Yunus Türkoğlu

Taya-Unutulmaz Sabahlar-Dado

Yunus Türkoğlu

TAYA

Yaz bitmek üzereydi, havalar serinlemiş, iğdeler kızarmaya başlamıştı. Havada güz kokusu vardı artık. Marangoz İhsan Arslan amca vefat etmişti. Bahçelerindeki kayısı, elma, armut ve erik ağaçlarının altında üç gün boyunca taziye ziyaretleri yapılmıştı. Hocalarımız, Kur’an-ı Kerim okuyorlar, arada büyükler sohbet ediyorlar, uzun zamandır görüşemeyenler biri birlerini burada görüyor azda olsa hal hatır sorup hasret gideriyorlardı. Dualar ediliyor ve hayırlar dağıtılıyor, çay ikramı yapılıyordu. Arada taziyenin ruhuna pek uymasa bile edep ölçüleri içersinde espriler de yapılmıyor değildi!

Mahallemizin güney ucunda oturan iki değerli büyüğümüz vardı. Her ikisinin ortak özelliği; güler yüzlü, tatlı dilli, neşeli ve esprili olmalarıydı. Tevafukken bir düğünde, sünnette veya bir işyerinde bir araya gelmeleri zekâ ürünü esprilerin yapılmasına meydan hazırlardı. Meteoroloji Sokak’ta otururlardı. Birinin evi yol kenarında diğerinki ise bahçe içindeydi. Evlerin ortak özelliği; kerpiç yapılı, toprak damlı, etrafı çiçekli olmasıydı. Bu bahçelerde türlü meyveler ile birlikte birinin geniş düzlükleri vardı. Bahçelerin sınırlarını mühre duvarlar ile boylu boyunca uzayıp giden kavak ağaçları tayin ederdi.

Büyük baş hayvanları vardı. Sonbaharda bunların yiyecekleri otları tedarik etmeleri gerekirdi ki kış boyunca hayvanlarını doyurabilsinler. Bununda en basit ve güzel yolu tıpkı bir inşaatın tuğlalarının örüldüğü gibi ot balyalarını örüp kule şeklinde yükseltmekti! İşte buna “taya” derlerdi!  Yaz sonlarında dikilen tayalar bu bahçelerin güzelliğine gizem katardı.

Bahçe ve tarlalarda ağustos sonu, eylül gibi tayaların yükseldiğini görürdük. Arada futbol oynadığımız yerin tam ortasına da dikilebilirlerdi! Bizlerde mecburen başka bir saha bulmak zorunda kalırdık. Hacı Hüsnü Yaşar’ın çevirmesinde önce tayaların yapılışını izlerdik sonra etrafında koşup oyunlar oynar, bazen sırtımızı dayayıp otururken hem dinlenir, hem de sohbet ederdik. Bazı arkadaşlarımız taya içindeki oyuklara girer saklanırdı. Kışın tepesinde biriken bir-iki metre kar ile bizlere ayrı bir görüntü sunardı!  Bu tayalardaki otlar bahara kadar hayvanlara yedirilirdi. Havalar ısınınca biter, yerleri boşalırdı ve tekrardan futbol oynamamıza elverişli hale gelmiş olurdu…

Taya kültürü daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaygındır…

Taziye evinin bahçesindeki ağaçların altında oturuyoruz;

Bahse konu kişilerden biri geldi, selam verip oturdu. Fatihalar okundu, çaylar içilirken diğer komşuda teşrif ettiler aynı seremoniden sonra sohbet başladı. Rahmetli komşularımız biri birlerine yine esprili hal-hatır sordular. Söz bir ara taya konusuna geldi!

“-Geçen yıl bir baktım ki komşunun tayası yanıyor! Hemen telaşla koştum duvar boyuna avazım çıktığı kadar seslenmeye başladım; komşu komşu tayanız yanıyor çabuk yetişin!” dedim.

Diğer komşu söze girdi;

“ Vıle, hem tayamı yakıyor hem de gelip haber veriyor!”

 

 Müthiş bir espri! Taziye evi olmazsa hepimiz birden kahkahayı basacaktık, fakat durum müsait değil diye sonraya saklamıştık…

“Hem iyilik edeyim hem de beni suçla he…”

“Yalandır he?”

“Vıle tabi yalandır, hiç öyle bir şey yapılır mı komşuya, bir daha olursa haber vermeyeceğim artık!”

“Haber verme, hepsi yansın sende sevin komşu he...” Deyince dayanamayıp birkaçımız gülmeye başlamıştık.

Sonra işin aslını kendileri anlattılar. İki komşu çoluk çocuklarıyla beraber hayati tehlikeler atlatarak yanan tayayı söndürüp ancak yarısını kurtarabilmişlerdi. Tayası yanan büyüğümüz komşusuna teşekkür edip minnetlerini sunmuştu. İkindi ezanı okunmaya başlayınca yıllardır omuz omuza namaz kıldıkları mahalle camisine doğru yönelmişlerdi…

Bilmem bir daha böyle güzel bir nesil gelir mi? Mekânları cennet olsun… 

UNUTULMAZ SABAHLAR

Doyulmazdır bizim memleketin sabahları. Erek Dağı’nın üzerinden aştı mı güneş, bahçelerden bir renk çığlığı yükselirdi gökyüzüne... Coşkun amcanın bahçesindeki çileklerin kokusunu duyar gibi olursun. Şükrü amca, tarihi Bisan bisikletine binip aheste aheste çarşıya doğru yol alırken bir an için zamanın durduğunu hissedersin! Hiç kıymetini bilmediğimiz küme küme olmuş köşe başlarındaki kişmiri güller ilgi beklerdi bizlerden! “Sevda yüklü kervanlar” her sabah Van sokaklarından geçerdi. Açılır lavanta, melisa, hanımeli, erguvan kokulu bohçalar ve gider içimizdeki kederler. Kuşluk vaktinde şöyle bir dolaşıp geleyim dersin, mahallenin dışına doğru uzanırsın ve bakarsın ki; yumuşak çayırlar içinde papatya, mor menekşe, gelincik ve zambaklar harman olmuştur. Ressam Dr. Yılmaz Önay, bu güzelliği, renkleri, kompozisyonu tuvale aktarabilir mi? diye düşünmeden edemezsin!

Bizim sabahlarımız unutulmazdı! Bizim sabahlarımız; huzurdu, mutluluktu, mani, şiir ve hoyrattı…

DADO

Erek Mahallesi’nde otururdu. Resmi bir kuruluşta görev yapardı. Her sabah sokağımızdan yürüyerek işe gider ikindi sonrası dönerdi. Şık giyimi, zarafeti, hanımefendiliği ve asaleti; hal ve davranışlarıyla kendini belli ederdi. Yol kenarında otururken veya oyun oynarken ona baktığımızı hisseder, sonrasında tebessüm ve gülücükle karışık bir buse gönderirdi biz çocuklara… Ve pek mutlu olduğumuzu hatırlarım!

Aynı renk topuklu rugan ayakkabı ve çanta, sarı tuniği, beyaz fuları ve mavi İspanyol paça pantolonu ona ne çok yakışırdı. Kışın koyu pembe kaşe manto, omzunda çanta, boynunda yün kaşkol, ellerinde siyah deri eldiven ve etrafı tüylü bot giyer görenleri hayran bırakırdı…

Ey güzel ablacığım! Bir gün seninle yeniden karşılaşsak, elini öpsem, eski günleri yâd etsek hüzünlensek ve bir iki damla gözyaşı döksek ne iyi olurdu…

Mutluluk ve huzurunuz daim olsun…

Yazarın Diğer Yazıları