Mavi Şehrin Kalemleri

Mavi Şehrin Kalemleri

DÜNDEN SONRASINI ÖZLEDİK

MAHSENEM YAZAL

Şu dönemler  herkesin  içinde  geçmişe  dair  bir özlem  bir kaçış var.

O türkü misali ,

Gesi bağlarında dolanırcasına

Dolanalım geçmiş adına kendi iç dünyamız da

Kimimiz mekteplerimizi, siyah önlüklerimizi

Avuç içine yediğimiz cetveller ki

Acısını koltuk altında dinlediğimizde dahi yüzümüze muzip bir gülümseme yayılırdı.

Öğretmenimize asla kızıp ailemize şikayet etmezdik.

Öğretmen ulaşılması zor en güzel  mertebeydi  bizler için..

Ah! keşke hep o saygınlıkta kalabilseydi.

Sanki yokluk dahi tadında tuzundaydı

Yoksul diye o gözle bakılmaz insan diye bakılırdı düşküne,

Kalpler kırılmadan korunup kollanırdı.

Mahalleler çocukların, çocuklar komşuların en kıymetlisi idi.

Ceplere halka şekerler konulurdu.

Yetmez yufka ekmek tikesi verilirdi ellere

Ne iştahla yenilirdi.

Dilde onu yemem, bunu yemem sızlanması yoktu.

Her çocuk kendi içinde bir dünya, kendine dair hayalleri yaratıcı, paylaşımcı duyguları vardı.

Ah! Geçmişten yad kalan o tatlı telâşlarımız şimdi nerde?

Bağ bahçede toplanmışsa  komşular, bire de  bulgur pilavı, tuzlu balık yenmişse üstüne ..

Vay geldi kızların haline, ne çay dayanır, ne semaver

Kızlar kırtama şeker... çaylar nerde?

Atılırdı şen kahkahalar.

Hangimiz  çocukken bebeklerimiz  adına düğünler yapmadı ki ,

Ceviz, dut ağaç altlarını mekan tutup ta Annelerimizin ellerinden özenle çıkan, yün  saçlı karakaşlı  çomak bebeklerimizi  evlendirip, düğünlerine hediyeler götürmedik.

Kiminin elinde  yerden toplamış  kurtlu elma , sarı buruşuk ayva ..

Kimin de bir karış don lastiği, Annesinden aşırdığı bir top dağ sakızı,

Varsın olsun  arkadaşımızın bebek  toyu şen olsun, eteği hediyelerle dolsun.

Düğün alayı bu Oğlanlar önde en yaramaz halleriyle.. ellerin de şemsiye niyetine ağaç dalları

Kimi zaman at yaptıkları  dehh!  diyip tozu toprağa  kattıkları .

Hedef toy meydanı ceviz ağacı alttı.

Güzel hayalleri olan çocuklardık bizler..

En güzel toy hediyesini ben vermeliyim dedim

Adım Senem... daha  altı yaşımdayım

Bizler yaşımızdan önce büyüyen güçlü çocuklardık...

Açtım annemin ceviz sandığını en kıymetli fistanlı kumaşını çıkardım içinden

Hediye götürdüm arkadaşımın bebek toyuna

Bütün gözler üstümde bende bir onur

Dudağında tatlı bir tebessüm, işte hediye böyle olur.

Akşam yer sofrasına bir neşe oturdum ,içim içime sığmıyor,

kapı çaldı gelen komşu teyze

Elinde annemin fistanlık  kumaşı

Annemde bir,, senem çığlığı

Hâlâ  sesi kulaklarımda.bende ne onur ne gurur

Babamda yok ki evde  kahvede...annemin elinden  beni  kurtarsın.

Açtım kapıyı  kendimi dar attım sokağa sarı dağınık  saçlarım savruldu  rüzgara

Soluğu  Van Gölü  kıyısında aldım..ağlasam mı gülsem mi

Oysa  arkadaşımın adına  güzel  bir şey yapmıştım ben.

Toprağım  AHLAT  ve de BİTLİS  sizlere ne çok anılar bıraktım bir bilseniz..

Ah ! Geçmiş  sen bizden  geçip gitsene de

Bizler  sana takılıp kaldı ya !

Sıkıntıların  olsa da  yine de  bizler için güzeldin

Be  ! mazi.

Hep gelecek, gelecek dedik

Şimdiler de ne umut ,ne ışık  saçıyor  o gelecek bizlere.

