Yunus Bektaşoğlu

Heteronim

Yunus Bektaşoğlu

Tarık Özyıldırım, Evrensel’deki “Huzursuzluğun Tutkunu Pessoa” adlı yazısında Heteronim kavramından “Dış Kimlik” diye bahseder. Çok sevdiğim bu ifadede kullanılacak, derinleşecek yanlar olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa Heteronim olunan bir kimliği, özneyi ifade etmez, o daha çok olmayışın kendisini fiziki bir hale getirmekle ilgilidir. Mesele biri veya kişinin kendisi olması değil, tam tersine bir olmayışta, yahut bizzat olmayış olarak kendine bakmakla ilgilidir. Oxford sözlüğünde Heteronim için şu tanım yapılır:

“Başka bir kelime gibi hecelenen ama farklı bir sese ve anlama sahip kelime”

Bir anlamda Heteronim, kişinin kendini bir başkası olarak hecelemesidir. Heteronomi’de kişi kendini, benliğini sabitlemez. Aksine “Ben” bir oluş halinin kendisidir. Bir süreç gibi akar. Yaratılan kimliklerse birer olaydır. Bir olaydan farklı olarak “Gerçekleşme” eğilimi göstermezer. Aksine gerçeklik çizgisinden kaçarlar. Mesele gerçekle veya gerçekleşmeyle ilgili değil, gerçeksizleşmektir. Gerçeksizleşmek bir gerçekdışılık barındırmaz. Çünkü gerçekdışılık o aykırılığı, o kıstası gerçeklikte bulur. Doğası gerçekliğe aykırılıkla yoğurulmuştur. Gerçeksizlik de haliyle gerçeğin kendisine sırt dönmekle ilgilidir. Eğer bir gerçek varsa bu sadece olmayış olabilir. Heteronomi yokolma cesaretidir. Yaratılan kimlik de bu haliyle Özne’nin ölümünü barındırır. Yani Heteronomi öznenin öldüğü “Yer” ve “Şey”dir.

Biri olmak belli yasa, kural ve dayatmaları kabullenmek anlamına gelir. Ki bu yönüyle düşününce kişi, istediği, arzu ettiği değil, toplum tarafından yaratılmış olandır. Ya da toplumun, tarihin yarattığı kurgudur. Kişi bu toplumsallığa tepki göstererek biri olmaya değil, toplumun ve tarihin dayattığı role karşı çıkar. Kişi, içten içe olduğu şeyin kendisiyle bir bağı olmadığını fark edince kendini bir kopuşun içinde konumlandırır. Heteronomi bu kopuşun kendisidir. Mesele bir kimlik ile anlam üretmek değil, başlı başına bir anlamsızlığa dönüşerek hakikatin kendisini geçersiz kılmakla ilgilidir. Kişi bazen olduğu şeyle, kimliğiyle suçlar dünyayı. Hatta dünyanın karşısına bir suç, bir kusur, bir kabahat olarak dikilir. Ki tüm bunlar, dünyaya, hatta insanlara ne olduklarını gösterme, hatırlatma gayretidir. Yaratılan her kimlikte gerçeklik ve de dünya bir silinişe maruz bırakılır. Böylece yaratılan kişi yok edilmiş dünyanın, gerçekliğin yerini alır. Yaratılan kişi bu haliyle unutma halinin bedenleşmesidir. Konu biri olmak değil, bu yaratılan dış kimlikle neyin yok edileceğini belirlemekle ilgilidir. Öyle ki dünyanın karşısına hiçlik olarak çıkma cesaretini göstermektir Heteronomi.

Var Olmayanın Güncesi

Henri Bergson Madde ve Bellek kitabının 115. Sayfasında şöyle der:

“Kendi varlığını yaşamak yerine hayal eden bir insan, kendi geçmiş tarihinin ayrıntılarının sonsuzca çokluğunu her an kendi bakışı altında tutmaktadır kuşkusuz”

“Kendi geçmiş tarihinin ayrıntılarının sonsuz çokluğunu her an kendi bakışı altında tutmaktadır” ifadesinde Yiyun Li’nin Kazkafa’nın Kitabı’nda geçen o harika ifadenin ruhu gizlidir: Dünyayı yakalamak!

