
Papazın Bağı ve Ahmet Rasim
Ümit Kayaçelebi
Bizim zamanımızda Papazın Çayırı da denirdi. Adını, Ermeni Papazı Andon Hassunyan Efendi’den almıştı. Yeri nerdeydi? Hasanpaşa tarafında, şimdiki Kadıköy Belediye binasının oralardı. Kurbağalı Dere, Papazın Çayırını ortasından ikiye bölerdi. Eski Salıpazarı, Fenerbahçe Stadı, ortasındaki dere...
Papazın Bağı adını almadan önce “Hadika-i Basarıye” namıyla bilinirdi. Ağaçlar öylesine çoktu ki bu korulukta, dalların arasından gökyüzü görünmezdi denilse mübalağa olmaz! Sayısız kuş yaşar korulukta, bahar aylarında yükselen bülbül sesleri yoldan geçenleri mest ederdi.
Mükeyyifat ehli bazı kimseler, bu cennet köşesi bağiçeyi Papaz’ın mirasçılarından kiralar, yaz ayları boyunca çalgılı çengili âlem-i âb iderlerdü.
Bağ o kadar genişti ki, bir yanında sazlar çalınır, musiki üstatları icra-i sanat eyler; öte yanda Ahmet Fehim’in komedi ve vodvil tiyatrosu perde açardı.
Burada bir de meyhane vardı; bu meyhaneyi emekli bir deniz subayı işletirdi.
Ahmet Rasim Bey, Neyzen Tevfik, Osman Nihat Akın, Hafız Burhan gibi ünlü kişiler meyhanenin müdavimleri arasındaydı.
Ahmet Rasim Bey’in geldiği günlerde, meyhaneci, üstadın sohbetini ağız tadıyla dinleyebilmek için kapıyı kapalı tutardı.
Böyle bir gündü...
İçeri girmek isteyenleri, “kapalıyız” diye kapıdan çeviriyordu meyhane sahibi.
Israrcı bir müşteri: “Neden kapalısınız?” diye sordu.
Meyhaneci: “Cenazemiz var!” dedi kestirmeden.
Adam ikna olmamıştı: “Ama içeride oturanlar var! İçiyorlar işte...” diye karşı çıktı.
Ahmet Rasim Bey, meyhaneciyi kurtarmak için içeriden seslendi:
“Biz ailedeniz birader. Keyfimizden değil, kederimizden içiyoruz!”
REFİK HALİD, YAHYA KEMAL DOSTLUĞU YALNIZCA İKİ GÜN SÜRDÜ!
1912 yılıydı, Yahya Kemal Paris’ten İstanbul’a geldiğinde. İstanbul’a ayak bastığı gün ilk tanıştığı kişi Refik Halid oldu.
Karaköy’de vapurdan inip Sirkeci’ye kadar yürüyerek, Postanenin karşısında, bir arkadaşının yazıhanesine gelmişti. Arkadaşının yanında biri daha vardı.
“İnce yapılı, esmer, papağan burunlu, sahte tavırlarla alaycı edaları iyi meczetmiş, kalın sesli bir gençti. Beni gıyaben tanıyormuş.”
Tanıştıkları an birbirlerine ısındılar; iyice kaynaştıklarında, o akşam birlikte olmaya karar verdiler. Akşamleyin Tepebaşı Bahçesi’ne gidildi.
“Yedik içtik, güldük, birçok heccavlık ettik.... O gece ayrılırken, tanıdıklarına, hararetli teveccühlerini ifade etmiş.”
Refik Halid bir başka gün Yahya Kemal’i Kozyatağı’ndaki köşklerine çağırarak babası Halid Bey ve kardeşi Niyazi’yle tanıştırdı. Birlikte akşam yemeği yediler.
Yalnız, Paris’ten ayağının tozuyla gelmiş, alafrangalık düşkünü Yahya Kemal, Halid Bey’i hayli yadırgamıştı. Çünkü “inkılap nesline” diş bileyen başı takkeli biriydi.
Refik Halid ise, arkadaşını, ertesi gün Fenerli Bahçe’de fayton gezmesine çıkardı.
Yahya Kemal’in yadırgadığı ikinci şeyse, Refik Halid’in bu gösterişli araba gezmesi düşkünlüğü oldu!
“Refik Halid’le dostluğumuz hemen o gün bitti! Aramızda ani bir soğukluk, bir biganelik rüzgârı esti. Bunun sebebinden ben muhtiyim!” [Muhti: Hatalı.]
Nedir hata dediği olay?
Yahya Kemal, kısa zamanda kendi okur kitlesini yaratıp edebiyatta yer edinen genç yazarı, Batılı büyük yazarlarla karşılaştırarak, yazdıklarının o kadar da önemli şeyler olmadığını söyler...
“Bir muharrir iyi yazı yazdıktan sonra fikirlerinin, zevkinin, ruhunun nev’i ve kıymetiyle ölçülür!”
Bu sözler, aralarındaki dostluk bağını koparmaya yeter!
“Varlığını sert tırnaklarıyla hissettirmeye çalıştı. Fakat tamir etmek imkânsızdı!”
Kaynak: Necati Güngör