En çokta  sanal  dünyaya doğan ,

sıcak dokunuşları  olmsyan çocuklar adına üzülüyoruz ..

İşte böyle bizden  geçip giden  yıllar

Gesi bağlarında dolanır gibi gezindik sende…

 

ALLI AVRAT ALLI GÖZ SAVAŞI

ÖZAY POLATOĞLU

Akyaristan hükümdarı Kara Temür Han hükümranlığının zirvesindeydi. Sınırları Doğu'da Yitikdeniz'e, Kuzey'de Kurumbozkırı'na, Güney'de Serap Çölü'ne, Batı'da ise ormanlar ülkesi Batamçin'e ulaşmıştı.

Bu engin coğrafyada tek düşmanı vardı; Azgunya topraklarını istila eden Batamçinliler. Bu durumda yapması gereken tek şey ise bu tehditi ortadan kaldırmaktı. Bunun için Batamçin'e sefer düzenlemeye karar verdi. Zira Batamçinliler hem barbar, hem kural tanımaz, hem de ganimet düşkünüydüler.

Kara Temür Han sefere karar verir vermesine de, yaman savaşçılar olan Batamçinlileri hezimete uğratacak kadar güçlü ve cesur savaşçıları kısa sürede nasıl bulacaktı?

Hanlığının her bir köşesine ulak gönderdi; kasabasına köyüne obasına yaylasına...

Eli pusat tutan, ok atan, sapan salan, gürz vuran, at binen, süt sağan, od yakan, aş yapan, çadır kuran, köprü çatan er kişiler hanın buyruğuyla, yumurtadan yavru çıkmadan, han şehri Kulakurt'ta toplana!

Yumurta çatladı ve 3 bin savaşçı 500 işçi han şehrinin kapısından girdi. Hep birden büyük Han'ı kutsadılar.

Kara Temür, aygırı ak Kürtüg'ün sırtına bindi ve ordusuna hitap buyurdu:

-Bugün güneş bize de düşmana da aynı sıcaklıkla bakıyor. Hava bize de düşmana da hayat üflüyor. Su bizim de onların da en değerlisi. Toprak bize cömert olduğu kadar onlara da cömertçe veriyor.

Lakin düşman bizim yüzümüzü gördüğünde; onların güneşi kararacak, havası tükenecek, suyu kuruyacak, toprakları mezarı olacak.

Şimdi kalbinizi çıkarın heybenize koyun! Gözünüzü çıkarın sırtınıza koyun! Kulağınızı koparın dilinize koyun! Dilinizi kesin pusatınıza takın! Pusatınız kana doysun! Atınızın ayakları Azgunya'yı mühürlesin!

Vuruşmak için sefere... Vuslat için zafere...

Kalakurt'tan çıkan Han ordusu 30 gün batımı sonrası Batamçin'in başşehri Zungurt'a ulaştı.

Kara ormanın 2 gün uzağında ki Zungurt Şehrinin etrafında hendek kazılıydı. Bu hendeğin içi 5 at boyu derinlikte, 10 at boyu genişlikte su ile doluydu.

Hendek üzerinde iki asma kapı vardı. Gece kapanır gündüz açılırdı.

Hendek geçilmesine geçilirdi de iç kale nasıl ele geçirilirdi. Zira kale yüksek bir kayalığın üzerine inşa edilmiş ve tek bir kapısı vardı.

Batamçin Kralı Abzardimaran derhal kalenin surlarına askerlerini ve silahlarını yerleştirdi. Hendeklerin içindeki suda 100 timsah vardı. Yetinmedi 100 vahşi timsah daha bıraktırdı.

Kale kapısının hemen önüne de içinde aç bekleyen 10 kaplan olan bir kuyu kazdırmış ve üzerini örttürmüştü. Emir verdi bu tuzak da hazır hale getirildi.

İmdi Abzardimaran değil Kara Temür ne edecekti?

Aylarca şehri kuşatsa nafileydi. Zira şehrin içme suyu kaleden çıkan kaynaktan temin ediliyordu.

Bereketi tarlalarında, bahçelerinde ve bostanlarında her türlü meyve, sebze ve tahıl yetiştiriliyordu. Besili atları, sütlü sığırları vardı.

Oysa Kara Temür ve ordusunun yanında getirdiği erzakla ancak 150 vakit aş çıkardı.

