Her çocuk gibi ben de hastalanırdım ama böylesini hiç görmemiştim. Ne ağrım vardı ne ateşim nede yatağa düşmüştüm. Ayaktaydım, koşturuyor, oynuyordum ama zaman zaman kaşıntıdan yerimde duramıyordum.
Sivilceye benzer kırmızı kabarıkları ilk defa apış arasında gördüm. Önce sayılacak kadardı ama kaşınıyordu. Apış arasında olduğu için kimseye bir şey diyemedim. Kaşındığı zaman bir yere gizlenir, pantolonumu indirir kaşırdım. Ben kaşıdıkça kabarcıklar kanardı.
O yaşta bile “sen kendin yıkanamazsın” diyen annem banyomu yaptırmak isterdi. Pazarlık ederdim. “Sen sadece sırtımı yıka” derdim Kabul ederdi ama her tarafımı keselemekten geri kalmazdı. Her defasında üstümde donumla yıkandığım için kabarıkları fark edemezdi.
Annem temizlik konusunda titizdi. Belki de bana öyle geliyordu. “Sokaktan geldin hadi banyoya, okuldan geldin koş banyoya.” Her gün birkaç defa elimi ayağımı yıkar veya yıkattırırdı. Üç dört günde bir banyo yaptırırdı.
Banyo dediğime bakmayın, ağız alışkanlığıdır. Yazın, dışarda leğende, kışın içerde çalda yıkardı. Çal ne diyebilirsiniz. Odalardan birinin köşesinde banyo yapılacak kadar betondan bir yer yapılırdı. Çocuklar kış aylarında, büyükler her mevsimde burada yıkanırdı. Buna çal derdik. Bizim aileye özgü bir şey değildi. Hemen hemen her evde vardı. Çalı olmayanlar evin bir köşesinde leğende yıkanırlardı.
Kırmızı kabarıklar her gün biraz daha arttı, sayılamayacak kadar çoğaldı, donumun dışına taştı. Annem banyo yaptıracaktı. Kırmızı kabarcıkları görmesini istemediğim için “kendim yıkanırım” diye tutturdum. Önce “olmaz” dedi. Ben diretince kabul etmek zorunda kaldı.
Giysilerimi çıkardım çala girdim. Sadece donum üstümde kaldı. Annemin önceden hazırladığı suyu tasla başımdan aşağı döktüm. Annemin yaptığı keseyle bedenimi keselemeye başladım.
Annem haklıydı, elim yetişmediğinden sırtımı keseleyemiyordum. Bir taraftan da büyükler sırtlarını nasıl keseliyor diye düşünüyordum. Galiba bir sistemi vardı, ben bilmiyordum. Mesela abim hep tek başına yıkanırdı. Bir sistemi olmasaydı sırtı kirli kalırdı. Benim sırtım kirli kalacaktı ama o kadarını düşünecek durumda değildim.
Yıkanırken, kimsenin girmeyeceğini düşündüğümden odanın kapısını kilitlememiştim. Annem, aniden çalın olduğu odaya girdi. Neden girdin dememe fırsat kalmadan “bu halin ne?” oğlum diye bağırdı.
Kırmızı kabarıklar ortadayken bir şeyim yok diyemedim. Donumu sıyırıp bakmak istedi elini tuttum. “Her tarafın yara bere içinde, utanmanın zamanımı” dedi. Engel olmaya gücüm yetmedi, donumu sıyırdı.
Çok korkmuştu. İlk önce ne yapacağını bilemedi. Neden söylemedim diye bir güzel fırçaladı. “Kızamık mı?” diye kendi kendine mırıldandı. Sonra da “herif hele gel bak çocuğun haline” diye babama seslendi.
Babama adıyla hitap ettiğini hiç duymamıştım; o gün de duymadım. Babam da anneme adıyla hitap etmezdi. Avrattan başka kelime duymamıştım.
Gerçi sadece bizim aileye özgü bir şey değildi. Çevremizde bulunan her kadın; kocasına herif, her erkek karısına avrat diye hitap ederdi. Ben dahil çocuklar babalarına baba demezlerdi. Kimisi efe, kimisi efo, kimisi dedo derdi. Baba diyenler bir elin parmakları kadardı. Haklarını yemeyim amcamın çocukları baba derdi. İlginç olanı ben amcama “emmi” derdim; onlar, babama ne amca ne emmi derlerdi. Babam onların Efe’siydi.
Babam beni aldı, ilçenin meşhur doktoruna götürdü. Bu doktor öyle bir nam salmıştı ki yediden yetmişe herkes tanıyordu. Gerçi muayenesi olan başka doktor yoktu. Vardıysa da ben bilmiyordum.
Sadece birkaç defa adını duyduğum, nasıl bir hastalık olduğunu bilmediğim kızamık değildim, ama kapıldığım hastalığın ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Doktorla babam konuşmuş adını koymuşlardı. Benim öğrenmeme gerek duymamışlardı belki.
Beş gün süreyle, akşam, sabah olmak üzere her gün 2 iğne yapılacaktı. Sonra bire düşürülecekti. Yirmi, yirmi beş gün sonra bir şeyim kalmayacaktı, iyileşecektim.
