Prof. Dr. Ahmet Özer

Giderem Van'a Doğru

Prof. Dr. Ahmet Özer

Ut’ede

Kadim topraklardayım... İran hududundaki Pirreşit Dağı’nın eteklerinde. Pıtağ Ovasının dağa yaslandığı yamaçta kurulmuş köyde... Bu köy benim doğduğum köy.. Şimdi ordayım, Ut'e de. Sonradan Türkçeleştirilmiş ismiyle Beydağı'ında yani.. Benim için üzücü bir haber sonrası geldim...Hem halamın oğlu hem de çocukluk arkadaşım H. Mustafa'yı kaybettik. Onun taziyesi var.. Ne garip, mutluluk paylaştıkça çoğalıyor, acılar ise paylaştıkça azalıyor. Ben de acılı ailenin acısını paylaşmaya gelmişim. Serksaşi, yani başsağlığı için.

 

Buraya yaptığım yolculuk aynı zamanda çocukluğuma doğru yaptığım bir yolculuk oldu benim için...  Hem bir iç yolculuk hem de değişen dünyaya bir dış gözlem. Kendimle, geçmişle asbihaldeyim, gelecekle hesaplaşmada.  Etraf küçülmüş sanki. Ya da ben mi büyümüşüm..? Anılar canlanıyor zihnimde. Birini çekip çıkarınca bir diğeri “ben de buradayım, sakın beni unutma beni de” deyip el uzatmada.. Onlarla konuşuyorum “Nasıl unuturum sizi? Beni ben yapan siz değil misiniz?”O kadar çooklar ki, hangi birini seçeceğimi şaşırdım. Ama onlara söz veriyorum, “Sizi hiçbir zaman unutmayacağım” diye. Bu kararı alalı aslında çok olmuş, sadece yerinde yineliyorum, mühkem olsun diye.. Çünkü unutmak ölmek demektir anılar için. Terketmektir. Aslında öyle yaparsan, farkına varmadan terk ettiğin kendinsin.. Anmak ise yaşatmaktır, can vermektir anılara, yazmak ise ölümsüzleştirmek. Yazarsan anıların ömrü seninkinden uzun olur. Sen ölsen de onlar yaşar..

 

Zaten hayat dediğin nedir ki? Anlar ve anlardan başka? Geçmiş geçmiş, geri getiremezsin, gelecek ise daha gelmemiş olduğu için hükmün geçmez. Şimdiye istediğin gibi hükmedersin. Lakin akıl şimdiyi sevmez, güvenlik arayışı içindedir, asıl duygular şimdiyi sever. Şimdi olsun ister. O anda akıl karşı durur duygulara, olmaz, şu var, bu var diyerek.. İnsan geçmişle gelecek arasında gerilmiş bir iptir, şimdiye hükmü geçen. Geride bıraktığın ipin kalitesi sana bağlı. Geleceği ise cesaretine.  İnsan’ı insan yapan  geçmişi hatırlamak, gelecekle ilgili hayal kurabilmek değil mi zaten? İnsanın bilinci geçmişe, muhayyilesi geleceğe açılır hep. Ben ikisinin kıskacındayım bugün...

 

Halamın oğlu Mustafa ve köyün imamının oğlu Emoşo ile yılan avlayıp kuş kovaladığımız yıllar daha dün gibi gelip takıldılar aklımın anı oltasına, lakin çook uzaklarda kaldılar onlar.. "Hey keda bè dünyayı" sözleri kulaklarımda.. Köyün tarihçisi Ahmet anlatıyor habire, ben dinlemedeyim..Sonra dolaşıyoruz köyü..  İşte burası doğduğum yer. Doğduğum ev, taştan ve kerpiçten yapılmıştı, iki katlı, iki odalı, sekili ve avlusu ile çocukluğumun kişilikli sarayı.. Kendine has şahsiyeti ve mimarisi olan ev, bir tarafından yıkılmaya yüz tutmuş... Taşları kayıp gitmiş, kömların ve ahırların duvarlarına karışmış.

