Eğitimci Yazar Bahri Yıldızbaş

EVLİ EVİNE...

Eğitimci Yazar Bahri Yıldızbaş

Dünyanın neresinde olursa olsun, ilk tepkiler “ahhhhhh be, offfff yine canlar gitti” dir. Ülkemizde olduğu zaman, daha fazla üzüldüğümüz gibi, yaşadığımız yerdeki afetler; üzücü ve kaygı vericidir. Hele hele, tanıdık canlar ve yıkımlar var ise, ayrı bir üzüntüye boğar insanı. İlk anlarda şoklar yaşanır, artçılar gibi. Yavaş yavaş kabullenmeye, dayanışmaya ve yardımlaşmaya başlar insanlarımız.


Öyle bir kaptırırız ki kendimizi, sosyal medya, televizyonlar ve çığlıkların ortasında otururuz uzun süre, sorumluluk duygusu taşıyanlar. Farkına varmadan, olumsuzluklara ortak oluruz. Olur olmaz paylaşımlar, acitasyonlar, binlerce uygun olmayan fotoğraflar veya sözler paylaşarak, bazılarımız kendimizi kaybederiz. İçinde; acıma, üzüntü, keder, korku, kaygı, hakaret, mahremiyet, özel yaşam ve ne var ise ortalığa döker, doğruluk, yalan, yanlış, gerçekliğine bakmaksızın, özellikle toplumsal sarsıntıları ve bırakacağı yaraları hiç hesaplamayız. Hatta yüzleşmek yerine, resim paylaşmaktan hoşlanan, travmatik ve ruhsal çöküntü içinde olduğumuzu unuturuz.

Ülke insanı olarak, genel anlamda yardımsever ve duygusal bir yapımız olduğundan, dayanışma ve sorgulamayı unuturuz. Bebek, kadın, erkek, kedi, köpek, sağlıkçı, afad gönüllüsü veya uzmanı, bina ve çevre fotoğraflarını yayınlayarak, ciddi bilgi kirliliği yaratırız. O insanların görevlerinin olduğunu, bu ülkede o insanlara afadlar eğitimi ve maaş verildiğini unutur, kişilerin özel yaşamlarını yayınlayarak, fark etmediğimiz, panik ataklarımızdan kurtulmaya ve rahatlamaya çalışırız.

Depremin; büyüklüğü, şiddeti, hissedilme derecesini, orada yaşayanların, evladının, annesinin, babasının ve birinci derecede yakınlarının canını veya cesetlerini bekleyenlerin psikolojik çöküntülerini, hayallerini, travmalarını belki de hiç düşünmeyiz. (Deprem yaşamış, göçük beklemiş, -15 derecede çıkarılan, belki üç kat şişmiş tüm cesetleri görmüş, 54 saat sonra yeğen cenazesi çıkarmış bir öğretmen ve deprem uzmanı olarak).

Binayı yapanlara veya yaptıranlara bir şekilde beddualar eder, yargılar, ceza verir ve sonradan vekil, yönetim kurulu üyesi veya genel müdür bile yaparız.

Nasıl mı? Bizler, çekilen fotoğrafları yayınlayıp, paylaşıp şhov yaparken. Fotoğrafın, arka tarafını okuyamayız. Bu da bir çok yetkilinin, etkilinin ve işbirlikçinin işine geldiği için; suçlamalar, reklamlar, deprem efsaneleri, yardımlar, yıkımlar ile gerçeklerin üzeri hızlı bir şekilde kapatılır.
Özellikle; bir çok görsel medya patronu, bu konuda çok ciddi görev üstlenerek, algılar yaratır. Kocaeli’de, Düzce’de, Van’da, Elazığ’da, İzmir’de ve her afette, her dönemde olduğu gibi.

Eğitimi kaos ve kargaşanın içinde çökertmeye başladığımız bir ülkede, beş tane binanın çöküşüne; sadece duyarlı ve merhametli yürekler üzülür. İnsanların haklarına, hukukuna, emeğine saygı duyarak, yıllarca akademik ve sosyal yaşamın içinde bulunan, çalışan, Türkiye dereceleri yapan “genç mühendis ve avukatları, mülakatta eleyerek ve görev vermeyip”, hiç bir sorumluluk almadan, aylak aylak gezen, üç tane matematik, beş tane Türkçe sorusunu çözemeyerek yurt dışında okula gitmeden mühendis olanlara evrak imzalatılarak inşaat yapılır, avukatlar ise hakim savcı olursa; siyasi çevresi geniş olan müteahhidi kim yargılayabilir. Sanki, sadece beş bina uygun değil. Van’da, da bir kaç bina çöktü gibi göründü. Şimdi ki yapıların halini görün. Kim ne yapıyor, bu ülkede diye sormayalım artık. Her depremden sonra “kadercilik” ile şükrediyor ve gelecek yeni şükürlere hazırlanıyoruz. 6.8 büyüklüğü ile böyle oluyorsa, “7 ve üzeri büyüklükteki depremlerde, şehirlerimizin ve bizim halimiz nice ola diyenimiz” yok. Konuyu yine Allah’a havale ederek “Allah’tandır” deyip, O’na iftira atmaya, giyindiler oldu demeye, fotoğraf yayınlamaya, sosyal medyada hakaret ve beğenilere devam edeceğiz. Küba’da; 7.7 büyüklüğündeki depremde, hiç bir insanın ölmediğini ve hiç bir binanın yıkılmadığını okumadan, nedenlerini anlamdan, odun bile olmadan ölüp gideceğiz. Küba, Japonya veya düzgün yönetilen, insanın ahlaklı olduğu ülkelerdeki doğal afetlerin; az can kaybı, az yıkım ve yaralarının hızlı çözümlerinin nedenlerini öğrenmiş olsak, kaderciliğimizi değiştirebiliriz.

Tüm afetlerde; (deprem, sel, çığ, yangın) ilk günlerde havarlar, vaadler, sözler, karşılıklı sosyal medya ve siyasi çekişmeler.

“İnsanı düşmeden tut. Toprak alırsa, geri vermez.” demiş Kafka.

Bir hafta sonra; “Evli evine, evi olmayan cehennemin dibine. Kendi başının çaresine.” deyip, çıkıp gideceğiz.
Yürekler ve ocaklar yanacak, bacalar sönecek, herkes kendi derdinin yağı ile kavrulup gidecek.
İşte böyle olmamalı. Olunmamalı. Olmamalı.

Güzel ülkemizin insanı, fark etmeli ve hakkını, hukukunu, haklarını bilmeli. Kimlerin gasp ettiğini, anlamalı. Siyasi düşünce ile değerlendirmemeli. Vicdanının sesini dinlemeli, gerçekleri görmeli ve bunun İçin okumalı, okumalı, okumalı. Okursak; söylenenlere, anlatılanlara veya dedikodulara değil, gerçekleri anlayarak inanırız. Allah’ın “OKU” emrini de, yerine getirmiş oluruz.

Doğaya saygısızlık yapmadan, “DEPREMSİZ ve DOĞAL AFADSIZ” yarınlarımız olsun.

Yazarın Diğer Yazıları