Şurup veya hap olsaydı iyi olurdu. İğne iyi olmamıştı. Görür görmez korkuyordum. En nefret ettiğim şeydi ama yapabileceğim bir şey yoktu. Babamın elinden kurtulamazdım. Acısına katlanmak zorundaydım.
Kendime göre bir çaresini buldum. İğnenin yapılması için sedyeye uzanırken gözlerimi kapıyor, iğneyi görmüyordum. Acısını hissedince iğnenin yapıldığını anlıyordum. Gözlerim doluyordu, kıvranıyordum ama hıçkırarak ağlamayı gururuma yediremiyordum.
Zamanla kaşıntı azaldı; bazı günler hiç kaşınmaz oldu. Kırmızı kabarıklar düzelmedi ama artış da olmadı. Kaşıntı olduğu zaman iğnenin korkusundan kaşınıyor diyemedim.
Kabarıklarda artış olmadığından babama göre bir sorun kalmamıştı artık. Zamanla düzelecekti ama düzeleceğine daha da kaşınmaya başladı. İğnenin korkusundan yine kaşınıyor diyemedim, kaşıntıya dayandım.
İğnenin acısı birkaç dakika sonra geçiyordu. Oysa kaşıntı sürekliydi. İğnenin acısını bahaneyle kaşıntıya katlansam da aslında psikolojikti. Bunun psikolojik olduğunun farkında değildim.
Aradan bir ay geçti. Yaz mevsimi başladı. Okullar tatil oldu. Deniz sezonu açıldı. İlk defa o sene aileme haber vermeden arkadaşlarımla denize gittim. İzin isteseydim, “erkendir, su ısınmamış, hasta olursun” derlerdi, izin vermezlerdi.
Biz çocuklara göre deniz mevsimi mayıs sonu haziran ayı başında başlardı. Çünkü evi denizin yakınında olan çocuklardan haziran ayı başında denize girdiklerini duyuyorduk. Aileme özellikle anneme göre ise haziran ayı bitmeden denize girilmezdi. Havalar iyice ısınırsa belki haziran ortasında girilebilirdi.
Çocuklar soyundukları gibi soğuk sıcak demeden denize atladılar. Peşlerinden ben de atladım. Suyun soğukluğuna aldırış etmedim. Canım yanıyordu. O güne kadar sadece çok kaşınan ama acımayan kabarıklar acıyordu.
Daha önce, vücudun bir yerinde yara olduğunda denizin sodalı suyunun acıttığını duymuştum, ama bu kadarını beklemiyordum. Hemen denizden çıktım. Bir şey değişmedi. Canım acıyordu. Acıyacaksa denizde acısın düşüncesiyle denize girdim. Bir süre sonra acım dindi. Kaşıntı da kalmadı. Arkadaşlarımla beraber denizin keyfini çıkardım. Denizin, insanı acıktırdığını bildiğimiz halde yanımızda yiyecek hiçbir şey götürmemiştik. Kuru ekmek, bile almamıştık. Bir saat kadar sonra acıktık. Aç karına çimmenin keyfi olmuyordu. Mecburen erken ayrıldık denizden.
Tatlı suyla elimi yüzümü yıkamayı akıl edememiştim. Eve geldiğimde yüzümde beyaz çizgiler oluşmuştu. Annem denize gittiğimi anlasa da emin olmak için soyundurdu. Vücudum benek bekti. “Bu havada denize mi gidilir?” diye kızdı bana. Bir daha izin almadan gitmeyeceğimin sözünü vermek şartıyla denize gittiğimi babama demeyecekti.
Belki de denizin yorgunluğundan o gün erkenden uyudum. Ertesi gün uyandığımda sanki ağır bir yükü üzerimden atmıştım. Kırmızı kabarıklar kaşınmıyordu. İyileşme vardı sanki. Yanılmış olabilirim diye anneme gösterdim, gözle görülür şekilde iyileşmişti. Bir gecede bu kadar iyileştiğine inanamadı.
Benden sonra babamla konuşmuştu. Ne konuştuğunu bilmiyordum. Denize gittiğimi kırmızı kabarıkların biraz iyileştiğini anlatmıştı. Babam bizi çağırdı. Abime, “annen bir şeyler hazırlasın kardeşinle denize gidin” dedi.
Abim, “bu mevsimde denize mi gidilir?” diye düşünüyordu. Belki canı istememişti, belki başka sebebi vardı. Çünkü bir önceki yıl haziran ayında denize gittiğini duymuştum. Babam “istemiyorsan denize girmez, çimmezsin, kardeşin çimsin, ne diyorsam onu yap” dedi.
Abimle denize gittik, “gelmişken çimeyim” dedi. Dediğine göre su soğuktu ama üşütecek kadar değildi. Birlikte epey vakit geçirdik geldik. Annem hemen kabarıklarıma baktı. Maksadını anladım ama o anda bir şey fark edemedi. Ertesi gün erkenden baktı. Kabarıklar iyice iyileşmişti. Bugün “yine gidin” dedi.
O anda kilerde ne varsa çıkınımızı hazırladı. Bizi denize gönderdi. Kırmızı kabarıkların iyileşmesi için gideceğimizi abim anlamıştı. Dünkü gibi mırın kırın etmedi. Severek götürdü beni denize. Dört veya beş gün sonra kabarıklardan eser kalmadı. Van denizinin sodalı suyu iğnelerin iyileştiremediği hastalığımı iyileştirdi.