İkram Kali

Bayramlaşmaya gittim

İkram Kali

Kurban Bayramı tatili bitti.

 

Herkes kendine göre değerlendirdi uzun tatili.

 

"Tebdili mekânda ferahlık var" anlayışıyla bayramda il dışına tatile gidenler de oldu.  Van'ın "Öz evim öz görüm" deyiminde olduğu gibi bayramı inadına evinde geçirenlerde. Eski bayramlara büyük özlem duyanların sayısı bu bayram da bir hayli fazlaydı. Ortak tepkiler "Her şey var ama bayramın tadı tuzu yok" şeklindeydi.

 

Bayramın ikinci günüydü…

 

Kehrizlerinden kana kana su içtiğimiz, tarlasında, sokağında, milav, top oynadığımız, yedi veren gülü ve leylaklarını kokladığımız, pencerelerini küpeli, hanim şükriye, kasımpatı çiçekleri ile üstü dantelle örtülen semaverin süslediği beyaz badanalı, tahta tabanlı, çift kanatlı kapıları ve salonunda ocağı (şömine) bulunan kerpiç evimizin olduğu,  çocukluğumun anavatanına getirmişti ayaklarım beni.

 

Şimdi bambaşka bir boyuttaydım.

 

Evimizle bitişik tepede kışın kızak kaydığımız, yaz günlerinde âşık atıp bilya yuvarladığımız, fırfıra çevirip melikan, fanti, birdirbir, güvercin taklası oynadığımız,  maç gazozlarımızı buz gibi akan kehriz suyunda soğuttuğumuz, damlarında güvercin uçurduğumuz, çember çevirip kuşatandan (sapan) taş attığımız günler gözlerimin önünde canlanıyordu.

 

Güzün gazelini, çalı çırpısını yazın meyvelerini topladığımız bahçemizi, asma ağacı ile iğde ağacının birlikte gölgelediği çardak altında yaptığımız kahvaltıları, sevgiden lezzet, gönül zenginliğinden bereket kazanan yemek sofralarını, uzun yaz gecelerinde akraba, konu komşu, arkadaş ve dostlarla göz kapaklarımız düşünceye kadar şaka şenlik içinde yaptığımız sohbet anları, kış geceleri yanan soba etrafında toplanmalarımız gözümde tüttü.

 

Kapı önünde sırtüstü uzanıp yıldızlara bakarak kurduğumuz hayaller, damda erik, elma, armut, karpuz ve kavun çekirdeği kurutmalarımız, sebze ekili kerdilerden komşu payı ayırmalarımız, kimi zaman kavurma, kimi zaman pilav, kimi zaman da ölenler için helva yapmak üzere kazan kurulan günler sanki dün gibi aklımda.

 

Sıhke'den öküz (kağnı) arabalarıyla sebze haline satmak üzere götürülürken kokusu yol boyunca yayılan lezzetli kavunlardan yiyip şamama koklamamalarımız, subay lojmanlarında oturan asker aileleriyle önce komşuluk sonrası dostluklarımız, cenaze, düğün, sünnet, taziye gibi özel günlerde omuz omuza olmalar, toprak zeminli Van'ın tek futbol sahasında izlediğimiz çekişmeli ve zevkli maçlar, TRT Van Radyosu'nun istekler saatinde ve kimi zaman pikaplardan yükselen türkü ve şarkılara mırıldanarak eşlik etmeler, Kadri Saydan Hamamı'nda arkadaşlarımızla imece usulü keselenip liflenerek eğlence tadında yıkanmalarımız, gazhaneden lamba ve soba için tenekeyle gazyağı almamız, askeri bandonun Toprakkkale sırtındaki çalışmaları sırasında müzik aletlerinden yükselen marşlar ve arada çalınan şarkılar, cumartesi ve bayram günleri bayrak töreni için geçen bando takımının geçişi ve bizimde peşine takıldığımız o günler hiç unutulur mu?

 

 Toprakale'nin 52 merdiveninden zirvesine çıkmamız, dere kenarında turşik toplamamız, elinde karpit lambasıyla kehriz galerilerine inerek temizleyip bakımını yapan kenkanlar ile bahçe sulama suyu taksimatını yapan DSİ'nin çırpaçları,  ayaklarında tırtırlı apartlar ilr telefon direklerine tırmanarak arızaları onaran PTT görevlileri, Mıno’nun sürdüğü ata arabası ve arkasına asıldığımız faytonlar ve “ arkaya yağlı kırbaç”  sesleri hala taptaze belleğimde.

 

Bahçelerimizi sularken tumplardan (bent) taşan suyu durdurma telaşımızı,  sulanıp süpürdükten sonra toprak kokusu yayılan sokağımızı, şiirler, şarkılar söyleyip yazan, sporun her çeşidini yapan, giysileri ve aydınlık düşünceleriyle huzur ve güven veren komşularımızı aradım ve andım.

