Ümit Kayaçelebi

İstanbul efsaneleri 2

Ümit Kayaçelebi

Ayasofya ve Miraç Mucizesi

Diğer kültür unsurları gibi efsaneler de, yazının icadından önce sözlü kültür ortamında kuşaktan kuşağa “sözlü” olarak aktarılmıştır. Yazının icadıyla birlikte, özellikle “hikâyeci (rivayetçi) tarih” anlayışının da etkisiyle kaleme alınan yazılı kaynaklar vasıtasıyla korunarak gelecek nesillerle aktarılmışlardır. Bu sebeple, İstanbul’un ve fethin en önemli sembollerinden bir olan Ayasofya ile ilgili çeşitli efsanelere yazma eserlerde ve tarih kitaplarında da rastlayabilmekteyiz.

Bu eserlerden biri de; Koca Nişancı Reisülküttab Celalzade Mustafa Çelebi’nin (ö. 1567) Târîh-i Kal‘a-i İstanbul ve Ma‘bed-i Câmi-i Ayasofya adlı eseridir. Bu eserde müellif diğer kaynaklarda rastlayamadığımız şu efsaneye yer vermektedir:4

Bir gece Cebrail gelir, Hz. Muhammed’i miraca davet eder. Cebrail ile Hz. Muhammed gök tabakalarını ve cennet katlarını gezip dolaşmaya başlarlar. Firdevs cenneti makamına da girerler. Orada camiye benzeyen bir makam görürler. Bu binanın içinde kırk adet yakuttan direk vardır, içerisinin çevresi zümrüt ve firuze taşlarla kaplanmış, döşemeleri gümüşten yapılmış, dışarı avlu billur üzerine değişik ziynetlerle süslenmiştir. İçerisinde altın ve gümüş lülelerden oluşmuş havuzda devamlı Kevser suyu akmaktadır. Buraya girenlerin bir daha çıkmak istemedikleri anlatılmaktadır.

Hz. Muhammed, “Ey kardeşim Cebrail! Bu güzel ve süslü makam neresidir?” diye sorar. Cebrail de “Ya Muhammed! Ümmetin için Allahü teala o makamı oluşturmuştur. Buna Camiü’l-Kübra (Büyük Cami) derler. Bu makamın benzeri dünyada üç tarafı deniz, bir tarafı da kara ile çevrili ‘Kostantiniyye’ şehrinde bulunmaktadır. Bu şehirde ‘Sofiya’ adlı güzel bir ibadethane ve yüce bir makam vardır. Bunun adına da Camiü’s-Suğra (Küçük Cami) derler. Burada gördüğün yüce makamın dünyadaki timsalidir. Senin ümmetine onun içinde ibadet etmek nasip olacaktır.” diye cevap verir.

Hz. Muhammed, Cebrail’den bu sözleri işitince Allah’a şükredip o güzel makamı gönlünce görüp seyreder. Hz. Muhammed Allah ile konuştuktan sonra Allahü teala buyurur: “Ya Muhammed! Dünyadaki Camiü’s-Suğra’da (Küçük Cami) bir kimse safi niyetle iki rekât namaz kılıp niyaz ederek sevabını sana bağışlarsa, o kulum günahlara batmış biri olsa bile onu cennet ehli yaparım. O iki rekât namaz yerine de kabul olunmuş yetmiş rekât namaz sevabı veririm. Ve kim kırk gün o camide Ayasofya’da ibadetle meşgul olursa ona dört peygamber sevabını veririm. Bu dört peygamberden birincisi Âdem, ikincisi Nuh, üçüncüsü İbrahim, dördüncüsü de sensin ya Muhammed!”

Hz. Muhammed, Cebrail ile vedalaşıp miraçtan döndükten sonra ashabına Ayasofya makamını anlatır. Her biri kulaktan âşık olurlar ve “İnşallah ölmeden evvel o güzel makamın içine girip ibadet etmek kısmet olur.” derler.

Mesâbîh adlı hadis kitabında yazıldığına göre, Ayasofya Camii’nde hâlâ iki ruhani melek bulunmaktadır. Bu iki melek gece gündüz Ayasofya’nın kubbeleri altında Allah’ı tesbih ederler, kıyamete kadar tavaf ederler.5

Efsanede İstanbul’un en önemli simgelerinden biri olan Ayasofya’nın aslında ezelden beri Müslüman bir kimliğe sahip olduğu vurgulanmaya çalışılarak, Ayasofya’nın Müslümanlar nazarındaki kutsiyeti anlatılmak istenmiştir.

