Dört Mevsim Van

Yunus Türkoğlu yazdı...

Bu yılın en güzel mevsimiydi. Bahçedeki ağaçların yaprakları sararmış ve sanki hüzne gark olmuş gibiydiler. Yazdan geriye sararan yapraklar kalmıştı. Sonbaharın tadını çıkarmak için, meyvelerini cömertçe insanlığa sunan ağaçları seyrederek, bu mevsimi bin bir türlü kokusuyla içine çekti. Karşısında ömre bedel her yaştan ve her boydan ağaçlardan bir renk cümbüşü uzanıyordu. Sessizliği delip geçen; yaprakların tatlı hışırtısıyla, kanaldan akan su sesinin mevsimin rengine dönmeye başlamasıydı!    

Vaktin hükmü ne olabilirdi acaba? Bazen eylül ayı kadar kısa, bazen sarı yapraklar kadar buruk, bazen sonbahar mevsimi kadar kederli! Bazen de geçen mevsimleri düşünmek kadar uzundur belki! Kim bilir…

Bu şehirde kaç aşkı yâd ederek geldi geçti nice sonbaharlar. Hayat sahnesi yeşilden sarıya, sarıdan beyaza döndü durdu yıllarca. Sahne değişti aktörler değişti. Hoca Gıyasettin Okuldaş’ın gözünden sakındığı bahçesinin kıyılmaz meyve ağaçları ve sevdiğinin saçlarına taç yaptığı çiçekleri nerde? 

Seyyah olup Van ilini gezmeli. Dört mevsimini ayrı ayrı görmeli, sonunda kar’lı ve soğuk kış mevsiminde durmalı. Dört tarafını kaplayan kar’ları doya doya hissetmeli. Soğuk akan nehrine, kar’lı dağına, sert rüzgârların estiği ovasına doğru yola koyulmalı. Soğukta üşüyen fakirin evini bulmalı, sobasını tüttürüp, karnını doyurmalı. Lapa lapa kar yağarken kerpiç bir ev bulmalıyız, toprak damlarını gece ay ışığında süpürmeliyiz mesela…

   Bu şehrin ruhuna inmeli; unutulmaya yüz tutmuş ne kadar güzellikleri varsa yazmalı, anlatmalı, şerh etmeli ve satırlar, dizeler, sayfalar dile gelmeli... Kırk, elli yıl öncesinin kışlarını, diz boyunca yağan kar’ları, yürünmez yolları anlatmalı mesela… Çevre illerle bağlantısı kesilmiş bir şehri, donan dereleri, çayları ve son atlı kızakların boy göstermesini hatırlatmalıyız usulünce…

Hatıra dolu kar’lı sokaklarının, caddelerinin resmini çizmeli diyorum… Dağlarına çıkıp etrafı seyran etmeli gönlünce…  Güzelliği dillere destan ve sahilleri kara-buza bürünmüş Vangölü’nün büyülü manzara tasvirlerini derlemeliyiz mesela!..

Çatak’ta güzel bir bahar sabahıdır. Lacivert takım elbisesinin içine giydiği beyaz gömleği, yeleği, üstünde köstekli saati ve bordo kravat vardır. Siyah ayakkabıları pırıl pırıl, elinde tahta bavulu, yolda okumak için aldığı bir iki kitap ile Malmüdürü Rıfat Bey faytona biner Van’a doğru hareket ederler.   Çatak çayının şırıltısı ruhları okşayıp akarken, ömre bedel Ganispi Şelalesi’nin görüntüsüyle yolculuk şiir misali terennüm eder. Şeyh Muhammed-i Tayyar Hazretlerinin türbesinde okunan Fatihalar ile Görentaş’ta içilen çay o günün cennet nimetleri gibidir. Gizemli Sisar Deresi bin bir zahmetle geçilir. Gürpınar Ovası’nın ise gelincikleri, sarıpapatyaları ve mor sümbüllerinin kokusu belki de arşa değse yeridir. Engil çayında atlar yemlenir ve sulanır, Edremit’te mavi ile yeşilin armonisine bir de kıtlama çayın tadı ilişir… Tarihin derinliklerinde İpek Yolu Van ile buluşur, hasret sona erince dostlar, ahbaplar, akrabalar buluşur… 

Derken yorucu bir yolculuktan sonra akşama doğru fayton Mercimek Mahallesinin Hanikoğlu Sokağı’ndaki Ermenilerden kalma iki katlı kerpiç evin önünde duruverir…

Sarı kişmirî gülüm;

Sen yoksun diye, mayıs ayı efkârlı, satırlar hüzünlü, gözler nemli ve içimiz buruk!

Geçenlerde senin kokunu alır gibi oldum! Rengin, kokun, mütevazı duruşun, utangaçlığın yanı sıra asaletin aklıma geldi. Seni sordum mehtaplı gecelere, seni sordum üzerlik çiçeğine, yok dediler. “Kırk yıl önce köşe başlarında, duvar diplerinde, küllüklerde ve moloz taş kümelerinin arasında görmüştük.” dediler…

Demiştim, bu gül çok mütevazı ve utangaçtı. Çokta arzı endam etmeyi sevmezdi. Bahçelerin en kuytu yerinde kök salardı. Bakarsın bir mühre duvarın altında yeşerir, bir bakarsın aniden taşların arasından ayı kıskandıran yüzünü gösterirdi!

Kişmirî gülün kokusunu alınca; Norduz yaylarında kara donlu yağız bir atın üstünde dörtnala koşuyormuşum gibi olurdum! Canik’te bir evin önünde oturup, dalgaların Adır Köyünün kıyısına vururken çıkardığı sesi işitir gibi olurdum! Ünseli’nin altın kumlu sahillerinde uzanmış, bulutların İran’a doğru aheste aheste akışını seyrediyor gibi olurdum…

Seyyid Fehim-i Arvasi Hazretleri, her yıl Van’a gelir Şabaniye Mahallesi’ndeki camide halka vaaz eder, ilim-irfan ve edep öğretirdi. Vaazlarına devam edenler arasında Mustafa Efendi (Sofu Baba) de vardı! Sıcak bir yaz günü dersine gelen talebeleri imtihan etmek maksadıyla; ”Birisi olsa da Erek Dağı’ndan bir tabak kar getirse kar’lı bir su içseydik” diye buyurur. Sofu Mustafa sessizce bu işe talip olur! Bin bir zorlukla kısa bir zaman zarfında dağa gidip istenilen kar’ı alıp getirir. Hocasının hoşuna giden bu hareketinden sonra ismini sorar ve dua eder! O sırada Mustafa efendi’de bir haller görülür, ağlamaya başlar. Bunun neticesinde gönlü muhabbetle dolar. Ve bu hadiseden sonra hocası Van’da olduğu müddetçe yanından hiç ayrılmaz!..

Saadet ve huzurunuz daim olsun…

 

Bakmadan Geçme