(Bir Çocuğun Hatıraları)
1970 yılıydı. Dağların karı yeni erimiş, sular sazlıkları taşırmıştı. Gölün üstünde, sabahları ince bir buğu, akşamları gümüş bir sessizlik geziniyordu.
Denizle bağlantısı olmadığı için coğrafi olarak göldü ama yörede yaşayanlar için denizdi. Çünkü, içinde Akdamar (Ahtamara), Çarpanak, Adır (Liman Adası) ve Kuş Adasını (Arter Adası) barındıran, yolcu, yük ve tren feribotu olan, bu kadar büyük, bu kadar derin ve bu kadar esrarlı olan suya göl denilmezdi.
Ben ilkokuldaydım Purul’da oturuyordum. Köydeki okul 2 derslikti. Babam beni şehir merkezindeki ilkokula kaydetmişti. Takriben iki km mesafedeki okula, kar, yağmur, soğuk demeden yürüyerek giderdim, yürüyerek gelirdim.
Toprak uyanmış kokusunu havaya salmıştı. Çiftçiler toprağı işlemeye başlamışlardı. O günlerde canavarın denizden çıktığı Purmak’ın altındaki sazlığa girdiği kulaktan kulağa yayılıyordu.
Sazlık, denizden yüz elli metre kadar içerdeydi. Eni yüz elli, iki yüz, boyu beş altı yüz metre kadardı. Denizle sazlık arası taşlık, kumsal karışım bir yerdi. Camızları buradan denize sokanlar oluyordu. Üç tarafı otlaktı. Canavarın denizden çıkıp sazlığa girdiğini, hayvanlarını otlatan Purmaklı bir görmüştü. Tüfeğiyle ateş etmişti ama hiçbir şey yapamamıştı. Çok yağlı olan derisine mermiler işlememiş, kayıp yere düşmüştü.
Anlatılanlara göre adamın dili tutulmuş, konuşamaz olmuştu. Evine kapandığı, dışarı çıkmadığı, geceleri uyumadığı söylentisi yayılıyordu.
Canavarı, herkes gibi ben de merak ediyordum ama evimize takriben üç km uzaklıkta olan sazlığa tek başına gitmeye cesaret edemiyordum. Bir gün benim gibi merak eden çocuklarla beraber görmeye gittik.
Bizim gibi meraklı üç beş kişinin orada olacağını sanıyordum. Meğer yüzlerce insan canavarı görmeye gelmişti. Herkes meraklı gözlerle sazlığa bakıyordu. Birbirlerine canavarın hikayesini anlatıyorlardı. Bir taraftan da kulakları, gelecek olan sesteydi.
Gündüz vakti her yarım saatte bir sazlığın içinden gelen bir “möö” sesi duyuluyordu. Sığır sesi gibiydi ama biraz daha derindendi. Otlakta otlayan sığırlar sese karşılık veriyordu. Aralarında bir bağ kurmuş konuşuyorlardı sanki. Orada bulunanlar bu diyaloğu izliyordu.
O gün gecenin karanlığına kalmadık. Orada konuşulanlardan duyduğuma göre karanlık bastımı sesin aralığı kısalacaktı. Canavardan her beş dakikada bir “möö” sesi duyulacaktı. Karanlık bastırınca sığırlar ahıra alındıklarından cevap veremeyeceklerdi.
İşin garip yanı, sesin yönüydü. Doğuda olanlara ses batıdan, batıda olanlara doğudan geliyordu. Avcılar sesin geldiği yerden sazlığa giriyorlardı; dediklerine göre bu defa da ters istikametten sesi duyuyorlardı. Sanki denizle dalga geçen görünmez bir şey vardı orada.
Gün geçtikçe herkes söylentinin peşine düştü. Kahvelerde, lokantalarda, akla gelebilecek her yerde, sazlıktaki canavar konuşulur oldu. Yaylı dediğimiz at arabaları şehirle sazlık arasında yolcu taşımaya başladılar.
Bahar tam anlamıyla uyanmıştı artık. Geceleri serin, sabahları kuş sesleriyle doluydu. Gökyüzü süt mavisiydi. Rüzgâr denizden esiyor, Purmak’ın altındaki sazlığı deniz dalgası gibi titretiyordu. Sazlığın derinliğindeki gizli bir ses “möö” demeye devam ediyor, sazlıktan taşan ses kavak ağaçlarında yankılanıyordu.
Bir gün yine, avcılar sazlığa girdiğinde güneş, suyun üstüne düşüyordu. Herkes nefesini tutmuştu. Bazıları yakından bazıları uzaktan bakıyordu. Çocuklar taşların üzerine oturmuş bekliyorlardı. Ben biraz daha yakındaydım.
Avcılar geri döndüklerinde biri ter içindeydi. Sazlıktaki dalgalanmadan ürktüğü halinden belli oluyordu. Neler olduğunu soranlara “sazlıkta bir şey vardı, tosbağa değil, kurbağa değil, yılan değil, balık hiç değil, bir şey yaşıyor, ama görünmek istemiyor” dedi.
O günlerde halk arasında canavardan başka konuşulan hiçbir şey yoktu sanki. Kahvelerde, lokantalarda, berberlerde, akla gelebilecek her yerde tek konu canavardı.
Herkesin bir hikâyesi, herkesin bir göreni vardı. Birinin dayısı sazlıkta ses duymuş, ötekinin komşusu gölde bir karaltı görmüştü. Kiminin inancı artıyor, kimisi alay ediyordu, ama o merak; herkesi birleştiren sessiz ateş her gün biraz daha büyüyordu.
