Uzun zamandır zihnimi meşgul eden ve bir türlü anlam veremediğim bir konuyu kaleme almak istedim. Çevremizdeki dostlarımız, bir şehirden başka bir şehre giderken mutlaka şu soruyu sormaktadır: “Oranın neyi meşhur?”
Bu soruya verilen ilk cevap genellikle yemeklerle ilgilidir. Damaklarımızı tatlandıran envai çeşit tatların anılması elbette doğaldır. Ancak asıl cevap, yörenin tarihsel geçmişi, kültürel dokusu ve medeniyetimize katkıları olmalıydı. Ne yazık ki bizler giderek “gastronomi medeniyetine” dönüşüyoruz.
Bugün gezip görme çabamız çoğu zaman kültürlenme değil, sosyal medyada şov; boğazlarımızda ise geçici bir şenlik hâline gelmiştir. Oysa geçmişte İslâm coğrafyasını gezen seyyahlar, gördüklerini öyle canlı tasvir etmişlerdir ki, onların satırlarını okuyan herkes ilk fırsatta o beldeleri ziyaret etmeyi arzulardı. Maalesef artık seyyahların yerini şovmenler aldı.
Sosyal medyada sıkça rastladığımız, gelenek ve göreneklerimizle bağdaşmayan paylaşımlar, medeniyet anlayışımızı farklı bir eksene kaydırmaktadır. Bu noktada şu soruyu yeniden sorgulamak gerekir: “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” Çünkü çağımız yeni bir kavramı daha ortaya çıkardı: “Çok fenomen takip eden.”
Ne yazık ki toplumun bir kesimi için fenomenleri takip etmek, hem kültürlenmek hem de stres atmak olarak görülmektedir. Buna kısmen katılabilirim. Ancak şu soruyu da sormadan geçemeyiz: Ya bu fenomenler bizi yozlaştırıyorsa? Nitekim çoğu, din ve kültürden kopuk tavsiyeler vermekte; giyim kuşamdan yeme içme alışkanlıklarına kadar halktan ve haktan bağımsız tavırlarıyla gençlerimizi hem maddi hem de manevi anlamda bunalıma sürüklemektedir.
Artık bu sahte rol modellere “dur” deme vakti gelmedi mi? Eşcinselliği normalleştiren, lüks ve şatafatı özendiren, dinî ve örfî değerlerimizi hiçe sayan bu yozlaşmış figürlere karşı çıkmak, aslında vicdanlarımızın sessiz çığlığıdır.
Bu noktada Mehmet Âkif’in asırlar öncesinden haykırdığı şu mısralar bize ayna tutar:
“Alınız ilmini garbın, alınız san’atını,
Veriniz hem de mesainize son sür’atini.
Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin; yalnız.
Yine milliyetin îmânını sarsar mı bu hiç?
Onu yıkmaz, çünkü ‘dîn’ başka, ‘terakkî’ başkadır.”
Âkif’in bu uyarısı bize, ilerlemenin ve öğrenmenin dinî ve millî değerlerden kopuk olamayacağını hatırlatıyor. Bugün yapmamız gereken şey, kendi kültürümüzü, medeniyet birikimimizi ve inanç dünyamızı koruyarak modernleşmek; fenomenlerin değil, hakikatin izinden gitmektir.
Modern zamanlarda seyahat etme, kültürlenme ve bilgi edinme gayretimiz ne yazık ki çoğu zaman “sosyal medya şovu”na ve “damak tadı turizmi”ne indirgenmiş durumda. Oysa bizi biz yapan, bu toprakları değerli kılan; tarihimiz, kültürümüz ve inancımızdır. Fenomenlerin sahte parıltılarının ardında koşarken, aslında bizi köksüzlüğe sürükleyen bir girdabın içine çekiliyoruz.
Mehmet Âkif’in şu sözüyle bitirmek isterim:
“Sahipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”
Bugün “sahip çıkmamız” gereken yalnızca vatan toprağı değil, aynı zamanda kültürümüz, inancımız ve medeniyet mirasımızdır. Eğer buna sahip çıkarsak, fenomenlerin gölgesinde değil, hakikatin ışığında ilerleyebiliriz.