
Güldüren ve düşündüren hikayeler
Ümit Kayaçelebi
Memleketin hali.. Türlü türlü iç ve dış sıkıntılar... Sevdiklerimizin vefat ile aniden aramızdan ayrılmaları…
Bunlar ve benzeri haller sebebiyle yazı köşelerimiz de sanki dert küpü haline geldi. Bari bugün bu köşede sizi biraz da güldürelim istedik.
“MALA, DAVARA ZARARI VAR MI?”
(Her şeye dünyevî ve maddî gözle bakanların hikâyesi)
Yunanistan’da Türklerin çoğunlukta olduğu bir köyde minareden yükselen sesi, ilk defa duyan bir Yunan, etrafındakilere sorar: “Bu ses de neyin nesi?”
Cevaben derler: “Bu ezandır. Müslümanlar bu ezanla namaza çağrılıyor.”
Yunan köylü sorar: “Bu sesin; mala, davara bir zararı var mı?” “Zararı yoktur” derler.
Yunan köylü şöyle der: Eh, o zaman okusunlar, okusunlar!
ŞEKERE BOY ABDESTİ
(Din üzerinden siyaset yaparak devlet olanların hikayesi)
Mollalarla yönetilen bir İslam ülkesinde çaya şeker yerine tatlandırıcı olarak hurma ve üzüm kullanılırdı. Şeker fabrikalarına sahip yabancı bir ülke, bu İslam ülkesine de şeker satmak istedi ama alıcı bulamadılar.
Bu ülkeden bir heyet, mollaların ülkesini ziyaret ederek hükümet yetkilileriyle görüştüler. Yetkililer, kendilerine de %10 pay verilmesi halinde, kendi halkına şekeri tavsiye edeceklerini söylediler.
Mollalar, Cuma günü büyük camilerde cemaate hitap ederken şöyle dediler: Ey mü’minler! Artık ülkemize şeker ithal ediyoruz. Siz de bundan sonra hurma ve üzüm gibi nimetleri çaya bulaştırmayın, şeker kullanın.
Bir zaman sonra işler yoluna girince, bu İslam ülkesine şeker ihraç eden ecnebi ülke, mollaların payını vermez oldular.
Mollalar da buna kızarak, camilerde şekerin aleyhinde konuşup halkı şeker kullanmaktan vazgeçirdiler.
Bunun üzerine şeker satan ülkeden heyetler gelerek, mollalarla masaya yeniden oturdular. Mollalar bu defa da %20 pay üzerinde anlaştılar.
Bu anlaşmadan sonra mollalar camilerde şöyle konuştular:
“Her ne kadar biz size şekerin “gâvur icadı” olduğunu dediysek de, onu sokaklara dökün de demedik. Bundan sonra şekerleri sokaklara dökmeyeceksiniz, şekeri çaya batıracak ve böylece ‘gâvur icadı’ olan şekere boy abdesti aldırarak içeceksiniz.”
İPİYLE KUYUYA İNİLMEZ
(Toplumda güvenini yitirenlerin hikâyesidir.)
Bir zamanlar; kendir ve keten liflerinden çul, yular, ip, urgan, palamar, halat gibi şeyleri imal eden ‘Boytablık’ denilen bir sanat varmış. Bu esnafa, halk arasında ‘Mutaf’ denilirmiş.
Her esnaf arasında olabildiği gibi, mutaf esnafı içinde de, hileli malzeme ile çürük ip imal eden birisi varmış. Bu mutaf, malının bozukluğu ile bilinirmiş. Hatta bir lâkabı da ‘İpi Çürük Veli Usta’ imiş.
Veli Usta’nın, gelişigüzel seçtiği malzemelerle yaptığı ip ve urganlar pek sağlam olmaz, olmadık yerde koparmış. Ama piyasaya göre biraz ucuz sattığı için de geçinir gidermiş.
Bir gün, Veli Usta’nın kasabasında, bir evin bahçesindeki derince bir kuyuya koyun düşmüş. Koyunun sahibi kuyuya inmek için, ev sahibinden urgan istemiş. Ev sahibi bir urgan getirmiş ama koyunun sahibi ipi beğenmemiş, “Bu urgan, İpi Çürük Veli Usta’nın malıdır. Onun ipi ile kuyuya inilmez” demiş.