 

 Zengin fakir ayrımı yapılmayan, kimsenin kökeninin merak edilip araştırılmadığı ve ötekileştirilmediği, kişiliğimizin biçimlenmesinde ve insan, hayvan, doğa, memleket, vatan sevgimizin oluşmasında önemli etkisi olan büyük ailemiz, ata ocağımız Tepebaşı Mahallemizin/ Vali Mithatbey Çavuşbaşı Sokağı'ndayım.

 

***

 

Bayramlaşmak için Beşyol / Ferit Melen Meydanı'ndan mahallemize doğru adımlarken zaman ve mekânlar film şeridi gibi geriye sardı.

 

Zaman tüneline girdim sanki.

 

Sıhke Caddesi başında Kurdoğlu Petrolü yanında müşterisini bekleyen sıralı faytonları geçip, kavak ağaçlarının gölgelediği İskele Caddesinin girişi sayılan noktada Ferah Oteli altındaki Adil Ağar'ın kahvesinin önünde tahta masa sandalyelere kurularak kehriz suyunun şırıltısı eşliğinde söğüt ağcının gölgesi altında kırtlama tekiş çay yudumlayanları, İskele minibüs durağını, İskeleye kalkacak belediye otobüsünü gördüm. Okyar Soydan'ın avukatlık bürosuna gözüm takıldı. Deli Hanımın evinin önünde göğe uzanan kavak ağaçlarını, Rıfat Beyde'nin Arkadaş çay evinden çıkan gençlerin heyecanlı konuşmaları, Tanrıtanır Oteli'nin pencerelerinden sarkan çamaşırlar dikkatimi çekti.  

 

Kendince uydurduğu türkü eşliğinde galvanizli bakraç (kova) ile kehrizden su taşıyarak sakalık yapan Gero'nun kovasına bir verdeçenin (yaramaz çocuk) taş atmasıyla bir ton küfür bastığına tanık oldum. O ara evinden çıkan Avukat Burhan Koçak'ın çocuğu azarlayıp en galiz küfürleri sayan komşusu Gero'yu teselli çabalarının işe yaramadığını gördüm.

 

Camuşcuların iki katlı evlerini geçerek Devlet Hastanesi'nin karşısına vardığımda pansumancı Mehmet Efendi ile hastanede çalışma arkadaşı, mahallelisi dedem Ahmet Ağa'nın telâşlı konuşmalarını yorumlamaya çalıştım.

 

Birkaç adım sonra yüzü gözü siyaha bürünen Saydan Hamamı külhanı ve eski bezleri çırçır makinesiyle  pamuğa dönüştüren  yerde  yüzü gözü beyaza bürünen çalışanın onurlu ekmek kavgasına saygıyla selam durdum. Fayton arkasına asılan film afişinin başrol oyuncusu ve detaylarını oval metal bir boruyla bağırarak anons eden sinemacının sesine fon yapan faytonun çıngırak sesiyle tatlı bir rüyadan uyanarak kendime geldim.

 

Mahallemize bayramlaşmaya gittiğimi hatırladım. 

 

Hastane caddesinden askeriyeye doğru uzanan  namı diğer Acem Mahallesi ile Urartu Oteli önünden DSİ şubesi/ Subay Mahallesi'ne uzanan iki yol arasında tercih yaptım. Gidişte Acem Mahallesi, dönüşte DSİ yolunu kullanmaya karar verdim.

 

Sağa sola bakarak yürürken bahçeli şirin Van evlerinin yerinde mimari estetikten uzak binaların çirkinlikleri ve zevksizlikleri karşısında derin bir of çektim. Ve ilerledim. Eskiden güzel insan kokuları yayılan sokağın ruhsuz ve kimsesizleşen görüntüsünden ürperdim. Şarkıların, türkülerin, yaşama coşkusunu pencere ve kapılardan sokaklara taşıdığı bahçeli kimlikli mutlu evlerin yerinde yeller eserken pardon beton binalar yükselirken oluşan hüzün resmine gamlandım.  

 

Doğduğumuz sokağımıza kanadı yaralı bir kuş gibi ulaştım nihayet. 

 

Vanlılık ruhuyla zamana direnen yakınlarımız, komşularımız ve sevdiklerimizle bayramlaşınca yaramın sızısının dindiğini fark ettim. Mahallemizde hüznüm mutluluğa, umuda dönüştü bir an. Gözüm zamanın saygıdeğer münevver insanlarını, gönlüm eşsiz ortak mutluluklar yaşatan samimiyet ve cömertlik dolu zamanları, kulağım çocuk ve bilge insanların seslerini aradı. Ama nafile. Kadim bir şehri ve aziz insanlardan oluşan toplumu yitirdiğimizi bir kez daha anladım.

 

Bayramlaşmaya gittim, ama derin üzüntü him.

 

Sözde her şey vardı.

 

Lakin o her şeye anlam, değer ve ruh katan güzel insanlar ve komşuluklar yoktu. İnsanlar olmayınca mahallemiz sessiz, sokağımız neşesiz, bayram ise  tatsız ve renksizdi.

Yazarın Diğer Yazıları