Prof. Dr. Ahmet Özer

KİŞİ VARDIR KİŞİLERİN NEĞŞİDİR

Prof. Dr. Ahmet Özer

Hafızai beşer nisyan ile maluldur ve zamanla herşey unutulup gidiyor. Zamana karşı yazı ile direnmek direnmelerin en güzeli ve en asilidir, diyebilirim. Yazmak ölümün elinden birşeyler kurtarmaksa eğer, ben de bu hususta kurtarabildiklerimi ete kemiğe büründürmek istedim hep. Eğip bükmeden, kendime yontmadan, olabildiğince açık, objektif ve samimi olmaya çalışarak.  2022 yılının bu ilk günlerinde de bunu yapmaya çalışacağım.

Herşey geçer, geriye hikayesi kalır insanın. İranlı şair Furuğ’un dediği gibi, kuş ölür sen uçuşu hatırla.

Kişinin özelliği

İnsanın özelliği onu diğer canlılardan ayıran yanıdır. Bu yan akıl ve vicdan sahibi olmaktır. İnsanlığın bir parçası olan kişinin özelliği ise onu diğerlerinden ayıran özelliğidir, bu da kişinin sahip olduğu hünerlerdir. Bazen bunlar halkların belleklerinde veciz sözlerle dile gelir. Örneğin, Fars’ların insanlarla ilgili beğendiğim bir sözü var, der ki “Adam vardır, adamların neğşidir, Adam vardır it ondan yağşidir.” Kişiliği güncel olarak bundan daha güzel açıklayacak bir deyim düşünemiyorum.

Bizde de, “Öyle insanlar var ki; arpaya katsan at yemez, kepeğe katsan it yemez” diye bir söz söylerler. Bunlar toplumların tarihi süreçler içinde belleklerinden süzerek getirdiği sözlerdir; bu yüzden bin bir türlü hikmetle doludurlar. Bu noktadaki soru şudur: İnsanları öyle ya da böyle yapan nedir? İnsanların kişiliklerini oluştururken psikolojik açıdan geçtikleri süreçler nelerdir; gerçek benleri, sosyal benleri ve de ideal benleri gibi. Ve bunlarla barışık mı?

Gerçek ben, kişinin kendi gerçeğidir; soyal ben, toplumun onda görmek istediği şeydir; ideal ben ise kişinin ulaşmak istediği yerdir. Kendi gerçek ben’iyle barışık olmayan birinin vay haline. Kimseye çaktırmasa bile içinde oluşan derin kuyularda debelenip durur, bir türlü kendine gelemez, hatta kendi olamaz bile. Olamayınca da olumsuz yansımaları davranışlarıyla dışa vurur, çevresine ve topluma yansıtır bu davranışları.

Sosyal ben ise toplumun kişiyi yönlendirmesidir. Toplumun insanı, görmeyi istediği şey olmaya çalışmaktır. Özgüveni eksik olanlar kendilerinin nitelik ve yeteneklerinden ziyade toplumun onlar için biçtiği kalıplara girmeye çalışırlar. Sonuçta olamazlar da. Çünkü toplumun, onlar için, olmasını istediği şey hem o kadar kolay değil hem de zaten bu yönde çark eden bir kişilik kendinden koptuğu gibi çervesinin olmasını istediği kişi olmayı başarması da kolay olmaz. Bu yüzden bu nevi kişilikler tekâmül etmezler hep arada kalırlar. Dünyada en zor şey arada kalmaktır.

İdeal ben’e gelince; bu da kişinin ulaşmak istediği hedef (ler)dir. Hedefi çok yukarıya koyarsan ulaşamadığın zaman hayal kırıklığına uğrar mutsuz olursun, çok aşağıda olursa da, hep orda sürünüp durur, genellikle arzuladığın yere varamazsın.

Peki ne yapmak gerekir?

Hedefe ulaşmada cesaretin rolü

Hedefe ulaşmayı motive eden şey cesarettir. Cesareti harlayan şey ise insanın içindeki hırstır. Ben hırsı genellikle bir aslana benzetirim. Hani derler ya herkesin içinde bir aslan yatar diye, o misal. Eğer korkak davranıp aslanı beslemezsen, açlıktan ölür, o vakit karnında ölü bir aslanla gezen pısırık biri olur çıkarsın. Etrafınıza bakın, karnında ölü aslanlarla gezen binlerce insan görürsünüz. Onlar da bir zamanlar büyük hayallere sahipti, gözleri zirvedeydi. İdealleri vardı, en iyisi, en yüksekteki olmak istemişlerdi. Ama ne var ki biraz korkak, biraz tembel olduklarından zirveye ulaşmaya giden yorucu yolu göze alamamışlardır. Bulundukları yerde kala kalmışlardır. Bu kalış zamanla alışkanlığa dönmüş, o alışkanlık karakterlerine; bu karakter de zamanla kaderleri haline gelmiştir.

