Şahbettin Uluat

Armut ve rüzgâr

Şahbettin Uluat

Çocukluğumuzda Van bağlık, bahçelik bir yerdi.  Her mahallede bahçeli evleri, bahçelerde üzüm bağları, elma, armut, kayısı, kiraz, vişne, dut, şeftali, fındık, iğde ağaçları, mevsiminde dallarda renk renk meyveleri vardı. Kavaklar, söğütler, akasyalar ve çiçekler her yerdeydi.

Şamranaltı, Şamran kanalının bereketiyle şehrin en yeşil mahallesiydi. Erek Dağı’ndan gelen ve gürül gürül akan sular hem insanları, hem hayvanları doyurduktan sonra şehrin mahallelerindeki kanallara dağılır farklı bölgeleri de yeşillendirirlerdi. Erek Dağı’ndan esen rüzgâr kışın üşütür, yazın serinletirdi. 

Uzun, soğuk, kış günlerinden sonra, önce kardelenler açardı. Toprak yeşil bitkileriyle karların altından kendini gösterir, ilkbahar tomurcuklarıyla, yapraklarıyla nazlı nazlı gelirdi. Baharla birlikte şimdilerde çok büyük bir bölümü beton blokların altında kalmış boş tarlalarda kadınlar, yiyecek olarak tüketmek üzere yemlik, kaz ayağı, çatlanguş, evelik, hatun parmağı ve farklı otlar toplarlardı.

*

Bütün bunları bana düşündürten, yazdıran şeyin armut olduğunu desem inanmazsınız.

Bir akşam vakti, evimizin yakınındaki kavşakta bahçesinden getirdiği armutları satan bir adam gördüm. Adamın biri ile sohbete dalmıştı. Onların sözlerinin bitmesini beklerken Erek Dağı’ndan esmekte olan serin rüzgârı fark ettim. O rüzgâr bizlere de, karşımdaki sepette bulunan armutlara da dokunup geçiyordu. 

Bir an için o esintinin Van’ın altmış yıl önceki meyve dallarına dokunan esintilerden biri olduğunu düşündüm. O düşünce de beni alıp bir anda bulunduğum yerden aldı, altmış yıl öncesinin meyve bahçelerine götürdü. 

Eve gittiğimde armut ve rüzgâr başlıklı bir yazı yazayım diye geçirdim aklımdan.

Satıcı benim izleyici değil de, müşteri olduğumdan emin olmuştu. Sohbetini kısa kesti. İstediği fiyatı uygundu. Hemen bir poşet açtı doldurmaya başladı. Ancak karşımdaki meyveler sertti ve bir an için bana altmış yıl önce kendi bahçemizde bulunan sert, tatsız armutları hatırlatmışlardı.  “Yalnız bir kilo ver!” dedim. 

Yine de bir buçuk kilo tartıp uzattı, kırmadım.

Bu bahçe armudu bir an için beni çocukluk zamanlarıma, 1960’lı yıllara götürmüştü. O günlerde babam şimdiki Hayat Hastanesi civarında bir dönümden biraz büyük bir arsa alıp üzerine ev yaptırmıştı. Yerimiz bizim için yeterince büyüktü. Evimizin arka tarafına meyve fidanları ekmiştik.  Elma, kayısı, şeftali, erik ağaçlarımızın yanında iki tane de armut ağacımız vardı ancak bu ağaçların meyveleri sert ve tatsızdı. Önceki mahallemizden komşumuz Kemalettin Bey’in bahçesinde bulunan mellaki armut ağacının yumuşak ve tatlı meyvelerine benzemiyorlardı.

 Yüzlerce yıldır Erek Dağı’ndan esen rüzgâr benim tanığı olduğum altmış yıl boyunca da hep esmişti. Esmiş ve pek çok değişimin tanığı olmuştu. 

Van artık o günlerin kerpiç duvarlı, kavak döşemeli evlerle dolu Van’ı değil. Toprak yollar asfalta, kaldırımlar taş, karo döşemelere, yeşil bahçeler yüksek beton binalara dönüşmüştü. 

İçinde yüksek sesle konuşup şarkı söyleyebildiğimiz, çevresindeki odunluğundan depo olarak da yararlandığımız,, tandır evinde mis gibi kokan ekmekler pişirdiğimiz, kümeslerinde tavuk, horoz, kaz, ördek, hindi bulundurduğumuz, bahçelerinde semaver yakıp komşularla sosyalleştiğimiz günler uzaklarda kalmıştı. 

Mevsimi geldiğinde bahçelerindeki ağaçlarından taze meyveleri elimizle koparıp yediğimiz, kendi domatesimizi, biberimizi, maydanosumuzu, soğanımızı ekip yetiştirdiğimiz kerpiç evlerimiz ortadan silinmiş, yerlerini içlerinde yüksek sesle konuşmaktan çekindiğimiz fazlalık sayılan eşyaları elden çıkarmak zorunda olduğumuz iki ya da üç tarafı komşularla bitişik kutu gibi apartman dairelerine bırakmıştı.  Bütün bunlar ruh hallerimizi de değiştirmişti. Hayvansız, ağaçsız, topraksız kalmıştık.

Diğer üç mevsimin dışında, toprak damlardaki karları süpürdüğümüz bulutsuz gecelerde bile gökyüzünde ışıl ışıl parlayan yıldızlar, şehrin yapay ışıklarının gölgesinde kaybolmuştu.

Değişim, şehrin insanlarına, maddi ve maddi olmayan değerlerine de bir bir dokunmuş, farklılaştırmış, zamana uydurmuştu. 

Bir Erek Dağı’ndan esen rüzgâr değişmemişti, bir de belleklerimize kazınmış, bir kısmı zamanın dokunuşuyla küçük değişikliklere uğramış eski günlerin anıları.

07.09.2025 

Yazarın Diğer Yazıları