 

Deprem sonrası orada burada parlayan ve bir şeye benzemeyen çatılı evler pıtırak gibi açmış şimdi...  Onlar taştan azade, betonun soğukluğuna teslim olmuş çoktan. Ben hep hayret etmişimdir modernleşme denen çarpık yabancılaşmaya. Kürtler modern olmayı nedense hep Türklere benzemekte ararlar, Türkler de Batılılara benzemekte aramış durmuş modern  olamayı ve modernleşmeyi.. Geçmişten ve gelenekten kopan bir acayip özenti. Bilimi, üretimi bir yana bırakıp, giyimi kuşamı,yemeyi içmeyi, yapıyı yapılaşmayı taklit ederek.. Oysa geçmişi olmayanın geleceği olur mu hiç?

 

Neyse ben gene sılama doğru kanatlanıyorum, Korsevel Dağına ve Qereçelik Vadisine doğru..  daha oraya varmadan, "bırè", "çevgırdonek", “tuté”, “dara topé” oynadığımız,“tırşo” topladığımız, “rıbıs” ve “mend锺ölenlerine gittiğimiz yeşil çayırlar geçmişten el sallıyorlar bana..   Ben çok uzaktan geliyorum,“nerde kaldın bunca yıldır?” deyip sitemdeler bugün bana.  “Ancak gelebildim, affedin beni” diyorum, çocuk Ahmed’in elini tutarak yanlarına varıp. İşte ancak o zaman affediyorlar beni. 

 

Derken gelen giden dağıtıyor muhayilemi.. Ben taziyeyle hemhalım,  taziye ise birgün önce bitmiş.. Derken ilk dersi aldığım ilkokulum çarpıyor gözlerime. Taşlardan yapılmış, deprem oynatamamış onu yerinden, bahçesinde ilk dersi kumlar üzerinde gördüğüm o bina  göz kırpıyor bana.. “Hatırlar mısın karlı günlerde koltuğunda beni ısıtmak için tezek ve geven taşıdığın yılları? Ya baharla birlik bahçede koşuşturduğun ve de yüksek sesle her bayramda kürsüye seni çıkartıp şiir okuttukları yılları?” Nasıl hatırlamam.. Bu gün bile şiire, edebiyata büyük ilgim o günlerden kalma. Bunu sana borçluyum, çok çok teşekkürler.. Ben onu, o beni anlıyor.. Ve bakıyorum bahçede bir sürü çocuk oynaşıyor..

 

Derken taziye evinin kapısı yeniden açılıyor.  Bir çok insan giriyor içeri. Toplanıp gelmişler ilkokuldan arkadaşlarım.. Kimi artık çok yaşlanmış, kimi hala bencileyin.. Çoğu göçmüş batıya ekmek parası için. Kimi “ata baba topraklarını terk”edemem” deyip kalakalmış buralarda hala. Duyan geliyor.. ve geçmişten geleceğe uzanan yolda hep birlikte yürüyoruz şimdi...Gitme vakti.. Sonra İsabeydağı  Yaylasını arkamda bırakıp yönümü Tendürek Dağına veriyorum..  Çocukluğumu onlara ve orada bırakarak.. İkinci dönüm noktam olan kasabaya doğru..

 

Bergiri

Muradiye, namı diğer Beygiri, eski ismi ile Kandahar.. İlk gençlik yıllarımın geçtiği ve ortaokulu okuduğum şirin ilçe.. Artık yok yerinde.. Deprem sonrası aşağılara, eskiden bizim tarlalarımızın olduğu yere göçmüş.. “Her göçüş bir yitiştir”, dediği gibi ozanın. Arkada kalan yaşanmışlıklar peşini bırakmaz insanın. Bir yaprak uçar rüzgar da ya da kişneyen bir at görürsün,canlanır durur o anda anıların.. Sılaya dönüş başlar oralara vardığında. Çünkü büyümek aslında sılaya çıkmaktır. Bir uzun gündür ömür. Ve gün akşama döndüğünde kişi sılasına kavuşmak için didinir durur.. Anılar canlınır belleğinde işte o zaman . Muhayyilem yine alıp götürüyor o günlere beni...