Kara Temür, ak sakallı 3 kolbeyi (1 Kol=1000 kişi) ile istişare eyledi.

Karar verildi:

-Hendek üzerine 10 köprü kurulacak!

Her köprüden 3 bölük (her bölük 100 kişi) asker geçecek.

Kale kapısını 1 kol kuşatacak.

1 kol kalenin etrafını saracak.

1 kol da arka da pusuda bekleyecek.

Şehrin etrafında ki hendekler az bir zaiyatla 10. seherde aşıldı.

Şehir muazzamdı: Bahçeler bağlar bir tarafa, pazarları harikulade kumaşlarla, hiç görülmedik yemişlerle,  misk-i amber kokulu şaraplarla doluydu. Meskenler iç açıcı, ahırları tıkabasa sürü doluydu.

Daha da  hayret verici olan ise ahu güzlü, servi boylu, alımlı çalımlı sokaklarda dolaşan kadınların bu düşman ordusuna karşı olan cilveli tavırlarıydı. Bu allı morlu kadınlar kısa zamanda Han'ın askerlerini aklını başından almıştı.

Kale kuşatılmıştı kuşatılmasına ama Kara Temür Han'ın ordusunda savaşmak için o eski hırs ve cesaretten artık eser kalmamıştı.

Oysa şehrin kaynakları olmadan kale içindekiler ne kadar süre daha dayanabilirdi. Aksine kendileri için büyük bir hazine avuçlarının içindeydi.

Günler günleri kovalıyordu. Hanın ordusu bir türlü kaleyi teslim alamıyordu. Kaplan çukurunda ölenlerin sayısı yüzleri geçmişti. Daha kötüsü ise artık kimse kaleye kapıdan saldırmaya cesaret edemiyordu. Surlardan atılan oklar, dökülen kızgın yağlar, sepetlerle ordunun üzerine boşaltılan yılanlar, akrepler, çıyanlar...Han'ın ordusunun hem gücünü kırmış hem de umutlarını söndürmüştü.

Zungurt şehrine gireli 50.seherdi. Kara Temür ordusunu yokladı. Savaşacak 1800 askeri kalmıştı. Oysa Kral Abzardimaran hala kalenin içinde tahtında oturuyordu.

Sur duvarları geçit vermiyordu. Hava karardığı zaman elinde şarap testileriyle dolaşan kadınlar askerleri bir tenhaya çekiyor, cilveleşiyor ve sarhoş edip geri gönderiyorlardı. Bazıları ise şarapların içerisine hafif zehir koyuyor böylece onu içen askerler bir anda değil yavaş yavaş ölüyordu. Bu durum o kadar yaygınlaşmıştı ki " Kırmızı Göz" hastalığı diye bir ad bile takılmıştı. Zira bu zehir ilk önce insanların gözlerini etkiliyor ve kısa zamanda görme yetilerini kaybediyorlardı. Daha sonra ise  soluklarını kesiyordu. Üç defa bu zehirli şerbetten içen bir askerin en fazla yaşayacağı 5-7 gün batımıydı.

Allı pullu kadınlar bu şarapları askerlere içermek için birde; "Bu şehirde bulaşıcı bir hastalık var. Bu şarapları içerek bizler bu hastalıktan korunuyor ve şifa buluyoruz." diye yalan söylüyorlardı.

Kuşatmanın 90. seherinde Han'ın ordusunda 800 atlı, 200 de işçi olmak üzere toplam 1000 kişi kalmıştı.

Ordusunu bir türlü kontrol edemeyen ve her yolu denemesine rağmen kaleyi ele geçiremeyen Kara Temür Han ordusunu toplayıp geri dönmeye karar verdi. Zor bir karar olsada daha fazla kayıp verirse yurduna dönecek yüzü de kalmayacaktı.

Geri dönüşte Kara Orman'a giren Han ordusunu büyük bir tuzak beklemekteydi.

Zungurt şehrinin arka kapısından çıkan Abzardimaran ve azgın 2000

savaşçısı Kara Temürün etrafını kuşattı. Ormanlık alanda ok yağmuruna tutulan Kara Temür büyük bir bozguna uğradı. Kaçıp kurtulmak artık bir mucizeydi . Esaret ve zillet ise Kara Temür için ölümden daha beterdi.

Tam o esnada gökten büyük bir fırtına koptu. Rüzgarın şiddeti o kadar güçlüydü ki ağaçları kökünden söküp atıyor, askerleri havalara fırlatıyordu. Yağmurun şiddeti ile oluşan su taşkınları ve yumruk büyüklüğünde ki dolular iki tarafıda kendi derdine düşürüyordu.

