
Filden değil, insandan kork!
Ümit Kayaçelebi
Hindistan’da filleri evcilleştirmek adına insanların başvurduğu vahşî yöntemi okuyan herkes, eminiz ki başlıktaki ifademizi haksız bulmayacaktır.
Orman zeminine yavru filin içine düşebileceği büyüklükte çukur kazılır ve üzeri dallarla örtülür. Yavru fil gelip dallara bastığında çukurun içine düşer.
Fil, çukurdan çıkmaya çabalar ama başaramaz. Takatsiz kalır. Kurtulma ümidi kaybolur. Çaresizlik içinde mucize bir kurtuluşu veya ecelini beklemeye başlar.
Fil avcıları yüzlerini de kapatan tümüyle simsiyah giysiler içinde, ellerinde sopalarla gelip yavru fili şiddetli bir şekilde döver, yara bere içinde bırakırlar. Hayvan, yediği sopaların ve yaralarının verdiği acıdan ve çukurun içinde yaşadığı korkudan dolayı, hayatında görmediği bir bunalım ve ruhi çöküntü yaşar.
Sonra aynı avcılar, ağaçların arkasına gider ve üzerlerindeki, siyah elbiseleri çıkarıp, baştan aşağı beyaz elbiselerle ve ellerinde çeşit çeşit yiyecek ve meyve sepetleriyle geri gelirler. File şefkatle yaklaşır, onu besler, yaralarına pansuman yapar, okşayıp sever, güzel sözler söyler ve onu düştüğü çukurdan çıkarırlar.
Fil bu, beyaz giysili kurtarıcıların (!) kendisine gösterdiği karşılıksız sevgi ve ilgiden dolayı o kadar minnettar kalır ki, o andan itibaren ömür boyu onların gönüllü kölesi olur. Her istediklerini yapar ve asla sözlerinden çıkmaz.
Halbuki bu beyaz giyimli kurtarıcılar(!), daha önce onu tuzağa düşüren, bunalıma sürükleyen ve döven siyah giyimli adamlardan başkaları değillerdi. Bu hikâye; küçücük bir kız çocuğu ile, o çocuğa yaklaşırken, “korkma ben insan değilim” diyen bir ayıdan ibaret ibretlik bir karikatürün insanlara verdiği mesajı ne kadar da pekiştiriyor, değil mi?
KARINCADAN TEVHİD DERSİ
Bir gün Süleyman Peygamber (as) bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca da, “Bir buğday tanesi yerim” diye cevap verir.
Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber (as) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır.
Ondan sonra da bir yıl bekler.
Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır. Acaba neden yemedi?
Bunun üzerine Hz. Süleyman (as) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar.
Karınca da, “Daha önce benim yiyeceğimi Allah (cc) verirdi. Ben de O’na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek, diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım” diye cevap verdi.
Men dakka dukka!
Türkçemizde; etme bulma dünyası, çalma elin kapısını çalarlar kapını, kötülük eden kötülük bulur, gibi ifadelerle de dillendirilen “men dakka, dukka” sözünün bir de hikâyesi vardır.
“Halife Harun Reşid’in şahane bir bahçesi ve o bahçesinde de çok sevdiği bir gül fidanı varmış. Bir gün bahçıvanına şöyle demiş: “Bu fidana gözün gibi bak! Güzel bir gül olarak tomurcuklanıp açıldığında bana haber ver.”
Bahçıvan geceleri bile gider, kontrol edermiş fidanı. Bakışlarından bile sakınır, üzerine titrermiş. Geceleri rüyalarına girdiği bile olurmuş. O da sevmeye başlamış fidanı. Tomurcuklar çıkmaya başlamış. Hele bir tanesi varmış ki, diğerlerinden çok daha güzelmiş. O güzelim tomurcuk açmış ve insanın bakmaya kıyamayacağı kadar güzel bir gül oluvermiş.
Bahçıvanın kalbi pır pır atmaya başlamış, içi içine sığmaz olmuş. “Hemen gidip halifeye haber vermeliyim” diye düşünürken, kuşun birisi o gülün üzerine konup başlamaz mı yapraklarını gagalamaya!
Bahçıvan bağırmış kuş kaçsın diye. Yerinden ok gibi de fırlamış. Ama nafile! Mahvolmuş o nadide çiçek. Nasıl haber versin halifeye? Nasıl izah etsin? “Yalan söylemiyorum ya,” demiş bahçıvan. “Gider anlatırım durumu olduğu gibi.”
Varmış Harun Reşid’in huzuruna. Anlatmış durumu gözyaşları içinde! Halife büyük bir olgunluk içinde dinlemiş ve tek bir cümle sarf etmiş: “Men dakka dukka!”
Ayrılmış huzurdan bahçıvan. Aradan zaman geçmiş. Bir gün görmüş ki, o kuş bir yılanın ağzında can vermiş aynı bahçenin içinde. “Allah’ım sen ne büyüksün” demiş ve soluğu halifenin yanında almış. Durumu anlatmış. Halifenin dudaklarında yine aynı cümle: “Men dakka dukka!”
Aradan bir süre daha geçmiş. Bahçıvan bahçede yürürken o yılan ayağına dolanmaz mı? Kendisini sokacağından korkan bahçıvan, yılanın kafasını bedeninden ayırıvermiş elindeki kürekle. Gene halifenin yanına koşmuş. Anlatmış durumu ve gene aynı cevabı almış: “Men dakka dukka!”
Eyvah demiş bahçıvan! Edip de bulma sırası bana geldi! Gerçekten de öyle olmuş. Bir zaman sonra, bahçıvan hiç istemeden kendisinden beklenmeyecek kötü bir iş yapmış. Halife de onu cezaya çarptırmış. Çarptırılmış çarptırılmasına, ama gel gelelim bizim bahçıvan yerinde duramaz, zıplar durur, bas bas da bağırırmış. Bir tek şey istermiş ısrarla: Halifeyle acilen görüşmek!
Ne dedilerse olmamış ve sonunda çıkarmışlar halifenin huzuruna: “Sana haksız bir ceza verildiğini mi düşünüyorsun?” demiş halife. “Hayır” demiş bahçıvan. “Benim derdim o değil. Ancak bana bunu reva gördüğünüz için, ettiğini bulma sırası size de gelecek. Onu hatırlatayım dedim.”
“Men dakka dukka.”
KEŞKE EZAN OKURKEN ÖLSEYDİM
Bir horoz varmış. Her sabah ezan okuyormuş. Sahibi demiş ki:
-Tekrar tekrar ezan okuma! Yoksa tüylerini yolarım.
Bu tehditten horoz korkmuş ve kendi kendine demiş ki; “zaruretler mahzurları mübah kılar. Canımı kurtarmak için ezan okumaktan vazgeçmeliyim. Nasıl olsa benden başka horozlar da var. Her halükârda onlar ezan okurlar.”
Ve ezan okumayı bırakır horoz. Bir hafta sonra sahibi gelir ve der ki:
-Eğer tavuklar gibi gıdaklamazsan senin tüylerini yolarım!
Horoz bu tehdit üzerine horozluktan da vaz geçer ve tavuklar gibi gıdaklamaya başlar..
Horoz tavukluğa devam ederken, bir süre sonra sahibi gelir ve der ki:
-Şimdi de tavuklar gibi yumurtlamazsan eğer, yarın seni keserim!
Bunun üzerine horoz ağlamaya başlar ve der ki:
-Keşke ezan okurken ölseydim!..
Kaynak: Mikail Yaprak