 

İlçeyi boydan boya ikiye bölen taşlarla döşenmiş bir cadde.. Etrafı akasya ağaçları ile doluydu bu tek, mecburiyet caddesinin.. Cadde, Çaldırana doğru uzanırken bir T çiziyor.. “T”nin ucunda yürürken, renkli pervazlı pencereleri örten perdeler titrerdi, ardında bizi izleyen gözleri yavuklularımıza yorup yüreklerimizi kanatlandırırdık. Bir daha bir daha gidip gelirdik, sanki mahpus yüreklerimizi azad etmek istercesine.. Yol sadece ayaklarımız altında değil, yüreklerimizin delhizinde de çatallanıyordu. Çatalın bir ucu top koşturduğumuz Koruk Deresi’ne  öbürü piyasa yaptığımız Muhacir Mahallesine, oradan Abağa Ovasına, Beyazit  ve Gilidağ'a uzanıp gidiyor.. ve caddenin her iki yanında iki küçük kanalet... Buradan devamlı su akardı.. Akan suyun yarattığı serinliğin eşliğinde, baharda köpüren akasyaların gölgesinde oturup sohbet ederdik, tavşan kanı kınalı berrak  çaylarımızı ince belli cam bardaklarda yudumlarken... Daha o günlerde memleketin hali pürmelalini nasıl düzelteceğimize kafa yorardık.. (Ya şimdilerde, şimdiki nesilde neden bu ideal ve duyarlılık yok? İyi bir inceleme konusu doğrusu..) Ve derken  günün hercümercini  hararetle konuşur, geleceğe dair hayaller kurardık..

 

Ne ki şimdi hiçbiri yok yerinde.. Ne hayatımın en güzel filmlerini seyrettiğim kagir binadan yapılma sinema, ne bayramlarda heyecanla beklediğimiz takım elbiselerimizin dikildiği Zekiler'in ve Bedreddin'in terzi dükkanları.. Ne  her seferinde iddialı bir biçimde tavla attığımız Lice’den kaçağa gelmiş bir daha dönmemiş olan Halit Emmi’nin kahvesi ve ne de eski belediye reisi Şevket Efendi’nin kıraathanesi..  Ben burada,  zar ustası Aro’yu ve  ışıklar içinde yatsın okul arkadaşım,“bidul Heyder’i” yenerdim alkışlar arasında.  Sonra ver elini “şandılksazı” yerine getirmeye.. Ve tadı hala damağımda  olan, kıymalı yumurtalar, kızartmalar yediğim Osmanın lokantası.. Hiçbiri yok yerinde artık..

 

O cıvıl cıvıl şehir deprem sonrası şimdi bir hayalet kasabası gibi.. 

Oysa burası o kadar güzel, o kadar şirindi ki  Amerikada  iken bile rüyama girerdi.. anlattığımda, arkadaşlar buna anlam veremez, yadaırgardı.. Ama bilmiyorlardı ki ruhumun derinliklerine yapışmış en parlak resimlerin onlar olduğunu.. Galiba insanın en zengin banka hesabı çocukluğu.. ve en temizi.. yarım kalmış bir oyun gibi, şimdi üstünü getirip tamamlamaya çalıştığımız...? Ve çocukluğumun ve gençliğimin arkadaşları..? Onlar da her biri bir yere savrulmuş şimdi.. bir kaç kişi kalmış kala kala.. Bir dönem ilçeye belediye başkanı da olan kadim arkadaşım İbrahim'i, öğretmenevi müdürlüğü yapan Şahin'i ve şimdi kayyumda olduğu için görev yapamayan meclis üyesi Ekrem'i, dostum Alamancı Hasan'ı ve beni izlemeyi hiç bırakmamış olan İdris’i, eşi dostu,  akrabaları gördüm. Tabi her zaman yaptığım gibi  esnafı ziyaret etmeyi ihmal etmedim, onlarla sohbet edip bir çaylarını içtim..

 

Ve şelale.. şelalesiz olmaz. Çocukluğumun coşkusu gibi hala coşuyor sularını saçarak ak aşkların ve serininde dinlenen dostlukların üstüne. Köprüsü ne kadar ince olursa olsun, isterse sırat gibi, yürekler geniştir lakin burada. Herkese yer var, sen de gel gardaşım, bağdaş kur dostluğun sofrasına, der gibi sallanır, kimseyi sırtından düşürmeden yıllarca. Bentlerinde koğort balıklar tuttuğumuz Bedimahi çayı akar durur hiç yorulmadan ve yüksünmeden, geçmişten geleceğe balıklarla birlikte anıları da taşıyarak. 

