Yunus Türkoğlu

İğde ağacı

Yunus Türkoğlu

Bildiğim bir iğde ağacı vardı. Yanına varınca insanın gönlünü bir mutluluk hali kaplardı. Sükûnet ikliminden aldığı kucak dolusu huzuru yüreklerimizin orta yerine bırakırdı. Koca gövdesi ve kalın dallarındaki yapraklar akşam yelinde hafifçe kıpırdarken belki de bizim anlayamayacağımız bir dille rüzgârla dertleşirdi. Bahar gelince sarıçiçekler açar, mis kokularını etrafa saçarken muhteşem ahenge; heybeti, dallarına yuva yapan kuşların ötmesi ve varlığıyla katkı sunardı. Okullar açılıp mevsim güz olunca tadına doyulmaz iğdelerini cömertçe insanlığa sunardı. Bu ağacın etrafında çok güzel günler yaşanmıştı, hepsini yâd etmek saatler hatta günler alabilirdi. Birkaç satır dahi olsa o günleri yazmak, hatıraları terennüm etmek ruhumuza inşirah verecektir umarım. Buyurun…

Köşe başında tarihi bir Van evi, kapısı çift kanatlı, pencereleri sıralı, damı toprak sıvalı, saçak kenarları ahşap işlemeli ve duvarları kireçliydi. Ön ve yan tarafından kanal suyu akar, bahçesinde asırlık iğde ağacı birde mühre duvarlar boyunca kavak ağaçları uzayıp giderdi.  Bu güzelliği değerli dost ressam Hüseyin Ayça görse hemen tuvali, boyaları alıp resmini çizer ve tarihe not düşerdi!..

Üzerinde demir parmaklıklı penceresi olan giriş kapısının önündeyiz. Ortasında tunçtan zarif işlemeli tokmağı olan kapının sağ yanındaki kanadını açıp salona giriyoruz. Yerler kara beton, sağ tarafımızda yukarı çıkan tahta merdiven, akabinde sağlı sollu kapılardan biri mutfağa diğeri kilere, karşımızdaki ise tek katlı bölüme açılıyor. Tırabzanları tutarak merdivenlerden yukarı doğru çıkıyoruz. Tahta zemin üzerine kare desenli muşamba ve üzerine yolluk halı serilmiş olan üst kat antredeyiz. Karşımızda kadife perdeleri olan pencerenin önündeki divanın üzerinde etaminli kırlentler, aynı desenli örtüsü, kenarda Singer dikiş makinesi ve ceviz kaplama sehpalar duruyor. Sağ tarafımızdaki tahta kapıyı açıp oturma odasına giriyoruz…

Geçen günlerin kadri-kıymeti bilinmedi ve hatıralar serden silinmedi…

Güneyden kuzeye doğru uzanan odanın sokağa bakan dört, caddeye bakan iki penceresi mevcuttu. Mevsim kış ise sağ tarafta maşınga, rahmetli annem kuzine sobaya maşınga derdi, bu tabiri bilenler mutlaka vardır! Üzerindeki çaydanlıkta su kaynıyor, güğüm ve yanındaki tencerede pişen hediğin kokusu odayı kaplıyordur. Şayet mevsim yaz ise pencereler açıktır. Dışarıdan esen yel tülleri sallayarak odaya dolarken çırçırdan dökülen suyun şırıltısı ruhları dinlendiriyordur. Karşılıklı divanlar ve sokağa doğru olan pencerenin karşısında somya var. Üzerinde dantel işlemeli örtüsü olan masa odanın köşesindedir, cam sürahi, yanında kristal tabak içinde kolalı dantel, ortasında su bardağı ve yanında çay bardakları, kesme şeker ile bir tabak içinde Edremit’in kuru eriği, diğerinde kırılmış cevizler duruyor. Duvarda buzlu camı olan niş, yanındaki rafta radyo, yerde acem, duvarda kahveci güzeli halısıyla içimizi ısıtan odadayız. Mümkün olsa yere minder atıp, sırtıma kırlent koyup, çayımı da elime alıp burada birkaç gün oturabilsem. Fakat sizleri bekletmek istemem. Hadi hep beraber aşağıya inip bahçeye çıkalım.

O günler, geceler hayal gibi, düş gibiydi…

Merdivenlerden aşağı inip bahçe kapısına yöneliyoruz. Gıcırtıyla açılan kapıdan çıkıp tek katlı bölümün koridorundan yürüyüp bahçeye çıkıyoruz. Hemen yanı başımızda asırlık iğde ağacı duruyor. Bu görüp, görebileceğim en büyük iğde ağacıydı. “Acaba hayal mi görmüştüm?” diye kendi kendime birkaç defa sorduktan sonra o günleri yaşayan eşi-dostu arayıp doğruluğunu teyit ettirdim. Ve sonrasında hatıralar birer ikişer hafızamda canlanmaya başlamıştı. Hayatın çok kısa oluşunu ve göz açıp kapayıncaya geçtiğini anladım! Dünküler nasıl hayatta değilse, bugünküler de yarın hayatta olmayacaklardı.

Şimdi gördüklerimiz hep serap oldu gitti…

Şahabettin amca ve hanımı Semiha teyze aslen Edremitliydiler. Ailece yazın Edremit’e göçerler, kışın ise az önce gezdiğimiz evlerine dönerlerdi. Şahabettin amca, Karayolları Bölge Müdürlüğünde çalışırdı. Kendisi, hanımı sadaka vermeyi severlerdi! Hem güler yüzleri-tatlı dilleriyle, hem de iğde ağacının meyvelerini dağıtmakla. Şahabettin amcanın yüzü güleçti, yolda biz çocukları bile görünce duruverir tatlı dil-güleryüzle sohbet eder sonra işine giderdi. İğdeler olmaya başlayınca;” -Kendinize ve arkadaşlarınıza zarar vermeden yiyebilirsiniz!” derdi… Bu sözü herkes diyemezdi, diyemedi! Mahallemizde birçok iğde ağacı vardı! Hele bir ağaç vardı ki, sahibinin il dışında olduğunu bildiğimiz zamanlarda bile korkudan yanına yaklaşmaya cesaret edemezdik! Ne oldu? Şimdi o bağlar-bahçeler yok, o büyüklerimizde yok! “

“Aslında çok şey vardı söylenecek fakat susmayı tercih ettim!.."

Ey merhum Şahabettin Yapar, sen insanlığını yapıp, cömertliğini gösterdin!  O ağacın emanet olduğunu idrak edip iğdelerini sadaka niyetiyle bol bol dağıttın! Rabbim kabul etsin, sana ve hanımına cennet meyveleri yedirsin!..

O günlerin havası, suyu başkaydı, insanının huyu bile bambaşkaydı!

Bir önceki nesil ve bizler bu ağaçtan bolca iğde yemiştik. Arka taraftaki tek katlı evin damına çıkar oradan iğde ağacının dallarına tırmanırdık. İri ve lezzetli iğdeleri toplar ceplerimize doldurur, sonra tarlada toplanır afiyetle yerdik. Yağmur sonrası güneş çıkınca iğdeler yumuşar, pamuk gibi olurdu ve tadına doyum olmazdı... 

Zaman, ömrümüzü öğüten bir değirmen gibidir sanki. Saatler güne, günler haftaya ve ay dönüp gidiyor, geride bir mutluluk birde pişmanlıklar kalıyor…

Selam ve dua ile…

Yorumlar 1
Fatih Türkoğlu 12 Mayıs 2024 19:35

Yüreğine Sağlık Amca Yine Güzel bir Anı O günlerin Canlı Tanıkları bir kez daha o günleri Yad ettiler Kalemine Sağlık

Yazarın Diğer Yazıları