Kral Abzardimaran ordusunu toparlayıp, hızlı bir şekilde Zungurt'a zafer kazanmış komutan edasıyla geri dönmeyi başarmıştı.

Kara Temür ise sağ kalmayı başarmış 100 atlı, 20 de işçisiyle nihayet Kalekurt'a yüzleri yerde, bitkin ve zillet içinde dönebilmişti. Bu savaş hem Kara Temür'ün hemde Akyaristan Hanlığı'nın sonunu getirmişti.

O günden sonra da bu utanç verici savaşın adı "Allı avrat allı göz savaşı" olarak tarihe geçmişti.

 

KEPÇE BAŞA BELA

FATMA ÖZGER BİLGİÇ

Gizlenen her şey açığa çıkar

Yürekli olan asla saklamaz.

Her anne evladını sınırsızca sever, bu sevgi belki de dünyadaki tek menfaatsiz ve sade sevgi… Evladını gelebilecek tüm kötülüklerden korumak ister. Anne karnında başlayan mucize sonrası doğan yavrusunu anneler sütüyle besler, büyütür, kollar. Her anne maddi manevi hep çocuğunun yanında olur, yanlışlarını daha çabuk affeder, korkularına perde çeker, yalnızlığına ortak olur…

İşte Rabia da yıllarca evlat hasretiyle yanıp tutuşur. Eşiyle mutlu, huzurlu bir yuvası vardı, tek eksiği bir evlat… Bu büyük boşluğu doldurabilmek için yüreğiyle her gün dualara sarılırdı. ‘‘Rabbim gönülden edilen duaları kabul eder.’’ diyerek sabrederdi.

Rabia evliliğinin onuncu yılında büyük bir özlemle beklediği oğluna kavuşur, ona babasının ismini verir. Çünkü babasına doymayan Rabia’nın hayatındaki en önemli erkek önce babası olmuştur. Babasına hayrandı, özlem doluydu. Babasını kaybettikten yıllar sonra kendine zor gelebildi. Ömrünün en acı yıllarıydı, baba yokluğuna alışmak…

Artık, Rabia doğurduğu evladını sevdiği babasının ismini verdikten sonra onu en iyi şekilde büyütmeye, yetiştirmeye çalışıyordu.

Evladıyla gururlanmak, onurlanmak, onu topluma faydalı kılmak,  onun  vatanını,  bayrağını  seven,  çalışkan bir evlat olması  için her gün dualar ederdi. Hangi anne istemez ki evladına en güzelini, en iyisini…

Yıllar çabuk geçti ve Hüseyin büyüdü. En büyük hayali olan İstanbul’da üniversite okumaya gitti. Rabia anne gururlu, mutlu…

Anne yüreği ‘‘Oğlum rahat etsin.’’ der kendini zorlar küçük bir ev kiralar. Derslerinde başarılı olsun ister. Kimseler Hüseyin’e maddi manevi zarar versin istemez. Her anne gibi yemez yedirir, giymez giydirir, oğluna özlemi günden güne artar…

‘‘Evlat kokusu, cennet kokusudur.’’der peygamberimiz. Artan özleme dayanamaz ve İstanbul biletini eşine aldırır, hazırlıklarına hemen başlar, Hüseyin’in sevdiği pastalardan, dolmalardan yapar yola çıkar.

Yollar uzar, İstanbul sanki Avrupa’ya doğru kaçar, heyecan artar ama sabırla, özlemle varılır güzel, gizemli İstanbul’a.

Otogardan taksiye biner, adresi şoför beye uzatır.

Rabia anne kendince Hüseyin’e sürpriz yapmak ister, haber vermeden adrese gelir, evi bulur, kapı ziline basar ve oğluna hasretle,  sarılmaya hazır anne kapının açılışını heyecanla bekler.

Kapı açılır fakat açan güzel bir genç kız… Rabia anne ‘‘Hüseyin yok mu?’’ der şaşkın şaşkın bakar kıza…

Genç bayan: ‘‘Hüseyin, canım bakar mısın?’’ deyince Hüseyin  kapıya  koşarak   gelir  ama   donakalır. ‘‘Anneee nereden çıktın?’’ Ortam biraz gerilse de anne: ‘‘Yavrum seni çok özledim, dayanamadım, baban da biletimi aldı. Git, oğlunla hasret giderirsin.’’ dedi.

