
Çanakkale Savaşı ve Hikayeleri 11
Ümit Kayaçelebi
"BİZ MANEVİ GÜCE MAĞLUP OLDUK"
Dâimâ mâneviyat, maddeden üstün gelince, onu tesiri altına alır. Nitekim Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı tarihçi Hamilton da, bu hakîkati şöyle îtiraf etmiştir:
“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..”
Yine Hamilton’un bir kâbus diyerek anlattığı şu rüyâsı da ibretlidir:
“...Korkunç bir rüyâ gördüm. Bu, rüyâdan ziyâde bir kâbus idi. Helles kıyılarında boğulmak üzere idim. Boğazımı demir kıskaç gibi sıkan bir el beni suyun dibine doğru çekiyordu. Uyandığım zaman ter içerisinde idim ve titriyordum. İçimde, çadırımda yabancı biri varmış gibi bir his vardı...
Şimdiye kadar böyle korkunç bir rüyâ görmemiştim. Çanakkale’nin meş’um (uğursuz) olduğu fikri aklımda yer etmeye başladı. Bu histen saatlerce kurtulamadım. Sanki biz daha buralara gelmeden âkıbetimiz kararlaştırılmıştı ve şimdi de üzerimizde icrâ ediliyordu...”
O sırada İngiliz Harbiye Nâzırı olan ve müttefiklerin, husûsiyle tereddüt içindeki İngiliz hükûmetinin Çanakkale’ye saldırma kararı almasını:
“–Merak etmeyin! Ben üzerimdeki şu bahriye kıyafetiyle Türkler’in pâyitahtına oturacağım!” şeklindeki sözlerle teminat üstüne teminat vererek sağlamış bulunan Churcill, muhârebe sonrası niçin mağlûb olduğu sebebiyle muhâkeme edilirken itâb edici ağır suâller karşısında iyice darlandığı bir sırada mahkeme hey’etine şöyle haykırmıştır:
“–Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler’le değil, Allah ile harbettik!.. Tabiî ki yenildik...”
Düşman kumandanlarına bu itirafları yaptıran Çanakkale harbinde yaşanan ulvî hâdiseler, Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve inâyetini açıkça sergilemektedi
HAYAL ÖTESİ BİR FERAGAT
Çanakkale harbindeki îman ordusunun erleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesinde yetişmiş bulunan ashâb-ı kirâmın ahlâkını kendilerine numûne almış ve onların mâneviyatına gönül vermiş kimselerdi. Bunlardan biri olan er Hüseyin, çok ağır yaralanmış, tedâvi görmekteydi. Ancak durumu her an daha da kötüye gidiyordu. O da bunun farkındaydı. Bunun için arkadaşlarının kendisine verdikleri ekmeği eline almış, tam ısırmak üzereydi ki, âniden durakladı. Ve ashâbın gösterdiği ferâgat numûnelerinden birinin âdeta yeniden tekerrürü sadedinde mü’min kardeşini kendi nefsine tercîhen büyük bir îman vecdiyle:
“–Can dostlarım! Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Çünkü benim ölümüm iyice yaklaşmış bulunmaktadır. Alın bunu yaşayacak olan yiğitlere verin!..” dedi ve elindeki ekmeği silâh arkadaşı Mustafa’ya uzattı.
Ne kadar ısrar ettilerse de, kabûl ettiremediler. Nihâyet bir müddet sonra bu îman ve ferâgat âbidesi müstesnâ şahsiyet, kendisine nasîb olan mânevî gıdâların haz ve neşvesi içinde şehîden vuslat-ı Mevlâ ile şereflendi.
İşte Çanakkale harbinde, ancak peygamberlere ve yüksek velîlere âit bir keyfiyet olan infâkın en üst noktasındaki îsâr hâli yaşanıyordu. Bunun için de ilâhî rahmet, âdeta bir bahar yağmuru hâlindeydi.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan