Ümit Kayaçelebi

Bir Van masalı

Ümit Kayaçelebi

O zamanlar,

Çocukluk yıllarımız, o saf o tertemiz yüreklerimizle dünyayı tozpembe gördüğümüz yıllardı o zamanlar. Ne güzel mahallelerimiz vardı, ne güzel tozlu topraklı da olsa o sabahları erkenden kalkan annelerimizin ellerinde yonca süpürgelerle sokağı bir baştanbaşa temizleyip daha çöpün Çöpçünün ne olduğunun bilinmediği yıllardı o yıllar.

O zamanlar,

Bisküviyi ambalajlı cilalı boyalı ambalajlı paketlerde değil tane ile alıp keyifle çatır çutur yediğimiz bazen de olursa paramız yeterse arasına bir lokumu koyup daha bir lezzetle yediğimiz yıllardı o yıllar. Daha memleketime şişe ile paketle meyve sularının gelmediği ve bilinmediği ancak gazozu bilip gazozla keyiflendiğimiz yıllardı.

O zamanlar,

25 kuruşu bulduk mu ver elini Uludağ Gazoz imalatçısı Yakup Sandıkçı’nın gazoz fabrikasına. Evimizde buzdolabı yoktu ama Yakup amcanın gazoz fabrikasında buzdolabı vardı. Parayı verdik mi dolabı böyle bi açardı içerisi komple gazoz dolu. Gözlerimizi kamaştırırdı o gazoz şişeleri. Elindeki gazoz kapağı açacakla bele bi açardı gazoz şişesi açılınca o şişeden boşalan gazın o sesi hala hatırımdadır hiç unutmam. Şişeyi alırdık sindire sindire ele bi keyifle içerdik ki sanki dünyalar bizim olmuş gibi gelirdi bize. Gazozu orada yudumlayıp şişeyi de orada bıraktığımız içtikten sonra kendi kendimize <Oğğeş> dediğimiz yıllardı.

O zamanlar

Canımız yoğurt çektiği zaman istikamet bakkal Salih amca. Salih amca dediğim şimdiki Yapı Kredi Bankasının arada bizim aile bakkalımız eve ne lazım olsa dedem veya babam her şeyi oradan alırdık. Salih baba dediğimiz tam künyesi ile de Salih Gündoğdu. İnanın sizde yaşasaydınız belki benden daha güzel daha içtenlikle dolu satırlarla o günleri o yılları anlatmaktan geri kalmazdınız.

O zamanlar

Çok çok güzeldi günler. Alışveriş yaptığımız sadece yukarıda yazdığım tek bakkal vardı ancak burada da şunu hemen ilave edeyim. Salih Gündoğdu’nun bir kardeşi vardı onun da dükkânı hemen bir ki dükkan ötesindeydi. Salih baba da bazen olmayan şeyleri de Memet Gündoğdu dan alırdık o da bizim ikinci bakkalımız sayılırdı. O da pehlivan gibi baba yiğit biriydi hatta halk arsasında ben demiyorum o zamanlar halkın ona Öküz Memet diye hitap ettiği çok sevilen ve sayılan birisiydi. O zamanlar her insana bir lakap takılırdı onada cüsssinden dolayı o lakabı reva görmüşlerdi.

O zamanlar

Has’lı kalem daha süperinin, hiperinin ortalıkta arzı endam etmediği herkesin bakkal defterinin olduğu veresiye defterlerinin her şey olduğu sözün senet olduğu yıllardı. Salih amcamız tarafından itina ile aldığımız her şey deftere yazılırdı. Her aybaşında babamız tarafından düzenli olarak yapılan ödemeler ile yazılan sayfaların üzeri çizilir ve yeni alışverişler için yeni bir sayfa açılırdı. Salih baba da Mahalleden gelen yoğurtlar bakır parğaçlarda satılırdı. İhtiyacımıza göre alır bittiği zaman parğacı getirir geri verirdik. Hıyanet yoktu hinlik yoktu kandırmaca yoktu ve Van da insanların bir aile gibi yaşadığı yıllardı.

O zamanlar

Şimdi adları baharatçı olmuş ama o zaman bu işi Van da yapan iki kişi vardı biri rahmetli Mustafa Ekinci diğeri de Hamdi Dinler daha doğrusu rahmetliyi Van halkı kirli Hemdo diye tanırdı. Vallah ben demiyem herkes öyle bilir tanırdı. O da rahmetli babamın samimi dostuydu baharat ve hırdavat benzeri şeyleride oradan aldığımız eldeki okunmuş işe yaramaz gazete , dergi, kitap ne varsa okuduktan sonra getirip Hemdo dayıya sattığımız yıllardı.

