Ümran Öztürk

Toplumun Yükünü Erkek Taşıdı, Bedelini Kadın Ödedi...

Ümran Öztürk

Her sabah bir kadının daha öldüğü bir ülkede, artık yeni bir güne değil, yeni bir acıya uyanıyoruz.

Kadın cinayetlerinin her geçen gün arttığı, kadına yönelik şiddetin sıradanlaştığı, hatta bazı çevrelerde meşrulaştırıldığı karanlık günlerin içindeyiz. Toplum, bu vahşeti sadece ekranlardan izliyor; üzülüyor, öfkeleniyor ama sonra unutuyor. Oysa her unutulan kadın, bir sonrakine zemin hazırlıyor.

Sosyal medyada kayıp giden haber başlıklarında, televizyon ekranlarında, bir sabah kahvesi eşliğinde bir başka kadının yaşamının acımasızca son bulduğuna tanıklık ediyoruz. Bu cinayetler artık sadece bireysel bir sorun değil; toplumsal bir travmanın sessiz çığlığı.

Peki biz hep "kadın olmak zor" derken, hiç düşündük mü bu topraklarda erkek olmanın zorluğu nedir?

2017 yılında Vansesi ve Beşeylül gazetelerinde yayımlanan röportajımda,  usta şair ve yazar Cezmi Ersöz’e böyle bir soru da yöneltmiştim. 

"Sizce bu ülkede kadın olmak mı zor, erkek olmak mı?"

Cevabı şöyle olmuştu:

 "Erkek olmak daha zor. Çünkü erkek egemen kültür, erkeğin evinde, mahallesinde, köyünde, kasabasında üzerine yüklediği roller var. Bu rollerle erkek daha sorunlu, daha gergin, daha travmatik bir hale geliyor. Kadın daha dışa dönük, duygularını açabiliyor, daha özgür düşünebiliyor çünkü değişime daha açık. Erkekse değişen sosyolojiyi okuyamıyor. Ve bu yüzden şiddete başvuruyor."

Bu sözler, sadece bireysel bir tespitin değil; yılların gözlemi, yazın birikimi ve toplumsal gerçekliğin içerden okunuşuydu.

Ersöz burada yalnızca erkekliği değil, toplumun erkeğe yüklediği misyonu da sorguluyordu.

Röportajda en çok zihnime kazınan cümle ise şuydu:

 "Erkek önce içindeki kadını keşfetmeli. Erkek duygularını açamıyor, dertleşemiyor, içine atıyor; karısıyla bile konuşamıyor."

İşte tam da burada bir boşluğa dokunuyordu Ersöz.

Duygularını bastıran, konuşamayan, ağlaması bile ayıp sayılan bir erkeklik modeliyle büyüyen milyonlarca çocuk...

Ne zaman ağlamak istese susturulan, korksa bile korkusu ayıplanan erkek çocuklar...

Güçlü olmak zorunda kalan ama içten içe yıkılan bir erkek kimliği...

Bu kimlik, toplumun ona kodladığı rollerin sonucudur.

Ve işin acı yanı şu:

Toplum bir yandan erkeklere susmayı, güçlü olmayı, duygularını bastırmayı öğretirken; diğer yandan bastırılan bu duygularla suça sürüklenen erkeği acımasızca yargılıyor.

Yani erkek, önce içindeki insani yönü kaybediyor; sonra da kadının hayatına mal oluyor...

Bu noktada şunu net biçimde söylemek gerekiyor:

Toplumun hem kadına hem erkeğe biçtiği katı roller, sağlıksız ilişkiler, sağlıksız evlilikler ve ne yazık ki sağlıksız kuşaklar doğuruyor.

Bu döngü kırılmadıkça, ne şiddet azalır, ne yaralar sarılır.

Şunu da unutmamak lazım:

Evet, her erkek şiddet uygulamaz.

Ama her erkek, bu toplumun benzer kodlarıyla büyür.

Kimisi sorgular, değişir, dönüşür; kimisi aynen sürdürür.

Sorgulamayan, değişmeyen erkek kendi içine sıkışır; kadını da kendini de tüketir.

Oysa değişmek korkutucu değil, iyileştiricidir.

Kadın değişiyor, gelişiyor, kendi varlığını yeniden tanımlıyor. Ama erkek, hâlâ babasından devraldığı kalıplarla yaşamaya çalışıyor.

Bu yüzden anlamıyor; anlamadığı için de kontrol etmeye çalışıyor. Ne ile? Şiddetle.

Cezmi Ersöz’ün yıllar önce dile getirdiği gibi:

“Kadın çağdaş değişim sürecine ayak uyduruyor. Erkek değişime kapalı olduğu için bu süreci okuyamıyor. Kadın cinayetlerinin artmasının nedeni de budur.”

Bu sözler bugün daha da yankılanmalı.

Çünkü bu, sadece bir şairin değil, toplumsal aynanın içinden geçen herkesin sesidir.

Ancak burada önemli bir eksikliği de hatırlamak gerek:

Toplumun ve ailenin erkeğe çocukluktan itibaren empoze ettiği roller, 'adamlık' öğretileri ve duygusuzluk yüceltmesi, eğer sağlam bir eğitimle dengelenmemişse, erkek kriz anlarında ilk öğretilerine geri dönüyor.

Yani şiddeti meşru gören, bastırılmış öfkeyi dışa vuran ilkel kodlara.

Bu kodları dönüştürmenin yolu eğitimden, aile içi iletişimden ve toplumsal farkındalıktan geçiyor.

Çünkü mesele sadece kadının güçlenmesi değil;

Erkeğin de insanca duygularla büyümesi, kendini tanıması, dönüşmesi.

Eğer bir gün bu ülke, şiddetsiz, eşitlikçi, adil bir toplum olacaksa bu;

hem kadının hem erkeğin özgürleşmesiyle mümkün olacak.

Erkek, duygularıyla barıştığında; kadın, varlığıyla korkulmadığında…

Ancak o zaman iyileşeceğiz.

Sözün özü;

Erkek, ona dayatılan rollerle yaşarken; kadın, bu rollerin bedelini ödüyor.

Biri konuşuyor, karar veriyor; diğeri susuyor, katlanıyor.

Ama artık bu ezberleri birlikte bozmanın zamanı gelmedi mi?

Çünkü mesele sadece eşitlik değil;

Birbirini anlayarak, yükleri paylaşarak yaşamakta.

Kadın da erkek de, bu değişimin ortağı olabilir.

Yeter ki, ilk adımı atmaktan korkmayalım...

Yazarın Diğer Yazıları