 

Ve yaşam bir ırmak gibi durmadan akıyor.. bir devridaimle geçip giderken bu darı dünyadan, arkada bir iz bırakmaktır, önemli olan, kuyruklu bir yıldız gibi, gerisi buralarda denildiği gibi "fani.." yani yalan..!

 

                                                           -II-

Ve Van…

Ut, Beygiri  derken şimdi Van’dayım.. Nasıl anlatsam bilmem ki. "Dünyada Van, Ahirette iman" diyerek mi? Yetmez bence..  Çünkü yukarıda Artos, beride Süphan itirazda.. Eteklerinde gelincik tarlaları, gül ve sosunlar da öyle ve Van Gölü çalkalanarak köpürür durur bunu duyanda.. Göz kırpmakta kıyılarında yün yıkayan  vestanlı kızlara.. Siz de kızlar, siz de bir şey söyleyin bu gezgine demedeler.. Kızlar, kesk ü sor giyinmiş bu gün.. Bu kadarla olmaz diyorlar.. Bir dal kırılıyor Şamran syunun kenarında, içimin güvercinleri kanatlanıyor.. Ruhun gökkuşağı denizle dağlar arasında asılı öylece..Göl turkuazdan maviye dönüyor. Gölün (ben göl dedimse de siz deniz anlayın) sol yanında Artos’la Zagros’lar sırt sırta vermiş, güneşin battığı yerde Süphan Nemrud’a karşı tetikte.  Pirreşit güneşin doğduğu yerden onları gözetlemekte.. Bu dağ Mengene Dağı’dır tan yeri atanda Van’da.. Bir yanım uzanır, Kafkas ufkudur, bir yanım seccade acem mülküdür. Bu coğrafya kadim dağlar coğrafyası..        

 

Ve dağlar, yamaçlarında rüzgar gibi esen yağız ve ak atlar, sırtlarında sol dudaklarında bir özgürlük gibi ıslıkları yiğit delikanlılar.. Kara kaşlı kaytan bıyıklılar hepsi.. Onlar bilirler ki bu dağlar bahtsız değiller cendermeler gibi, Ahmed Arif'in dediği gibi, Utandırmazlar evelallah adamı..

 

Bizim burada dağlar denize aşıktırlar.. Van denizine.. Eğilip öpmek isterler, öpemezler..  Dağlar eğilmez çünkü. Bağırlarında erittikleri ak sevdayı akıtırlar bin gözlü çeşmeler gibi.. Orada buluşur, halvet olurlar, baharın al yeşilinde, Nevrozlarda..

 

Tam bu sırada Memo bir ok gibi dalar mavi berrak sulara, adaya doğru kulaç atmada, kendini Tamara bekler çünkü orada..  Ama her zaman ceberrut ve dinler arası aşka izin vermeyen biri vardır orda burada. Burada da bir papaz vardır, barışçıl aşkın kapısında..  Cizir-a Botan’da Memo ile Zin’in kapısında duran Beko’yé Eban gibi, ayırır onları.. Ama bu topraklar ne Sultan Murat takmış ne Rom-a reşi.. Anadoluyum, Behra Vanıyım ben çünkü.. Dilan var, Kızlar çergobezde, Muradiye şelalesi gibi çoşuyorlar bugün.. Lakin gün batmakta, kızıllık Nemrut ile Süphan arasında karanlığa direniyor.

 

Tam bu sırada Siyabend yarda Ğecè' yi bekler hala (Ey Şeng sülalesinin güzel Ğece’si, bir kara çalı delip bağrımdan çıkmış sırtımı, ne zamana kadar böyle beklerim seni, gel de kurtar beni,) demektedir.   Ğece, dardaki, bu yürek burkan sese, acılı acılı cevap verir, “Siyabend, Siyabendé Silivi, (Ey Silivli Siyabend, oku yayı gümüşten savaşçı, demedim mi sana ben, gitme bu kavgaya, bu gün yetim bırakıp bizi.) Ama ne çare, Siyabend yarın ta dibinde  çalıya saplanmış, akar durur kanı;  Ğece uçurumun başında, babasının ordusu peşisıra arkasında..  Siyaben çaresiz son nefesinde “Git Ğecé, özgürsün, evlen mutlu ol” demekte, son nefesini verirken. Ğece, sevgiline içerlemekte bu söz üzere “Ğece giderse sen üşürsün kışın” diyerek; canının cananı Siyabend kışın üşümesin diye kendini yardan bırakmakta.. Bu günün kızlığı böylece karanlığa teslim olmakta.