O zamanlar

Lüks eşya beyaz eşya daha zuhur etmemişti. İlk iş her zaman en güzel şekilde yiyip içmekti. O nedenle poşetin daha icat edilmediği naylonlarla plastikle  daha tanışmadığımız zamanlarda büyük orta ve küçük sepetlerimiz vardı alışveriş onlarla olurdu. Sabah kahvaltıdan sonra dedem elimden tutar onda bir sepet bende de küçük bir sepet ver elini sebze pazarı.

 Önce Kasap Ziya’ya (Ziya Türközü) ondan et kıyma ne alacaksak alır ve Muhtar Niyazi Dayıoğlu’na uğrardık. Manavımız da oydu sebze meyve benzeri şeyleri hep ondan alırdık. Ondan sonra dedem her zaman oturup zaman geçirdiği kahveci Bapir’e takılırdı. Yük ağır olunca orada hamal Ehmo vardı o da bizim aile hamalımızdı. Onu çağırır eline harçlığını verir ve benimle eve selametlediği can boğazdan gelir dediğimiz yıllardı.

O zamanlar

Başımız ağrır dişimiz ağrır ne bileyim ilaca ihtiyacımız mı var ver elini Şifa eczanesine. Eczane Sabri Müftüoğlu’na aitti. Orada çok muhterem bir hoca dediğimiz kısa boylu ama çok güzel huylu bir eczacı kalfası amcamız vardı ona gittiğimizde halimizi arz eder o da bazen gripin bazen opon bazen aspirin gibi bir ilaç verir bi güzel de tarif eder bizi hoşça uğurlardı. Onlarda sanki bir nevi doktordular Hasta olunca gidip derdimizi anlatırdık eczacı hoca amcamız doktora gitmemiz gerektiğine kanaat getirirse doktora da gidilirdi.

İşte daha antibiyotiği bilmediğimiz sadece her derdin her davanın sanki penisilinle biteceğini şifa bulacağımız sandığımız yıllardı.

O zamanlar

Ne bu kadar eczane vardı ne bu kadar doktor. Ağzı eğri Kemal Bey, İzzettin bey koca bir şehrin hastasına şifa aradığı doktorlardı. Onlar senelerce Van halkına hizmet ettiler ki İzzettin Beyin bu şehirde emeği çoktur. Yalnız doktorlar mı derseniz? Değil elbette o bize verilen iğneleri gelip evlerimizde mekânlarımızda adalelerimize zerk eden Pansumancı Memet Efendi, İğneci Kerim Efendi’li yıllardı.

O zamanlar

Sizlerin de bildiği üzere, Vanı’ın hem delisi hem de velisi meşhurdu. Her köşe başında ya Ğıdo ile veya biraz öte de Galiple Yüz yüze geldiğimiz. Bir başka yerde başında kasketi elinde kalın değeneği ile deli arifi gördüğümüz tekel binasının önüne vardığımızda da başında kasketi yırtık pırtık paltosu ile Tekelin duvarlarına bir şeyler yazarken veya böyle mütebessim gülüşüyle gelip geçenlere bakan Selahaddin gardaşı gördüğümüz yıllardı. …

O zamanlar

“Bir varmış bir yokmuş”lu masalları dinlerken ben, hiçbir zaman bir masal olmayı isteyeceğimi düşünmemiştim çocukken. Kalabalık caddeler yoktu. Sokaklarda ise, araba ve korna sesi yerine çocuk kahkahaları duyulurdu. Herkes sadece kendisinin değil, komşusunun çocuğuna da göz-kulak olurdu. Sokaklarımızda oynadığımız, üçtaş, beş taş, saklambaç ve körebe oyunları ise bütün günümüzü doldururdu.

O zamanlar

Toprak damlarımızın salçaile sütlü buğdayla meyve kaklarıyla salçaların tepsilerle damlarda arzı endam ettiği, hanelerimizde dopdolu kilerlerin olduğu ne ararsan orada bulduğumuz kilerdeki tavanda döşemelere çivilerin ucunda kışın uzun gecelerde yemek üzere mellakilerin melleçilerin elmaların ayvaların sallandığı tavanların sanki bahçe gibi görüntü verdiği yıllardı.

O zamanlar

Şimdi her şey bir varmış bir yokmuş oldu sanki biz o zamanları hiç yaşamadık hiç o günleri görmedik hiç o insanlarla bir arada olmadık. Sözün kısası masal gibi bir şehirde çocukluk ve gençlik günlerimizi geçirdiğimiz yıllardı.

Bu güzel hikâyeyi burada sonlandırırken kısa ve veciz güzel bir mısra ile şöyle demek istiyorum;

<Ne bu günü ne yarını

Ben hep dünü yaşıyorum>

Ben böyle diyorum da bilmem siz ne dersiniz?

 

Yazarın Diğer Yazıları