Yunus Türkoğlu

Yetmişlerin anatomisi

Yunus Türkoğlu

Divan ve somyalar

Apartmanların hayatımıza girmediği yetmişli yıllarda tek veya iki katlı evlerde yaşama kültürü hâkimdi. Evlerin iç düzenleri, hayat biçimleri günümüzden çok farklı ve çok güzeldi. Misafir odaları girilmesi yasak olan bölgeler, oturma odaları hayatın doya doya yaşandığı mekânlardı. Van’da yetmişlerden sonra yapılan evlerin mutfakları oturma odası gibi büyük olurdu.  Kışın turbo soba devamlı yanar, radyo buradadır, yemek yenir ve çocuklar derslerini burada yaparlardı.

Seksenli yıllarda apartmanlar hayatımıza girmeye başlayınca mimari düzen değişti mutfaklar küçüldü, oturma odaları büyümeye başladı. Oturma odaların bir-iki divan kurulurdu. Yaylı somyalara iki kat şilte serilir, üzerine divan örtüsü örtülürdü. Hemen her evin oturma odasında pencere önüne divan kurulurdu. Yaz akşamları pencere önündeki divanda kanal suyunun şırıltısıyla çay içmek ömre bedeldi. Bazı oturma odalarında karşılıklı iki divan olabilirdi. Akşam olunca divanların üzerine çarşaf serilip yastık ve yorgan konularak yatak olur, sabah olunca yataklar toplanırdı. Divanların üstüne kalın kumaştan dikilmiş, etekleri fırfırlı örtü örtülür, duvara aynı kumaştan dikilmiş kırlentler dizilirdi. Tabi etamin işleme kırlentleri de unutmamak lazım… 

Teldolaptan buzdolabına

70’lerde buzdolabı olmayan evlerde yiyecekleri saklamak için teldolap kullanılırdı. Alt-üst ve yan tarafları duralitten ön tarafındaki kapakları ince telden kaplı, hava alabilen ve içinde tahtadan raflar olan basit yapıya teldolap denirdi. Yiyeceklerin sıcaktan değil, sinek ve kedilerden korunmasını sağlıyordu. Mutfakta güneş almayan, nispeten serin olan yerlerin seçilmesi uygun olurdu. Teldolaplı evlerde alışveriş günlük yapılır yiyecekler kısa süreli olarak saklanabilirdi. Sonraki yıllarda buzdolabı ile tanışınca hayatımız değişmeye başlamış ve buzdolabı sembol olmuştu. Yaygınlaşması ağır oldu fakat girdiği mutfakları tamamen değiştirdi. O yıllarda televizyon olmasa da olurdu ama buzdolapsız asla olunmazdı. Yemeklerin uzun süre muhafaza edilmesi, yaz sıcağında buz gibi su içilmesi hayatımızı güzelleştiriyordu. Arçelik, AEG, Sıemens, Grundıg, Kelvinator ve Westinghouse dönemin ünlü buzdolabı markalarıydı…

Sobalar

Yetmişli yıllarda evlerimizin tümü sobalıydı. Kalorifer hayatımıza girmeden soba evlerin temel eşyalarından biriydi. İyi yanan soba aileyi mutlu eder, kötü, tüten ve iyi ısıtmayan soba evin tadını tuzunu kaçırırdı. Evlerimizi genellikle kuzine sobalar ısıtırdı. Üst düzeyi epeyce geniş olduğundan her türlü yemek pişer, çay demlenir, hedik yapılır, fırınında patates, börek, kestane pişer aynı zamanda ocak gibi kullanılır üzerindeki güğümde su hep sıcak olarak bekler ve böylece evin sıcak su ihtiyacı kısmen giderilirdi. 
Kuzineler sevimli ve çok kullanılışlı sobalardı.  Bu sobaları çok ama çok severdik. Gece yatağa girdikten sonra ışıklar söner ve tavana vuran sobanın ışığıyla uyumak hayal gibiydi…

 Mahalle bakkalları

Her mahallede birkaç bakkal dükkânı mutlaka bulunur, fakat her ailenin alışveriş yaptığı bir bakkalı olurdu. Bunlar sıradan bir esnaf değil, tanış, ahbap bazen ailenin yakın dostuydu. Mahalleliyi bire bir tanır, yardımcı olur, sıkışınca borç para bile verirdi. Bakkal sahipleri daha çok gün doğmadan dükkânlarını açar, etrafı sular-süpürür ve gece karanlık basıp ortalıktan el ayak çekildikten sonra kapatırlardı. Bakkallık deyip de geçmemek lazım! Bu ince işti, iyi bakkal güven vermeli, müşterisine dost gibi olmalı, sıkıntısını anlamalı ve derdine derman olmaya çalışmalıydı. Bu arada paçayı kaptırmamalı, borç takanlara karşı tedbirli olmalıydı…

Mahalle bakkalları küçük, mütevazı dükkânlardı. Satılan malların kalitesi de mahallelinin gelir durumuna göre olurdu. Mahalle bakkalları günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçasıydı. Onların önemi daha çok veresiye defterlerinin olmasından ileri gelirdi. Mahalle bakkalları veresiye ile ayakta durabilirdi. Bütçeleri sınırlı ailelerin yaşadığı mahallelerde her bakkal veresiye satış yapar, sabit geliri olanlar maaşı alınca ilk önce bakkal borcunu öderdi…

“Peşin satan-Veresiye satan” tablosu asla bir mahalle bakkalının duvarında asılı olmamalıydı!..
Veresiye defterlerini karşılıklı tutanlarda olurdu. Hem müşterinin elinde hem de bakkalın defteri olurdu. Bu duruma nadiren şahit olurduk. Baba aybaşında baba borcunu ödemek için bakkala gider beraberce hesap yapılır, borç ödenir, “ödendi” diye not edilip üzeri çizilir, yeni bir sayfa açılırdı. Mahalle bakkallarında özellikle çocuklar için şeker, gazoz, bisküvi, kırık leblebi, leblebi tozu, çikolata çok bulunurdu. Öte yandan pirinçten bulgura, fermuardan dikiş iğnesine, makaraya, Opon’dan, gripin’den, muma kadar her şey mevcuttu...

Bakkal dükkânları genellikle kerpiç yapılı, toprak damlı, ışıksız, üst üste yığılıp duran malzemeler ve rutubetli olurlardı. Fakat kaymaklı bisküviler, Çamlıca gazozlar, hele o gofretlerin tadı unutulmazdı, birde kese kâğıtları ile örme fileler, sepetler tamamen çevre dostuydu. 

Ders yaparken kurşun kalem mi bitti, koş bakkala kalem al, aniden misafir mi geldi koş bakkala kaymaklı bisküvi al, çamaşır veya bulaşık yıkarken deterjan mı bitti koş bakkala, Tursil, Omo Çiti veya Mintax al, annenin başımı ağrıdı, koş bakkala optalidon al... 

Mahalle bakkalları, market kültürünün hayatımıza girmesinden sonra tamamen kapanıp gittiler. Şehirlerdeki bakkallar ise giderek azaldı ve onlarda nereye kadar gidebilirler onu da ancak Yaradan Rabbim bilir…

Hoşça kalınız…

Yazarın Diğer Yazıları