Şöyle ki; ya göze alamadıkları için hiç yürümediler hedefe, ya da gözleri yemedi geri döndüler, o yüzden oraya hiç var(a)madılar. Oysa zirve için hem azim hem cesaret gerek. Bu azme ve cesarete sahip olmayanlar hayalini kurdukları şeyleri zamanla içlerinde kuruturlar. Sonuçta kendilerini mahkûm ettikleri yaşama çar naçar alışırlar. Aristoteles’in de belirttiği gibi, alışkanlık(lar) zamanla onların karakteri olur çıkar. Ve bu karakter kaderleri olur.

Bir de bunun tersi var. Hırsın aklın önünde gitmesidir o da. Eğer içindeki aç aslanın önüne çok “et” sallandırırsan, o takdirde oraya canhıraş bir biçimde saldıracak olan aslan senin göğsünü yırtarak çıkacak hem kendini hem seni mahvedecektir. Yani demem o ki hırsın aklının önünde gitmesin. Aklın ona yön versin. Hedeflerin ulaşılabilir olsun ve de alacağın riskler mantık derekesinde olsun.

Ama bu yolda asla korkak ve pısırık da davranmayacaksın. Makulü dengedir. Aristoteles erdem mesotestir, mesotes de dengedir, diyor. Hırsın ve tamahın ölçüsü kaçtığında tıpkı Van’ın Zımzım Dağında Meher Kapıda sıkışan çobana dönersin.

Çoban Kapısı Efsanesi

Günlerden birgün kepeneği sırtında, sihirli kavalı elinde, önüne kattığı koyun sürüsünü güden bir çoban, sürüyü güde güde vanın kuzeyinde yeralanAkköprü suyuna kadar getirir. Billur gibi akan bu sudan eğilerek hem kendisi kan kana içer hem de susamış olan koyunlarını suvarır. Sonra zımzım dağının yamaçlarından kuzeye doğru doruğa çıkmaya başlar. Biraz sonra koyunlarını dinlenmeye bırakıp, sadık dostu kavalına sopa gibi dayanır ve yorgunluktan kapanmaya başlayan göz kapaklarına hükmedemeyerek tatlı bir uykuya dalar. Bir süre sonra güzel bir rüya ile başbaşa kalır.

Masmavi bir gök kubbe altında ve şirin bir yerdedir. Rüyasında birdenbire gökyüzünün tabakalar halinde yarıldığını görür çoban. Yarılan gökyüzünün içinden son derece güzel bir kız çıkar ve bizim delikanlı çobana yaklaşarak selam verir. Yardıma geldiğini, korkmadan kendisini dinlemesini ister: “Bak, şimdi sana bir dua öğreteceğim, iyi belle ve sakın unutma. Bu dua bütün tılsımları çözecek ve istediğin her arzu ve emelin yolunu açacaktır. Şu kapıya iyi bak…” diyerek onu MeherKapı’ya doğru götürür ve çobana öğrettiği duayı okur. Çoban birdenbire ne görsün; koca taşkapı yarılarak içeriye girilecek şekilde aralanır. Güzel kız genç Çoban’a “haydi korkma içeriye gir” diyerek içerdeki hazineyi ona gösterir. Duayı da tekrar tekrar okuyarak unutmamasını tembih eder.