‘‘Ben de koşarak sana geldim işte.’’  Hüseyin: ‘‘Buyur gel içeri anne’’der. Annenin elindeki çantaları alır. Anne, şaşkınlığını belli etmemeye çalışır ama nafile…

Sohbet başlar, çantadan gelen lezzetler çıkarılır, sofra kurulur, Hüseyin özlediği tatlara kavuşur, keyifle yer. Evin genç bayanı da kısmetine sevinir, keyfini çıkarır.

Rabia anne nihayet oğluyla baş başa kalır ve içini kemiren soruya cevap bekler.

‘‘Oğlum bu tatlı bayan kim, niye seninle aynı evde?’’

Hüseyin: ‘‘Annem sadece ev arkadaşım o kadar, masrafları bölüştüğüm arkadaşım. Aramızda bir şey yok.’’

Söylenenlere inanmayan anne: ‘‘Sadece ev arkadaşı erkek olsa anlarım,  ateş barut bir arada olamaz ben böyle bilirim…’’

Hüseyin: ‘‘Yok canım annem sen içini ferah tut,  sadece ev arkadaşım o kadar.’’

Anne: ‘‘Tamam öyleyse öyledir oğul, anacağızına yalan söyleyecek değilsin ya…’’

Konuyu kapatır, Hüseyin’e inanmaz, ama canı sıkılır, çare düşünür, için için dertlenir, inatlaşsa kavga çıkacak, sabır der kendince…

Sayılı gün çabuk geçer memlekete dönme vakti gelir. Hemen bir plan yapar, güzel bir yemek hazırlar, sofrayı kurar, okuldan gelen Hüseyin’le kız arkadaşı mis gibi kokan sofraya oturur, Rabia anne kepçeyi alır memleketten getirdiği tarhana çorbasını kâselere doldurur, sonra ana yemekler ve sofra toplanır…

Rabia anne: ‘‘Siz dinlenin ben bulaşıkları yıkar, mutfağı toplarım.’’ der. Rabia anne işine koyulur, bulaşığı yıkar, tezgâhı siler çorba kepçesini alır, kızın odasına gider, yatağının içine saklar. Yatağı eski hâline getirir…

Üstünü değişir, helalleşir ve: ‘‘Hadi Hüseyin’im beni otobüse götür ciğerim.’’ der. Yola koyulurlar…

Otogara gelirler Hüseyin’i sımsıkı sarar, öper, koklar, her zamanki gibi anne nasihatlerini tekrarlar ve asıl içini yakan cevapları saklar…

Rabia anne memlekete gelir, eşi sorar: ‘‘Hüseyin nasıl hanım, nasıl geçti, oğlunla hasret giderdin mi?’’

Rabia anne: ‘‘Kepçe hariç çok iyi beyim.’’Hüseyin’inin babası şaşırır… ‘‘Kepçe de ne hanım.’’ der.

Rabia anne: ‘‘Cevabını ben de bilmiyorum, öğrenir öğrenmez hemen sana bildiririm, şimdilik içini ferah tut.’’

Birkaç gün sonra Hüseyin annesini arar, hâl hatır sorar… ‘‘Canım anam kepçeyi bulamadık mutfağı altüst ettik, attın mı, sattın mı? En son o kepçeyle sen çorbarı kâselere koymuştun, sonra kayıplara birden karıştı gitti annem…’’

Rabia anne günlerdir yüreğini saran soruya cevabı almış, memnun olmasa da kızgınlığını saklayıp… ‘‘Ah be Hüseyin’im senin sırf ev arkadaşım, sadece ve sadece ev arkadaşım dediğin o güzele kepçeyi sordun mu? Sırf ev arkadaşın olsaydı yatağına yatar, kepçeyi bulurdu sana…

Benim de yüreğimi rahatlatırdı, anneyi kandırmak kolay değil bilesin…’’

Hüseyin, annesinin kıvrak zekâsına hayran kalsa da yalan söylediğine üzülmüş, Hüseyin’in dili tutulmuştu…

Kıvrak zekâ yakalar avı

Yeri geldi mi verir cevabı…

 

ISKALAMA HAYATI

RIDVAN ŞENSEVER

Bul bir ihtiyarlamış teyze,

Usulca sokul yanına, çocukluk anılarını dinle,

Onun gözünde yaş, senin gönlünde seller,

Aksında aksın duygu selleri,

Nasırlı elleri var ya, nasırlı ayakları,

Sana toprağı hatırlatsın, tenin buluşsun toprakla,

Yeni tomurcuğa düşmüş gelincik çiçeğini,

Koparma seyret doya doya,

Bir nakış, bir bakış, bir yakış, gibi her bir kesiti,

Bir ona, bir yüzünü çevir gök kuşağına,

Görünmeyen güneşin dansıdır bu....