İpi getiren ev sahibi ise şakayla cevap vermiş: “Haksızlık ediyorsun komşu,” demiş, “Veli Usta’nın ipi ile kuyuya inilir, ama aynı iple çıkılır mı, çıkılmaz mı, orasını bilmem!..”
(Notumuz: Tek adamın ipiyle kuyuya inenler, acaba kuyudan çıkabilecekler mi? MY)
Daha sonra iki komşu sağlam bir iple kuyudan koyunu çıkarmışlar.
Ondan sonra da bu kuyu işini anlatır gülüşürlermiş. Ve bu anıdan günümüze “ipiyle kuyuya inilmez” deyimi yadigâr kalmış.1
Kıssalarla hayat dersleri
Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. Patronuna işten ayrılmak istediğini, artık ailesi ve torunlarıyla zaman geçireceğini söyleyerek müsaade ister.
Patron kabul eder ama, son bir ricada bulunur. Son olarak bir ev daha yaptıktan sonra emekli olmasını rica eder.
Marangoz kabul eder ve işe girişir. Fakat gönlü artık işte olmadığı için, baştan savma işçilik ve kalitesiz malzeme kullanarak evi bitirir.
İşini bitirdiğinde, işveren evi gözden geçirmek için gelir. Evi biraz inceledikten sonra dış kapının anahtarını marangoza uzatarak şöyle der: “Bu ev senin, sana benden hediye.”
Marangoz şoka girer ve çok utanır. Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman o evi böyle baştan savma yapar mıydı hiç?
Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar örersiniz. Zaten hayat âdeta bir “kendin yap” tasarımıdır.
Oturduğunuz evin güzelliği de, çirkinliği de sizin eserinizdir.
EŞEK KUYUYA DÜŞÜNCE
Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer. Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır.
En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine karar verir.
Bütün komşularını yardıma çağırır. Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar.
Eşek ne olduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar, sonra sesini keser. Bir ara çiftçi kuyuya bakar. Gözlerine inanamaz. Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır.
Bir süre daha komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşır!
Hayat üzerinize hep toprak atacaktır; her türlü zorluk ile. Kuyudan çıkmanın sırrı, bu zorlukları silkeleyip bir adım yükselmektir.
Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır. En derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmayarak çıkabiliriz. Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın.
PADİŞAH VE AKIL HOCASI
Padişah da olsa, onu deneme ve denetleme hakkı elbette ki akıl hocasına aittir. Hele bir de bu akıl hocası evliyadan bir zat olursa..
Günün birinde akıl hocası dilenci kılığına girip, çok hırslı olan sultanın karşısına çıkar. Elindeki kabı göstererek, şöyle sorar:
- Şanlı padişahım, sizin gücünüz bu kabı altınla doldurmaya yeter mi?
Padişah hiddetlenerek, kabın altınla doldurulmasını yaverine emreder.
Lâkin, mümkünü yok. Kabın altında sanki görünmez bir kuyu varmış gibi, dökülen altınlar, elmaslar ve her türlü mücevherat kaybolur ve kab hep bomboş görünür.
Padişah, bu gidişle hazinenin boşalacağını düşünerek, olayı durdurur ve hayretle bunun sırrını öğrenmek ister.
Dilenci kılığındaki akıl hocası, kendisini gizleyen kılığından sıyrılıp, işin sırrını şöyle açıklar:
“Bu kab” der, “İnsan hırsından yapılmıştır. Ve hiçbir şey onu dolduramaz. Hırsına mağlûp olan insan, ister senin gibi padişah olsun isterse de bir köylü. Kesesi hiç dolmayan dilenciye benzer. Dünyanın en güzel sarayları, dünyanın en büyük hazineleri onu doyurmaz. Hatta dünyayı da yutsa tok olmaz. Elinde kabıyla dilenir durur.”
Kaynak: Mikail Yaprak