Purmak yolunda, her gün, sabah erkenden başlayan günün her saatinde toz bulutları yükseliyordu artık. Yaylılar şehirden Purmak’a insanları taşıyordu. Bu yolu bir o kadar da bisikletiyle veya yaya kat edenler oluyordu.
Sazlığın çevresi panayıra dönmüştü. Her köyden, her mahalleden şehirden insanlar akın akın buraya geliyordu. Sabah erkenden gelip gece yarısına kadar bekleyenler bile oluyordu. Kimi inançla dua ediyor, kimi korkuyla geri dönüyordu.
Ben ilk günlerde aralıkla, sonrasında her gün okuldan sazlığa gidiyordum. Okuldan eve iki km, evden sazlığa üç km, sazlıktan eveüç km; canavarın merakıyla her gün en az 8 km yol yürüyordum. Sazlıkta olduğu iddia edilen canavarın sesini duyuyor ama göremiyordum.
Deniz benim için yalnızca su değildi, bir gizemdi artık. Her dalgası bir sır, her sesi ayrı bir hikâyeydi. Günler birbirini kovalarken, sesin gizemi büyüdükçe düğer insanlar gibi benim de aklım karışıyordu. Sazlıkların arasında yankılanan garip “möö” sesi, kimi zaman bir dananın, kimi zaman bir rüzgârın, kimi zaman da gölün kendi sesinin yankısı olduğunu sandığım anlar da oluyordu.
Ama hiçbir açıklama merakı dindirmiyordu. Bir gün okulda, öğretmenim bu konuyu sordu. Gözlerim büyüyerek, sesim titreyerek anlatmaya başladım. Sınıfta çıt çıkmıyorken arka sıralardan bir ses yükseldi:
-Öğretmenim, hepsi yalan! Babamdan duydum, sazlığa bidon atmışlar. Ses onlardan geliyormuş!
Herkes dönüp kıza baktı. Belki doğru diyordu ama o gizemin büyüsünü bozmaya kıyamadım. Canavar olmasa bile, inancımız güzeldi. Bidonların belli sürelerde nasıl ses çıkardığını anlatmasını istedim ama anlatamadı.
Bir buçuk ay sonra sazlıktan gelen ses kesildi. Meraklı gözler bir süre daha sazlığı takip etti ama o gizemli ses bir daha duyulmadı. Yeni hikâyeler anlatılmaya başlandı. Kimilerine göre canavar bir gece sazlıktan çıkmış, eski yuvasına dönmüştü. Kim bilir denizin hangi derinliğinde hayatına devam ediyordu.
Bu yeni hikâye büyükler için korkulu rüya olmayabilirdi. Benim için sazlıktan daha korkuluydu.
Denizde canavarın olduğu korkusu içime işlemişti. Özellikle Purmak’ın altında çimerken çok dikkatliydim. Gözümün görebildiği kadar uzağa bakıyor, karartı görmezsem çimiyordum.
Bir gün yine gittiğimizde deniz çarşaf gibiydi. Kendi maviliğini mi gökyüzüne ulaştırmıştı, gök yüzünün maviliğini mi kendine çekmişti bilemedim. Dalgalanmadığına göre canavar yakınlarda değildi. Bu durumda rahatlıkla çime bilirim diye düşünüyordum. Yarım saat kadar geçtikten sonra denizin üstündeki karartıyı görünce içimi bir korku sardı: Canavar kıyıya gelebilirdi.
Bağırırsam herkes telaşlanırdı, bağırmazsam yaklaşan canavar içimizden birine zarar verebilirdi. Yanımdaki arkadaşımın kulağına eğildim: İlerideki karartı canavar olabilir mi?
Arkadaşım benden daha soğuk kanlıydı. Elini gözlerini üstüne bıraktı. Gözüne gelen güneş ışınlarının kırılmasını sağlamak istemişti. “Çalı çırpıdır, canavar olsaydı denizi dalgalandırırdı” dedi.
Aradan yıllar geçti, zaman zaman unutulsa da Van Denizi canavarı gündemden düşmedi. Bir gün Van’da bir gün Erciş’te, Gevaş’ta, Tatvan’da, Ahlat’ta, Adilcevaz’da görülüyordu. Canavarı gördüğünü iddia edenlerin sayısı her gün biraz daha artıyordu.
Ben Erciş’te değildim artık. Gazetelerde okuyor televizyonlarda izliyordum canavar haberlerini.
Canavarın tekrar gündemde olduğu günlerde yolum Erciş’e düştü. Canavar haberini yapan gazete ve televizyonlardan birinde çalışan gazeteci arkadaşımla karşılaştım. Söz döndü dolaştı canavara geldi. Ne derece doğru olduğunu sordum. Önce gülümsedi sonra itiraf etti:
-Haberde kameraya sırtı dönük olan, aha işte orada diyen bendim.
Bir an sustu, sonra devam etti:
-Şekillendirilmiş kütüktü, haberi yapmadan önce denize bıraktık. Amacımız, ilçeyi gündemde tutmak turistlerin gelmesini sağlamaktı.
Arkadaşıma inansam da içimde hep bir kuşku kaldı. O görüntü şekillendirilmiş kütüğün görüntüsü olabilirdi. Ben canavarı görmemiştim ama sesini duymuştum.