Bir süre sonra çoban uykudan uyanır. Rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamamıştır. Bir yandan bunu düşünürken bir yandan da sürüsünü toparlamaya çalışır. Biraz da çekinerek rüyasında gördüğü kapıya yaklaşır; kızın öğrettiği duayı okur ve hayretler içinde taş kapının açıldığını görür. Kapıdan içeri girince gördükleri karşısında gözleri faltaşı gibi açılır. Çobanın hayal bile edemeyeceği mücevherler, altınlar, elmaslar yığınla karşısında durmaktadır. Sağına soluna bakar, sırtından heybesini indirerek heybenin her iki gözünü elleri ve ayakları titreyerek tıka basa doldurur. Heybe o derece dolmştur ki onu yerinden zorlukla kaldırıp sırtına alır ve dışarı çıkıp, evinin yolunu tutar. Elmasa altına kavuşan çoban adeta uçmaktadır. Tüm umutları gerçeğe döneceği için dünyası şenlenmiştir. Neşesinden kaval çalmak ister. Fakat heyecandan kavalını taş kapının içerisinde bırakmıştır. Tekrar kapının önüne gider ve ezberindeki duayı okur. Kapı açılır, içeri girer, kavalını bıraktığı köşede bulur, gözü tekrar hazineye takılır, lakin onca aldıklarına rağmen çobanın gözü doymamıştır. Kavalıyla beraber ortadaki kıymetli şeylerden bir miktar daha alır. Biraz daha, biraz daha derken kavalını ve son mücevherleri, altınları alıp kapıya yönelir. Yeniden kapanan kapıyı açmak için ezberindeki duayı okuması gerekmektedir. Fakat dünya telaşı ve hırs ona duayı unutturmuştur. Dua bir türlü aklına gelmez. Sağa koşar, sola koşar, aklını zorlar düşünür de düşünür… Fakat nafile, duayı bir türlü hatırlayamaz. Yalvarır yakarır, ağlar, ama bütün bunlar boşa gider. Duayı hatırlayamadığı için dışarıya çıkamaz. Çok sevdiği yakınlarından, dostlarından ve sürüsünden ayrı kalır. Dünya malına çok tamah edip bunu gereğinden fazla bir hırsa dönüştürdüğünü düşünerek kahrolur ve oturup için için ağlamaya başlar.

İşte rivayet edilir ki, şu anda bile Van Toprak Kalenin yukarısında bulunan MeherKapı’ya gelen ziyaretçiler kapının ardından bir inilti duyarlar ve kulaklarını kapıya dayadıkları zaman genç çobanın, içeriden gelen hazin ağlama sesi ile karşılaşırlar.

Demek ki, bu duruma düşmemek için hırsın ve haris olmanın kurbanı olmamak gerekir. Tabi bunu derken korkak olmayı da öğütlemiyorum. Çünkü her ne olsursaolsun, korkak olma, derim. Fark yaratan her zaman cesarettir. Aşk, para ve liderlik cesurları sever. Fakat cesaret de güneşe gözlüksüz bakmak değildir, Meher kapının ardındaki çoban gibi… Tedbiri elden bırakmayarak, bir elinde eğer başarıyı tutuyorsan öbüründe acıyı tutmasını da bileceksin. Kazanmayı tasarlıyorsa kaybetmeyi de göze almalı insan. Hiçbir şeyi kaybetmek istemeyen biri hiçbir şey kazanamaz.

Yukarıda belirtmeye çalıştım; Aristoteles, erdem mesotestir, der; mesotes ise deneğedir, dengeli olmaktır, denge de durmaktır. 

Nasıl mı?

Ortalama yaşamın erdemi mi?

Buradan Daniel Defo’nun salt mutluluktan müteşekkil sanılan yukarı katlarda yaşayanların hayatları ile salt acıdan müteşekkil oldukarı için çekilmez olan aşağı katlardaki insanların arasında ortalama bir yaşam öneren, daha doğrusu babasının bir nasihat olarak ona önerdiği anektodu dile getirmenin tam zamanı.

Defoe bildiğimiz gibi, RobinsonCrusoe’nun yazarıdır. Kapitalist mülkiyetçi dünyayı müjdeleyen ilk roman sayılıyor yazdığı RobinsonCrusoe romanı. Yaşadığı adada yalnız kalan Crusoe, yalnız olduğu halde araziyi çitlerle çevirir, kendine mülk haline getirir. Kendinden başka kimsenin olmadığı bu ıssız adada Cuma ismindeki kişiyi arkadaşı yapması gerekirken kölesi yapmaya çalışır. Bulunduğu yerde bir değeri olmadığı halde gemideki paraları, pulları, altınları can havliyle adaya taşır vs. Bunlar insanoğlunun ne kadar açgözlü, haris ve doyumsuz olduğunu gösterir. Ve kapitalist anlayışın ne menem bir şey olduğunu da... Ne ki, romanında bunu işleyen Defoe’nin babasının nasihatları bununla taban tabana zıttır.

