Şahbettin Uluat

HAVA HASTA

Şahbettin Uluat

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne bağlı Erciş Meslek Yüksekokulu’nun zemin katında bulunan Resim ve heykellerle dolu galerinin yüksek penceresine ulaşmak için tahta bir basamağa çıktı. Bir süre toplanan kara bulutlara, yağan yağmura baktı. Gök gürültüsünü dinledi.

Sonra dudaklarından belli belirsiz "hava hasta" sözcükleri döküldü.

 Bu sözler bana komik, yanlış, anlamsız geldi. Gülümseyerek "hava mı hasta?" dedim kendisine bakarak.

Büyük bir ciddiyetle gözlerimin içine bir süre baktı ve yine aynı ciddiyetle "evet, gerçekten hava hasta" diye yineledi.

 O, yani Ekber Kutlu, gerçekte bilge bir kişiydi. Afganistan'da Ruslarla savaş patlak verdikten sonra ülkeye bağlı Pamir Bölgesinin lideri olan son Kırgız hanı babası rahmetliRahmankul Han kendileri için zor zamanların gelmekte olduğunu fark etmiş; aksakallıları aracılığıyla halkın fikirlerini sorup, onaylarını alarak göç etmenin doğru olacağına karar vermişti.

Yaşadıkları topraklardan çıkıp bir süre Pakistan'da kaldıktan sonra, Türkiye Cumhuriyeti'ne yaptıkları başvurunun kabulü ile seksenli yılların başlarında ülkemize gelip Erciş ilçemize bağlı Ulupamir köyüne yerleşmiş Kırgız Türklerindendi.

İyi eğitim almış biriydi. Çağataycayı, Farsçayı, Kırgızcayı, Türkçeyi ve kimi diğer Orta Asya dillerini çok iyi biliyordu. Urducaya yabancı değildi. Zamanın üniversite rektörü Prof. Dr. Hakkı Atun zamanında ağabeyi ve kendisi gibi hem ressam hem heykeltıraş olan Malik Kutlu Bey ile birlikte sanatçı sıfatlarıyla kadroya alınmışlardı.

Bana sorarsanız çalıştıkları süre içinde üniversite tarafında sahip oldukları diğer bilgilerinden yeterince yararlanılamamıştı.

O günlerde uzun süredir okulumuzun sanat galerisinde çalışıyorlardı.

 Ekber Kutlu Bey’de ağabeyi gibi aristokrat bir ailenin, türlü kültürlerle yoğrulmuş, o kültürlerin kaymağını alarak olgunlaşmış bilge bir üyesiydi. Ders aralarında, boş zamanlarımda her fırsatta çalıştığı galeriye iner, çayını içer, sohbetinden yararlanırdım.Kendim ısrarla karşı koymadığım sürece beni çay içmeden göndermezdi. Bazen rahatsız ettiğimi, işini böldüğümü düşünsem de hep güler yüzle karşılanırdım.

O gün de öyle günlerden biriydi.

 "Hava hasta" dedi ve devam etti. "Biz Afganistan, Pamir Yaylalarında yaşarken doğa olaylarını yakından izler, sonuçlar çıkarırdık. Havanın gerçekten hasta olduğunu sana kesinlikle söyleyebilirim. Yıllardır burada yaşıyoruz, Haziran ayının başına kadar böyle soğuk ve sıcağın, güneşli günlerle yağışlı soğuk günlerin birbirine karıştığını ilk kez gözlemliyorum. Bu iyiye işaret değil. Mevsimler sıkışmaya başladı. Bütün bunların en önemli nedeni ozon tabakasının delinmesi ile bağlantılı küresel iklim farklılaşmaları. Bu iyiye işaret etmiyor. Büyük felaketler yaşanabilir."

Önce bunu konuştuk kendisiyle sonra da yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeylerden söz etmeye başladık.  Tüketim toplumunun ticaretlerini ve kullanımlarını yaygınlaştırdığı insan doğasına ve sağlığına aykırı öteki şeylerden söz ettik. Doğal maddelerden yapılmış giysilerin rahatlığından, yapay olanların neden oldukları rahatsızlıklardan; çevre kirliliğinden, insanın çıkarcı, ilkel yanından konuştuk.

Bu görüşme 2011 yılının Mayıs ayı başlarında yapıldı.

Aradan dokuz yıl geçmiş. Bu arada Malik Bey aramızdan ayrılmış, Ekber Bey emekli olmuş.

Geçen hafta yani Haziran ayının son günlerinde bütün ülkeyi etkileyen yağışlardan sonra telefonla görüşmemizde de aynı şeyleri söyledi Ekber Bey.

“Hava hasta” dedi.

Bir keresinde de şöyle bir şey demişti;

“Biz Afganistan’da, Pamir Yaylası’nda yaşarken yaz aylarında kaza, bela ve çok yaşlılık gibi nedenler dışında insanlar kolay kolay hastalıktan vefat etmezlerdi. Ezkaza biri hastalanıp vefat etse insanlar hayretle birbirine, ‘yaz günü de adam mı ölürmüş!’ diye sorarlardı.”

Onun bu ve buna benzer sözleri beni düşündürür, ufkumu açardı.

O resim ve heykel atölyesinde bizzat kendisinin ve ağabeyi rahmetli Malik Bey’in el emeği göz nuru olan ve Pamir kışını gösteren resimlere bakar adeta içlerinde kaybolurdum. O her şeyi doğal Pamir Yaylalarının, modern dünyanın doğaya aman vermeyen kirinden pisinden uzak tertemiz havasını solumuş, suyunu içmiş, doğal yiyecekve içeceklerini paylaşmış, atlarına binmiş, yaklarına çobanlık yapmış gibi hissederdim. İçlerinde ne pişirirsen pişir kesinlikle duman tutmayan, isi, dumanı tepesindeki açıklıktan gökyüzüne bırakan özel yurt çadırlarında yaşamış gibi olurdum.

“Hava hasta” sözü ilk kez işittiğim bir şeydi. Bizim bilmediğimiz ama onların iyi bildiği çok sayıda başka şeyden sadece bir tanesiydi.

Yazarın Diğer Yazıları