Bu “Bakış altında tutulan” her şey ve herkes o yaratıcının yani hayal edenin düş gücüne yakalanır. Nasıl ki kişi olduğu şeyden kurtulma gayreti içindeyse, tanık olduğu, maruz kaldığı her şey de bu durumu paylaşır. Büyük bir çoğunluk masanın, bardağın veya bir çiçeğin o ân içinde olduğu şeyi dondurarak algılar. O masa veya ağaç aslında sabitlenmiş olandır. Yani o nesne sökülmüş, koparılmış bir kimliğin ta kendisidir. Oysa masa yahut kuş olmakta olan bir şeyin çeşitli salınımlarını barındırılır.Whitehead’in cümlesini deliliğin verdiği yetkiyle biraz değiştirerek şöyle diyebiliriz:

“Bir masa meydana gelişin mekânıdır.”

Bergson – her ne kadar olumsuz bir anlam yüklese de hayal eden insanı, o masayı veya ağacı veya kuşu “Kendi bakışı altında tutarak” onları kendinde, kimliğinde bir olaya dönüştürür. Esasında dışarı bakan kişi canlı, cansız fark etmez gördüğü her şeyde bir kimlik potansiyeli olduğunu görmelidir. Whitehead’in “İle”si ile yapılan bu bakış bir ağacı gördüğü kadar, o ağaç “İle” olasılığa dönüşen dış kimliği de görmelidir. Yani canlı, cansız her şey bir kimlik halini alır. Aynı zamanda bakmak, bir kişiliğe itilmektir. Heteronim karakterler yaratan kişinin kendini bir olay haline getirmiş olması kadar, o kendiliğin veya kimliğin bir nesne halini almasıyla da ilgilidir. Böylece o benliği yani nesneyi alglama haliyle, varlığını bir yanılsamaya teslim eder.

“Dış kimlik” ifadesi bu haliyle son derece anlamlı bir kullanıma sahiptir. Maurica Blancot’nun ifade ettiği gibi: “Kapatılan dışarı”ysa Dış Kimlik, kendini dünyaya, yaşama ve insanlara bir dışarılık olarak sunmaktadır. Çünkü “Dışarı” orada olmayan’dır. Hatta bir “Orası” olmayandır. O olmayanda bir oradalık, oradasızlıkta bir oluştur. Yani “Dışarı” aslında bir yerin yersizliğidir. Heteronomi açısından ele alındığı durumdaysa, kimlik başlı başına bir “dışarı” halini alır. Kişi Heteronomi ile dünyada yer alan dışarıdalığın üstünü çizerek, kendini bir dışarı haline getirerek gerçekliği kaplar. Yani Heteronomi, kişinin kendisindeki yersizliğidir. Bu haliyledir ki bir şey olmayışı, onun olmaya devam ettiğinin göstergesidir. Kişi, kendini bir oluş, bir süreç “İle” yakaladığında artık dünya ve hayat başlı başına bir durum halini almaya terk edilir. Neyin olduğu değil de olmadığı anlaşıldığında da Psikanalizin kutsal nesnesi olan eksikliğin bertaraf edilerek o olmayışın bir arayışa yahut soruya dönüştüğü idrak edilecektir.

Herkes biri olarak öldürülür. Her benliğin içinde yaşama gömülmüş bir ceset gizlidir. Kendi tufanını avuçlarının içine alan kişi, varlığını o olmamışlığın suretinde göstermeye çalışacaktır. Çünkü o kişi, avuçlarındaki o tufan, o sırtınayla ortaya koyduğu her şeyde bir tedirginlik hissini insanlığa hediye edecektir ve diyecektir ki:

Ölüm, terk ettiğiniz kimliğinizdir. Öyleyse ölüme kendi kimliğinizle saldırın!

Heteronomi sadece bir kimlik, karakter yaratmak anlamına gelmez. O kendini bir tarih, bir coğrafya, bir kent, bir yaşantı haline de getirmektir.

Evet, “İnsan aşılması gereken bir şeydir” diyen Nietzche haklıdır. Çünkü insan bir oluş halinden kopartılarak ait olmayışın sıfatlarıyla tanımlanmaya başlanmıştır. Okulu bitirmek, şu marka giyinmek, terfi almak, güzel veya yakışıklı olmak vs… Bunlar temelde kişinin kendinde olmayanın gösterildiği bir mizansendir ve kişi karşısına konulanlara bakarak bir ideali değil, eksikliği benimser. Aslında meselenin bir başka boyutu daha vardır: Kişi bu sıfatlara bakarak o eksikliği kendine mahsus bir ilke olarak kabullenir ve o sıfatları ister. Çünkü kendi olamayışını bu yolla örtbas edebileceğini düşünür. Oysa bu sıfatlar bir oluşu değil, ait oluşu ifade ederler. Bu sıfatların temel özelliği, insanın kendisini bir metaya dönüştürmesiyle ilgilidir. Artık insan nesneler yaratmıyor, kendi ölümünü saklayacak minyatür piramitler oluşturuyor.

