğun üstünde uyuya kaldım.

Ertesi sabah yedi gibi uyandım erkenden kahvaltımı yapıp okulumu gezdim.Günlerden çarşamba idi. Bugün okulu gezecektim, yarın da ilk dersime başlayacaktım. Sınıflarımı teker teker girdim ve ilk öğrencilerimle konuşup sohbet ettim. Hepsinin de gözlerin de ki o ışığı ve heyecanı görebiliyordum. 2 yıl beklemenin ardından böylesine heyecanlı,kibar,zarif ve konuşkan öğrencileri görmek bana ödül gibi oldu. Okulu gezdikten sonra bende o heyecanla hemen eve gidip yarın ki ilk dersim için hazırlıklar yapmaya başladım. Ertesi sabah erkenden kalktım ve ilk dersimi işledim. Öğlen 3 gibi eve doğru giderken koyunlarının başında bekleyen bir çoban gördüm yanına gidip biraz konuştum, sohbet ettim. Bir derdi var gibiydi çok alelade belli oluyordu. Sorduğumda kısık ve hüzünlü bir ses tonuyla

- Bir kız var abi, Mahmut ağanın kızı Feride. Sarı saçlı, mavi gözlü, güzelyüzlü… Âşığım abi. O da seviyor  ama babası gariban bir çobanım diye karşı çıkıyor aşkımıza. Servet’in çaresizliğini ve yanıp tutuşan aşkını görünce aklım ve kalbim beni eskilere götürdü. Beni babası yüzünden terk etmek zorunda kalan eski nişanlım geldi aklıma. Servete bir daha baktım ve bu sefer ki bakışımda onda kendimi gördüm. Servet’e yardım etmeliydim sanki Servet’e  yardım etsem eski kendime yardım edecekmiş gibiydim. Yarın ilk işim servetle beraber Mahmut ağanın karşısına çıkıp konuşmaktı . Servet’e bu fikrimi söylediğimde çok net bir şekilde reddetti.  Ve Leyla ilebirlikte olmalarının tek çaresi bu köyden kaçıp kurtulmak olduğunu söyledi.  Her ne kadar bu yoldan döndürmeye çalışsam da servet hiç oralı bile olmadı. Kararlıydı,kaçacaklardı. Hiçbir şey demek istemedim. İçimden bir ses onlara engel olmak yerine kaçmalarıma yardım etsem onlar için daha iyi olacaklarını söylüyordu. Servetin yanından sessizce ayrıldım ve evime doğru yol aldım . Gece 12 ‘ye kadar evde ki tüm işlerimi halledip yarın için hazırlık yaptım derken o yorgunlukla uyuyakaldım. Sabah uyandığımda dışarıdan tüfek ve bağırış sesleri geliyordu. Apar topar kendimi dışarı atıp neler olduğuna baktım.  Ve aklıma gelen şey doğruydu ServetLeyla ile beraber sabah namazına 1 saat kala köyden kaçıp gitmişti. Bunları gören köyün ağası Mahmut bey ise deliye dönüp her yerde elinde tüfek Leyla ile Servet’i arıyordu. Leyla’nın ailesinin durumlarına her ne kadar üzülsem de Leyla ve Servet’in artık mutlu ve özgür bir şekilde yaşadıklarına seviniyorum

SAKLADIM

MEHMET ÇİFTLİKLİ

Tabip bilmez ki  görünmez yarayı,

Hep sustum da bunu BAŞTA sakladım

İçimde kopan  o ala borayı

Zemheri içinde KIŞTA sakladım.

 

Şu deli gönlüm de her daim şaşkın

Yıkar da bendini taşkın mı taşkın

Dağları deldiren o şirin aşkın

Yalçın kayalarda TAŞTA sakladım

 

Vuslata erecek günü beklerim

Zayi olmaz inşallah  emeklerim

Göle dönsede şu göz bebeklerim

Yanaktan süzülen YAŞTA sakladım

 

Filizlenme sakın yaban ellerde

Suretin görünür açan güllerde

Vatanım olan bütün illerde

Ben seni KAHRAMANMARAŞ TA sakladım.

ANAM

İSMET BOZKURT

Yine vuruyor saat, geldi akşam sekizi

Çalıyor acı türkü telde sazımsın anam

Aynı ateş içimde Temmuz’un on dokuzu

Yanıyor alev alev dinmez sızımsın anam

 

Yakıştı mı hiç öyle bırakıp terk edişin

Neden yalnız bıraktın sebebi ne bu işin

Hasretin bekliyorken aceleyle gidişin

Guzum derken dillerin bitmez nazımsın ana

 

Hangi sevda dindirir senin bitmez acını

Gökyüzü hep karanlık bulut kaplar içimi

Yüzü benli sevdiğim o da kesmez sancımı

İçin için ağlarım iki gözümsün anam.

 

Biri vardı uzakta beni meftun eyleyen

Tahiyyât’ta eğilip bir de selam söyleyen

Fatihalar okuyup ayn-ı rahmet dileyen

Sanki sendin sureti çıkmaz izimsin anam

 

Çok çektin çilesini dünyanın çok bilirim

Hep resmine baktıkça seni bende bulurum

Desen ki gel yanıma inan gurban olurum

Bedenimde kavrulan cansın, özümsün anam

 

Sanki bir şey anlatıp yüzüme gülüyordun

Son nefesinde bile yavrunu bekliyordun

Gözün açık giderken göreceğim diyordun

Çoğu gitti ömrümün kalan azımsın anam.

GURBET

MURAT TURAN

Mısralarımın arasında gizlice sevdiğim sen miydin?

Kelimeler ağrıyor, sözler ağlıyor

Ruhum, benden habersiz sevmiş ruhunu

Sen miydin bütün gizim, sevdiğim

 

Güneş aydınlığını senden alıyor

Ay ışığı gözlerinde canlanıyor

Nasıl kaçabilirdim ki senden?

Dünya gözlerin de yaşıyor

 

Yazılan her söz, çizilen her resim

Kalkan her vapur, beklenen her tren

Görülen her rüya, aydınlanan her sabah

Senin içinken, söyle; nasıl kaçabilirdim senden?

 

Senin için diziliyor cümleler

Senin için can buluyor kelimeler

Harfler adını zikretmek için peşi sıra dizilirken

Sen kaçıyorsun, benliğim yolunda can vermişken

 

Aramızda dağlar denizler olsa aşılır

Yollar, uzaklıklar olsa varılır

Fakat aramızda sen varsın

Sen varken, sana nasıl varılır, bilmiyorum

"Gurbetin âlâsı senden uzak olmak değil, asıl gurbet; içimde, ruhumda, nefesimde onca sen varken, senin olmamandır."

Bakmadan Geçme