Iskalama hayatı be dostum.

Narin desenleri, geometrik ölçüleri ile,

Hayranlık duy, bir günlük ömürlü kelebeğe,

Okşa bir yetim çocuğun başını,

Katık et aşına, göz yaşını,

Söndür gönül ataşını,

Ağla, ağlamayı da sev,

Susuz toprak, göz yaşı değmeyen yanak mı olurmuş.

Hayatı Iskalama be dostum!

Otur şöyle bir boyacı yanına,

Kunduranı boyat, boyalı olsa bile,

Bir muhabbet aç, çocukluktan, kulak kabart öyküye,

O Kunduranı parlatsın, sen se yüreğini....

Durdur, şu üç tekerli arabacı,

Evine üç kuruşluk ekmek parası götürecek,

Seksenlik dedeyi,

Cebindeki elliliğin ver yarısını,

Bir günlük iş yapmış gibi gör gözlerindeki pırıltıyı,

Hayatı Iskalama be dostum.

Tutma şemsiyeni başına,

Bırak yağmur düşsün saçlarına,

Süzülsün şakaklarından aşağıya ve gül,

Gül kokla gül, maziden kalan bir koku,

Sızlatsın burnun direklerini,

Hüzünlen, hüzün mevsimi değil mi?

Sararan gazellerin içinde, bir umut,

Dik gözlerini masmaviliklere...

Ve bembeyaz bulutlara,

Yok sevgiden, barıştan mada,

Çalsın zamanı sevgililer, dillerinde yar,

Akşam güneşinin kızıl dudaklarında esir,

En kötü günümüz böyle olsun dost,

Hayatı Iskalama be dostum,

Unut derdi, tasayı, tası, tarağı, parayı,

Düşün bir an,

Bedavaya aldığın havayı,

Yaşadığına şükret....

Kurtla, kuşla, karıncalarla konuş,

Düş görmüş gibi.....

Takıl Anka kuşunun kanatlarına....

UÇSUZ BUCAKSIZ

TUBA DEVRİM

Aşka yalın ayak izle koşarken

Hayat dolu halim uçsuz bucaksız

Sevdan usul usul girip coşarken

Çıkmazlarda yolum uçsuz bucaksız

 

Olurda gün gelir beni yazarsan

İlk göz ağrım deyip sırla kazırsan

Yer verdiğim kalbe tutkun hazırsan

Kavrulduğum çölüm  uçsuz bucaksız

 

Ne yapsam kuytuna tutunup kalsam

Yangın bakışınla utanıp dalsam

Sende olan kızıl  bulutla dolsam

Kaybolduğum gölüm uçsuz bucaksız

 

Zehirli ok gibi dört bir yanımda

Saplanmış sıcağın gezer kanımda

Özlemler çektiğim sensiz anımda

Tutuşurken solum uçsuz bucaksız

 

Ilığına hergün değer kattığım

Tepeden tırnağa aşka battığım

Enkazına mezar diye yattığım

Bir değil bin ölüm uçsuz bucaksız

YORULMUŞLUĞUM VAR

GÜN SEMRAY

Yürümekten, koşmaktan

Yol alamamaktan

Uykusuz gecelerin sabahından

Kışı yaşadığım baharlardan

Yorulmuşluğum var

 

Yürek çölüme yağan yağmurdan

Isıtmayan güneşten

Varılmayan huzurdan

Hayallerimin yabancısı olmaktan

Yorulmuşluğum var

 

Anlaşılmayan sözlerimden

Göremediğim çiçeklerden

Duyumsamadığım sahte sevgilerden

Yüreğimdeki dost hançerlerinden

Yorulmuşluğum var

 

Bu son kış…

Bu son yağmur…

Bu son hayal

Cesedimi yorgun olmayan toprağa gömün

Ona anlatacak yorgun hatıralarım var

Yorgun hatıralarım...

 

Bakmadan Geçme