'Nüve' Kitap Değerlendirmesi
Leyla Uygun
Yazar Nurcan Avşin’in kaleme aldığı Nüve adlı eser, aile bağlarının karmaşıklığı, aşkın gecikmiş yankıları ve dostluğun sarsılmaz temelleri üzerine kurulan çok katmanlı bir anlatı bütünlüğüne sahiptir. Yazar, insanın hem kendine hem geçmişine karşı verdiği sessiz mücadelenin portresini çizmektedir. Bu nedenle eser, yalnızca bir öykü değil, aynı zamanda bir ‘’insanlık aynası’’ işlevi görmektedir.
Anlatı boyunca kullanılan kara kalem çizimleri ve kısa dipnotlarla verilen düşünsel mesajlar, metnin yalnızca görsel değil, düşünsel katmanını da zenginleştirmektedir. Bu detaylar, edebi metne estetik bir derinlik kazandırırken, okurla yazar arasında da doğrudan duygusal bir bağ kurmaktadır. Sanki yazar, satır aralarına kendi sesini gizlemiş gibi görünmektedir. Bu yönüyle eser, klasik öykü formunun ötesine geçerek interdisipliner bir estetik deneyim sunmaktadır. Görsel sanat ile edebiyatın bu denli iç içe geçirilmesi, anlatının duygusal yoğunluğunu pekiştiren özgün bir yöntem olarak değerlendirilebilir.
Kitabın ilk dikkat çeken yönü, duygusal yoğunlukla psikolojik gerçekliği ustalıkla harmanlayan dilidir. Yazar, karakterlerinin içsel çatışmalarını, özellikle de başkahraman Kadir’in kendi benliğiyle sürdürdüğü o bitmeyen savaşı, sözcüklerin ritmini değiştirerek aktarmaktadır. Kadir’in yaşadığı sanrılar yalnızca bir ruhsal çöküş değil, aynı zamanda bastırılmış bir sevginin, ertelenmiş bir yaşamın ve geç kalınmış bir affedişin yankısını resmetmektedir. Kahramanın “sanrılar ve gölgeler” arasında sıkışan varlığı, hem Freud’un bilinçdışı kuramlarıyla hem de Jung’un “gölge arketipi” ile ilişkilendirilebilecek bir derinlik taşımaktadır. Bu yönüyle yazar, insanın iç hesaplaşmasını romanesk bir biçimde değil, psikanalitik bir derinlikle sunmaktadır.
Asaf Abi’nin varlığı, penceredeki çocuk ve sürekli konuşan kadın figürleri, hikâyenin omurgasını oluşturmaktadır. Bu karakterler, yalnızca anlatının birer parçası değil; Kadir’in bilincinde yankılanan geçmişin hayaletleri olarak konumlanmaktadır. Yazar, bu figürleri o denli incelikle işlemektedir ki, okur bir noktada hangisinin gerçek, hangisinin zihinsel bir yansıma olduğunu ayırt etmekte zorlanmaktadır. Bu durum, eserin içerisinde gerçek ile sanrının sınırını bulanıklaştırma cesaretini en güçlü biçimiyle ortaya koymaktadır.
Mekân ve karakter betimlemeleri, okuyucuda güçlü bir görsel algı oluşturmakta; adeta “yansıma etkisi” yaratmaktadır. Mekân, bir fon değil; adeta karakterlerin iç dünyasının bir uzantısı gibi. Okur, kimi zaman bir pencerenin önünde bekleyen çocuğun sessizliğinde, kimi zaman bir odanın loşluğunda kendi yalnızlığıyla yüzleşmektedir. Bu durum, yazarın betimleme gücünün yalnızca gözleme değil, imgelem gücüne de dayandığını göstermektedir.
Anlatı dili yalın ama yoğun bir nitelik taşımaktadır. Her cümlede bir duygusal sızı hissedilmektedir. Olay örgüsünün sıkı dokusu, dikkat gerektiren bir okuma pratiği talep etmektedir. Metnin yüksek anlatı temposu, okuru bir labirentte dolaşır gibi hissettirmekte; bu durum eserin “postmodern anlatı tekniği”ne yakın durduğunu göstermektedir. Finalde yazarın okuru tam anlamıyla ters köşe yapması ve okurun zihninde inşa ettiği tüm algıyı tek hamlede yıkması, metnin dramatik yapısını doruğa ulaştırmakta ve yazarın kurgu ustalığını pekiştirmektedir.
Eserde her ne kadar editöryel düzlemde küçük hatalar bulunsa da, anlatının tematik yoğunluğu, üslup zenginliği ve duygusal derinliği bu teknik eksiklikleri tamamen gölgede bırakmaktadır. Bu tür hatalar, eserin bütüncül değerini zedeleyecek nitelikte değildir.
Sonuç olarak, bu eser sıradan bir edebi deneyim olmamakta, insan ruhunun karanlık odalarına bir inişi temsil etmektedir. Yazar, hikâye anlatıcılığının ötesine geçip hem yapısal hem tematik anlamda çağdaş Türk öykücülüğüne önemli bir katkı sunmaktadır. Yazar, anlatı disiplini, psikolojik çözümleme başarısı ve anlatıdaki görsel unsurlarıyla dönemin ruhunu yakalayabilen, çağının yetkin kalemlerinden biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.