 “…Benim başlıca özlemim denizlerde dolaşmaktı, bu özlem beni babamın istekleri, daha doğrusu buyruklarına, öğütlerine öyle büyük bir kesinlikle karşı koymaya itiyordu ki, beni düpedüz ilerde başıma gelecek sıkıntıların içine atan bu özlem, alın yazımdaki bir uğursuzluktu sanki. Bilgili, ölçülü bir adam olan babam, benim bu tasarımı sezerek çok güzel, ağırbaşlı uyarılar yaptı. Bir sabah, çekmekte olduğu damla hastalığından dolayı hiç çıkamadığı odasına çağırarak bu konuda bana candan öğütler verdi. Yaşamanın sıkıntılarının da aşağı tabakadakilerle yüksek tabakadakiler arasında bulunduğu, en az sıkıntıya orta bir yaşayışta rastlayacağını, orta tabakanın hem aşağıdakiler hem de yukarıdakiler arasında göze çarpan bir sürü kötülükten uzak olduğunu; orta bir yaşayış süren insanların, hem soysuz bir yaşayıştaki tantanadan, aşırılıklardan, hem ezici yorgunluktan, darlıktan, hem de güçlüklere yol açan doğru düzgün yiyecek bulma sıkıntısından uzak yaşadıklarını, bütün bunların, bu iki tabakanın sürdüğü yaşayışın doğal bir sonucu olduğunu, orta yaşayışın her türlü erdemi, her türlü sevinci sağlayabilecek bir nitelik taşıdığını, barış ile bolluğun, ılımlılığın, ölçülülüğün, erinci, sağlığın, toplu bağlarının, bütün güzel eğlencelerin, özlenen sevinçlerin, orta tabaka yaşayışına bağışlanmış şeyler olduğunu; böyle bir yaşayışla insanın, kafaca ya da gövdece büyük yükler altında ezilmeden, bir lokma ekmek uğruna köle gibi satılmadan, ruhunu esenlikten gövdesini de rahatlıktan yoksun kılan dolambaçlı olayların ağına düşmeden, dünyadan sessizce, başı bile ağrımadan gelip geçebileceğini; böylece kendini, kıskançlık duygsuyla, büyük şeyler elde etmek için gizli, yakıcı tutkularla yiyip tüketemeyeceğini; tam tersine dünyanın bütün tatlarından payını alarak, hiçbir acı duymadan, mutluluk duygusu içinde, her geçen günün yaşantısıyla bu mutluluğu biraz daha anlayarak, gül gibi yaşayıp gideceğini söyledi.”, diyor Defo.

Tamam, da hiç acı çekemeden mutlu olunabilinir mi? İnsanın başı bile ağrımadan güzel bir yaşama ulaşılabilir mi? Peki böyle ortalama bir yaşam önermesi ne kadar doğru? Ben yaşamım boyunca öğrencilerime hep büyük düşünmelerini salık verdim. Dünyanın bütün büyük işlerini cesur ve azimli genç insanlar başarmıştır çünkü. Babam şöyle derdi hep, “Oğlum, cins bir atı dışarı çıkardığında gözü hep zirvededir, ama sütçü beygirinin başı ise hep önündedir. Zirveye değil önüne bakar hep, başını kendine musallat olmuş at sineklerinin acısıyla sallar durur, o yüzden bir yere varamaz.” Önce ne yaptığını bulmalı insan sonra ne yapacağını bilmeli. Gerisi azim ve cesaretle gelecektir. Bunu ben zorlu geçen yaşamımda ne kadar gerçekleştirebildim bilemiyorum. Takdirini bu metni okuyacak olan siz değerli okuyuculara bırkıyorum.

Yukarıda Aristonunmesotes’iniDefo’nun babasının söylediği ile karıştırmamak gerekir. Öyle anlaşılıyorsa ona da karşı çıkarım. Lakin 40 merdivenli bir yokuş düşünün. Birinci basamak ile 40. basamak arasında çok fark vardır. Kırkıncı basamakta dünya bambaşkadır, ufuk farklıdır. Diyelim siz niyetlendiniz, çıkmaya başladınız, birkaç basmak çıktıktan sonra biri önünüze çıktı, size engel oldu, sizi itti, birkaç basamak aşağı düştünüz, o zaman korkup vaz mı geçerseniz; bu taktirde asla kırkıncı basamağa çıkamazsınız. Ya da daha az tehlikelidir 20. basamakta durayım derseniz yaşamın size sunduğu olanağı kullanmamış olursunuz ve belki yaşamınız boyunca pişmanlık içinde orda kalamya devam edersiniz. Bunun yerine üstünüzü başınızı düzeltip, yallah deyip yola devam edersiniz varacağınız yerde ufuk bambaşka olacaktır. Hedef önemli, ama unutmayın yolculuğun kendisi de, hatta bazen hedeften daha da değerlidir. Bazen Evereste çıkmak için verilen çaba onun başında kısa bir süre durmaktan daha heyecan verici olabilir.

Evet fark yaratmak cesaret gerektirir, cesaret ise risk gerektirir. Gerketiğinde insanlar kendi Everestlerine tırmanabilmeleri için hesap edilebilir riskleri göze almalıdır.

Yazarın Diğer Yazıları