İstanbul’un Fethi ve Hızır

Dünya tarihinde çağ açıp çağ kapatan İstanbul’un fethi hadisesine sessiz kalmayan halk, bu fethin gerçekleşmesini sağlayanlarla ilgili pek çok efsaneyi kendi muhayyilesinde oluşturmuş ve bunları nesilden nesile sözlü ve yazılı kültür ortamlarında aktararak toplumsal hafızanın vazgeçilmez bir parçası hâline getirmiştir. Pek çok yazılı kaynakta bu efsanelere rastlamak mümkündür.

Evliyalar Ansiklopedisi adlı eserde çeşitlemelerine diğer kaynaklarda rastlamadığımız İstanbul’un fethine dair şöyle bir efsane kaydedilmiştir:

Muhasara sırasında, her şeye rağmen Bizans’a yardım geldiği ve Osmanlılar arasında ümitlerin tükenir gibi olduğu bir zamanda, Sultan Mehmed, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşa’yı Akşemseddin Hazretlerine göndererek; “Şeyh Efendi’ye sor, İstanbul’u fethetmek ve düşmana karşı zafer bulmak ümidi var mıdır?” dedi. Buna Akşemseddin Hazretleri şöyle cevap verdi: “Ümmet-i Muhammed’den bu kadar Müslüman ve gaziler bir kâfir kalesine doğru hücum ederse, inşallah zafer kazanılır.” Sultan Mehmed, bu umumi cevapla yetinmeyip Veliyüddin Ahmed Paşa’yı tekrar Akşemseddin’e gönderip; “Vaktini tayin etsin!” dedi. Akşemseddin murakabeye daldı. Başını eğip, Allah’a yalvardı. Mübarek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak; “Bu senenin Cemaziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün İstanbul feth olunacak, şehrin içi ezan sesiyle dolacaktır!” dedi. Ayrıca genç padişaha bir mektup gönderdi. Mektubunda; “Kul tedbir alır, Allah takdir eder kaziyesi, delili sabittir. Hüküm Allah’ındır fakat kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resulullah’ın ve ashabının sünneti budur.” diyordu. Böylece Akşemseddin Hazretleri bir taraftan İstanbul’un fethi hakkında yeni müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde davranılması hususunda padişaha tavsiyelerde bulunuyordu.

Nihayet, Akşemseddin Hazretlerinin tayin eylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddin’den okumak için bir dua istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddin Hazretleri; “Ya Fakih Ahmed!” diyerek “Himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allah’a tazarru ve niyaz eyle!” buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddin Hazretleri yanına hiç kimseyi bırakmamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı.

Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyalar Sultan Mehmed’in buyruğuyla İstanbul üzerine sel olup akıyorlardı. Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddin’in yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddin’in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fatih Sultan Mehmed çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddin Hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve aksakalı nur gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını toprağa sürüp saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul’un fethinin gerçekleşmesi için Allah’a yalvarıp dua ediyor, gözyaşı döküyordu. Fatih Sultan Mehmed, hocası Akşemseddin’in Allah’a yalvarıp dua etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan Türk askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra Fatih’in askerleri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul’un fethi ve peygamberin büyük mucizesi gerçekleşti.

İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fatih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı’dan girdi. Akşemseddin Hazretlerine; “İstanbul’un fethedileceği zamanı nasıl bildin?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi; “Kardeşim Hızır ile ilm-i ledünniyye üzere İstanbul’un fetih vaktini tayin etmiştik. İstanbul fethedildiği gün, Hızır’ın, yanında evliyadan bir cemaatle İstanbul’a girdiğini gördüm. İstanbul fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi İstanbul surlarının üzerine çıkmış, ayaklarını sarmış oturur hâlde gördüm.6

İstanbul’un fethi Bizans ve Türk efsanelerinde farklı şekillerde anlatılmıştır. İstanbul’un Türkler tarafından kuşatılması esnası ve İstanbul’un Fatih Sultan Mehmed tarafından fethi Bizans efsanelerinde; Tanrı’nın, Bizans İmparatorluğu’na ve Rum halkına yüz çevirmesi, şehrin üzerindeki koruyuculuğunun sona ermesi şeklinde anlatılmıştır. Buna karşın Türk efsanelerinde; Allah, Müslüman Türk ordusunun yanındadır ve en büyük yardımcısıdır. Türk ordusu bu manevi destekle İstanbul’u alabilmiştir.