Heteronomi ise kim olduğunu ne olmadığının belirlenmesine olanak tanır. O olmayışta kişi bir eksikliği değil, olanaklar dizisini görür. Kendimizi, kendimize sınırlamamıza açılan bir savaştır Heteronomi. Bu savaşın yegâne mağlubu gerçekliktir. Bu savaşın biricik galibi de özgürlüktür. Kendini dünyanın karşısına bir oluş olarak diken kişi, ne olduğuna değil, ne olmaya başladığına bakar. Çünkü o artık sadece bir insan değildir; çiçeğin açmasıdır, renktir, yağmurun yağmasıdır, deniz kıyısındaki bir banktır, kuştur, uçmaktır, çıkmaz sokaktır, yokuştur, açlıktır, sevişmektir… Yani her şeydeki kimliktir! Bu kesinlikle bir herkesleşme değildir. Bergonsun’un alıntılanan cümlesindeki gibi “Kendi bakışı alında tutarak” o rutini, her şey ve herkesliği altüst eder. Elbette bu hastalık olarak tanımlanacaktır. Elbette bu delilik çemberine dâhil edilecektir. Çünkü Sohrap Sepehri’nin şiirinde dediği gibi “Bir zambağa siz diyordu” cümlesinin varlığından tedirgindir. Çünkü toplum Ece Ayhan’ın “Benim hiç İbranice’den kırmızı tramvaylarım ve ablam olmadı” cümlesini bir kâbusa konuk eder. Dahası toplum, bir bankın içinde uyuyan ağacı uyandırmamak için kıpırtısızca duruşunu anlamak istemez. Aynı toplum, bir karanflin gözyaşından emekli olduğuna inanmak istemez. Bu toplum, kedinin üçü şeyrek çektiğini anlamak istemez. Çünkü çoğunluk hayal kurmanın tehlikeli olduğuna inanır. Gerçekleşecek hayaller konusunda şeytanla pazarlık etmekten bir an bile geri durmazlar. Çünkü hayal kurmak, gerçeklikten uzaklaşmaktır onlara göre. Oysa hayal, kendini başlı başına bir gerçek olarak kurmaktır!

Kafka hayvanlara insani özellikler atfetmez, onları genel kabulün dışına doğru sürükler. Bilimsel araştırmalar yapan bir hayvanın varlığı, insanın varlığını da tehdit edecektir. Bunun yanında o hayvan, kendisine evcilleştirilen kimliği reddederek insan oluşun içinde bir kimliksizliğe dönüşecektir. Dahası o insan sanılan şeyin içine sızarak insanın o içgüdüsel, o arkaik yanını görünür kılacaktır. Kafka genel kabul ile çelişen bir hayvan tarifi yapmaz, bir Heteronomi’yi o hayvanla ya da o hayvanda dış kimliğe büründürür. Kafka’nın muazzam Köprü öyküsünde olduğu gibi, cansız bir nesneye kişilik atfederek biri yahut birey oluşu insanın tahakkümünden kurtarır.

Daha önce çarpıtarak ve abartıyı da göze alarak yapılan Whitehead alıntısına karşı kendimizi affetirmenin zamanı geldi.  Whitehead Süreç ve Gerçeklik kitabında şöyle der:

“Yorumlanmamamış bir deneyimin kaydını istiyorsak bir taştan otobiyografisini kaydetmesini istemeliyiz.”

Kişi bir gerçekliğin içinde öleceğine, yorumlama cesareti altında kendini bir gerçeksizlik olarak ilan edebilmeli. Bu yüzden de bir taştan, yapraktan veya serçeden bizim kaydımızı almasını sağlamalı, hatta o taştan veya serçeden biyografimizin bir parçası olmasını ria etmeliyiz. “Üç yaşındayken bir dut ağaçı öpmüştü beni ve o günden beri bir adım yok” diyerek; “ilkokula başladığımda yazdığım ilk harf kedimdi” diyerek o biyografiyi çoğaltmalıyız. Gerçekliği talan etmenin biricik yoludur nezaket. Ki kıyamet koparken dans etmeyi bırakmamalı!

Yazarın Diğer Yazıları