 

Elbet gün gelir, devran döner Siyabendler Ğecèlere, Memo Tamara'ya kavuşur bir gün. Bir gün mutlaka...Siz hiç sabahı olmayan gece gördünüz mü dostlar..? İşte geldik gidiyoruz gene..

 

Van havaalanında Ğece ve Siyabende, Mehmet Uzun’un anısına bir el sallıyoruz. Bilenler bilir bunu.  Ve Tamara’nın kıyıda bıkmadan usanmadan birgün gölden çıkıp gelir diye Memoyu bekleyişini selamlar dostlar.. Ve uçağa binme saati.. Şimdi size bu anlattıklarımı bir de asumanlardan selamlayayım bari.. Teyyarenin tekerleri yerden güçlükle koparken ben de bu kadim topraklardan güçlükle ayrılıyorum, şimdi güneşin doğduğu yerden battığı yere doğru.

 

Şimdi de sanadır söyleyeceklerim Van’a gidecek olan dostum;

 

Van'a gidince Van denizine nazır Kaleyi gezecek, Muradiye’de Şelaleyi göreceksin. Sanma ki geldiğin gibi gideceksin.. senden evvelkilerde öyle dediler ama akllarıının bir parçasını Van’da bırakıp gittiler.. Lakin vakit varken,dönmeden, Edremit’te ayran aşı ile balık yiyip Ahdamara Adası’nda Memo’yu an. Tekneyle kıyıya dönerken Süphan’da Siyabend ile Ğece'ye mutlaka el salla.. Tek gözlü kediyi sevip, görkemli bir semaverde “Çoban Kapısı Efsanesi” eşliğinde Şahbağı’nda bir demli çay iç. Bu senin seyahatinin rutini olacak..Bunların hepsi tamam... Ama yetmez..

 

Mutlaka "Bak Hele Bak" kahvaltı salonuna uğrayıp Yusuf ile tanışmalısın..Yusuf ki, kendine has tarzı ile yaptığı stand-upla adeta tek başına ilin tanıtım dinamosu gibi... Biz sevgili yeğenim Mehmet'in davetlisi olarak Mersin’e uçmadan önce Bak Hele Bak'a uğradık tabi.. Kapıda el çırparak karşıladı bizi nevi şahsına munhasır Yusuf; “Vaay hocam gelmişşş...” diyerekten, a’llar ve ş’eleri acayip biçimde, kuyrukları yere değinceye dek uzataraktan... Bunu deyip ortalığı inletince,bir çok bakış üstümüze dönüverdi aniden. Selamlayıp geçip gittik tabi şark üsülü döşenen oturaklara..  Yusuf başladı sorularını sıralamaya.. Sorunun cevabını Sen bilirsin, ama hediyeyi başkası kapar.. Yusuf, kendine has şivesiyle "Burası Türkiye, kim kazanır kim yiye" diyerek ironiyi harlar.. Sonra mı,  sonra "Ağzınızı bal, paranızı Van yesin" diye ekler. Bu böyle devam edip gider.. Ve işin kahvaltı kısmı gelip çatar..  gıncırok, murtuğa, otlu peynir, Van’ın meşhur kaymakla balı sofrayı süsler.. Belki de kahvaltı bahane, hediyeler ve sözler şahane...

 

Ne yalan söyleyeyim, ne biz "bak hele baka" doyduk ne de Yusuf bize.. Epeydir sözüm vardı gidememiştim ya.. Bir dahaki sefere, kendisinin yaptığı, tadı damak çatlatan Van Tavası ile bir zamanlar anamın çok güzel yaptığı Keledoş'un sözünü aldı bizden. “Kııymetllliiii kocam bir dahaki sefere gel sırf bu yüzden..”diyerek uğurladı bizi. Bir daha ne zaman döneriz bilmem ama kahvaltının tadı damağımızda, Yusuf’un sözleri kulağımızda ve keledoş sözü hafızamızda dönüyoruz şimdi.

Yazarın Diğer Yazıları