
Ölümün Haysiyeti ve İdeolojik Saplantılar
Ramazan Yıldırımçakar
Ölüm, belkide insana en çok benzeyen hâlidir hayatın. Ne zengin tanır ne fakir, ne doğulu bilir ne batılı. Ne dil sorar, ne de din. Ölüm, her şeyin sükûta durduğu bir andır; gürültünün içinden sızıp gelen o son sessizlik, zamanın toprağında derin bir yankıdır. Ölüm, insanın en derin benliğiyle yüzleşmesidir; en saf, en çıplak hâliyle. Çünkü o, maskeleri çıkartır. Ve insan, ilk kez, sadece kendisi olarak, varlığının özüne doğru adım atar.
Fakat bu çağda, ölüm de kirletildi. Her ölü, bir kimlik üzerinden yargılanır oldu; onun meşrebi, mezhebi, ideolojik bağlamı üzerinden konuşuluyor. Toprağa düşmeden önce her beden, tartıya çıkarılır. Ne kadar doğru, ne kadar sapkındır? Kimin kimliğindedir ölüm? Oysa ölüm, sadece bir eşiği geçmektir. O eşiğin ardında, ne etiketlerin hükmü, ne etiketlerin doğruluğu, ne de insanların varlığı vardır. Sadece o geçişin sessizliği vardır; ve o sessizlik, her şeyin özüdür.
Bir zamanlar, ölüm bir eşitlikti. Şimdi, ayrılığın yüceldiği bir kuyuya dönüşmüş durumda. Aynı toprağa gömülen bedenler, görünmeyen duvarlarla ayrılıyor. Aynı mezarlıkta bile, ölüler yan yana olmuyor. Oysa toprak, ölülerin ayrımını yapmaz; sadece alır. Fakat şimdi toprak, insanların öfkelerinin ve ayrımlarının yükünü taşıyor. Mezarlar, kimlikler ve inançlar arasında bölünüyor. İdeolojik saplantılar, ölülerin bile huzurunu bozuyor.
İnsanlar, ölüleri kendi aynalarında yargılıyor. Oysa gerçek ölüm, bu yargıların ötesindedir. Onları kendi hakikatlerine göre ya mahkûm ediyor ya da yüceltiyor. Oysa ölüm, hakikatsizliğin değil, hakikatlerin kapısıdır. Yaşarken eğilip bükülen her şey, ölümle doğru olur. Maskeler düşer; yalnızca özü kalır. Ne konuştuğu, ne savunduğu, ne alkışlandığı… Hepsi geride kalır. Geride kalan sadece taşıdığı o özdür. Ve insan, kalbinde ne biriktirdiyse, o hâlde gider toprağa.
Fakat şimdi, ölünün ardından susulmaz oldu. Diller, kefenin ucundan içeri sızıyor. Bir bedenin soğuyuşuna bile tahammül yok. Herkes bir kelime yetiştirme, bir görüş belirtme derdinde. Hâlbuki ölüm karşısında susmak, insanın en derin terbiyesiydi. O sessizlik, bir türlü hatırlanamayan bir saygıdır. Fakat şimdi, o terbiye kayboldu. Ölüm, sadece bir araç değil; aynı zamanda bir öğretmendi. O öğretmen, her kelimenin, her ideolojinin ötesine geçmeyi vaat ederdi. Ancak biz, hâlâ kendi dar dünyalarımızda sıkışıp kalıyoruz.
Kimliğiyle yargılanan ölüler, aslında yaşayanların sevgisizliğine ayna tutuyor. Çünkü mezhep, meşrep, ideoloji… Bunların hepsi, yaşarken tutunduğumuz dallardır. Ölüm, o dalları kırar. Ve insanı, çıplak bir hakikate salar. Biz ise öleni, kendi kavramlarımızla tekrar giydiriyoruz. Onun üzerinden çıkarılması gereken tek şey dünyaydı; ama biz, onu yeniden bu dünyaya çekiyoruz.
Bir ölüye sorulsa, sadece sessizlik isterdi. Bir dua, bir baş eğiş, birkaç damla gözyaşı… Ne slogan, ne etiket, ne hesap. Sadece bir merhamet izi. Çünkü ölüm, hayatı susturan değil, hayatı hatırlatan bir hâl olmalıydı. Ama biz, hatırlamak yerine hüküm veriyoruz. Bu hüküm, zamanla şekillenen önyargıların ve ideolojik kuşkuların bir yansımasıdır. Ölüm, bir devrim değil; insanın nihai teslimiyetidir. Bu teslimiyet, ancak saf bir merhametle karşılanabilir.
Belki bir gün, ölülerimizle barışırız. Belki bir gün, biri öldüğünde sadece üzüntüyle “bir insan eksildi” diyebiliriz. Ve belki o zaman, biz yaşayanlar da yeniden insan oluruz. Çünkü ölüm, son değil, başlangıçtır; gerçek bir başlangıç, ideolojik savaşlardan arınmış bir huzura giden yolun ilk adımıdır.