Tüm bu efsanelere bakıldığında efsanelerin ana mekânı olan İstanbul’un daima kutsallaştırıldığı ve efsanelerin mekânı sahiplenme fonksiyonunun ön plana çıkarıldığı görülmektedir.

Süleymaniye Camii’nin Yapılışı

Kanunî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Külliyesi ve Camii hiç şüphesiz Osmanlı mimarisinin şaheserlerinden biridir. Ama tarihî ve mimari özellikleri bakımından önemli bir yere sahip olan Süleymaniye Camii’ne sadece mimari bir eser olarak bakmak eksik olur. Çünkü şehirlerin kimliklerini oluşturan mimari eserler üzerinde yaşayan insanların onlara verdiği değer nispetinde kıymetlidir. Süleymaniye Camii’nin sözlü kültür geleneği içerisinde, caminin yapıldığı XVI. yüzyıldan günümüze gelinceye kadar etrafında pek çok efsane teşekkül etmiş ve bu efsaneler sözlü ve yazılı kaynaklarda korunarak günümüze kadar gelebilmiştir.

Osman Nuri Topbaş’ın Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı adlı eserinde çeşitlemelerine sözlü kaynaklarda da rastladığımız aşağıdaki efsane, zenginleştirilmiş motifleriyle şöyle anlatılmaktadır:

Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii’nin inşasına karar verdiği zaman bir gece rüyasında Hz. Muhammed’i görmüş. Hz. Muhammed, ona caminin nereye yapılacağını göstermiş. Ayrıca caminin iç ve dış unsurlarının nasıl olması gerektiği konusunda da bilgi vermiş. Bunları:

— Minberi şuraya, mihrabı şuraya, kürsüyü de şuraya yapın! şeklinde ayrıntılı bir şekilde anlatmış. Büyük bir heyecan ve sevinçle bu güzel rüyadan uyanan Kanuni, sevinç gözyaşları içinde Allah’a şükretmiş.

Ertesi gün ilk iş olarak derhal Hz. Muhammed’in işaret ettiği yere giderek Mimar Sinan’ı oraya çağırmış ve buraya bir cami yaptıracağını söylemiş. Mimar Sinan da, zaten bu teklifi bekliyormuşçasına sultana:

— Sultanım! Camiyi şu şekilde yaparız; mihrabı burada, minberi şurada, kürsüsü de orada olur, diyerek Kanuni’ye rüyasında gördüğü Hz. Muhammed’in sözlerini tekrarlamış. Bunun üzerine Kanuni, tebessüm ederek Sinan’a bakmış ve:

— Mimarbaşı! Benim rüyamdan haberli gibisin! demiş.

Mimar Sinan aynı rüyayı kendisinin de gördüğünü belirtircesine:

— Sultanım! Sizin dün geceki kutlu rüyanızda ben de oradaydım ve iki adım gerinizden geliyordum! demiş.

Bu durum karşısında sevinç ve heyecanı bir kat daha artan Kanuni, derhal:

— O hâlde bir an evvel caminin inşası başlasın! diye emretmiş.

Zaten bu emri bekleyen Mimarbaşı Koca Sinan, vakit geçirmeden hazırlıklarını tamamlamış ve yüce mabedin inşasını, Şeyhülislam Ebusuud Efendi’nin temele ilk taşı koymasıyla başlatmış.7

Özellikle camiler etrafında yüz yıllardır nesilden nesile anlatılagelen bu gibi efsaneler, gerek İslamiyet’in ortaya koyduğu ahlaki değerlerin halk arasında yayılarak davranış hâline gelmesinde gerek toplumsal hafızanın devamlılığında gerekse de İstanbul’un “Müslüman Türk” şehri kimliğinin korunmasında çok önemli işlevlere sahip oldukları görülmektedir.

Kaynak: Ferhat Aslan

Yazarın Diğer Yazıları