Erol Çelik

Oyuncak (Bir Çocuğun Hatıraları)

Erol Çelik

Bizim çocukluğumuzda bugünün oyuncakları yoktu. Konuşan bebekleri, yürüyen robotları, ışıklı dronları hayal bile edemezdik. Atari yoktu ki başından kalkmayalım; hele sanal gözlüklerle başka dünyalara girmek, elde joystick veya dokunmatik ekran tutmak aklımızın ucundan geçmezdi. 

Biri çıkıp gün gelecek çocukların eline tablet, akıllı saat, hatta yapay zekâlı oyuncak köpek tutuşturulacak deseydi, “herhâlde delirmiş” derdik. Pille çalışan metal oyuncaklar vardıysa da haberimiz yoktu.

Bizim dünyamız köyümüzün sınırlarından ibaretti. Nelerden haberimiz oluyordu ki varsa yoksa metal oyuncaklardan da haberimiz olsun? 

Büyüklerin dünyası farklıydı. Nerden mi biliyorum? Şehre gider, gelir güzelliklerini anlatırlardı. Nedense, anlattıkları güzellikler içinde bizim dünyamızı süsleyecek oyuncaklar yoktu. 

Bizim oyuncaklarımız tenekeden, metal telden, tahtadan yapılan arabalardı. Onları da biz yapamazdık. Ebeveynler veya abiler yaparsa oynardık.  Bu tür oyuncakları yapıp elimize tutuşturmazlarsa bizim de yapabileceğimiz oyuncaklarımız vardı. Hiçbir şey yapamasak bile kalın ve uzun bir sopayı at yapar, üstüne binerdik. Bir çubuk bulur kırbaç yerine kullanırdık. Atımızı kırbaçlar bacaklarımızın arasındaki ağaçla koştururduk. Belli başlı başka bir oyuncağımız ise ebeveynlerin giyilemeyecek hale gelen lastik ayakkabılarıydı. Burun kısmının sağlamlığı önemliydi. Bir sopayı burnuna sokar araba diye itelerdik. İçine taş toprak benzeri şeyler doldurur taşırdık.

Top peşinde koşturmayı severdik ama sağlam topumuz hiçbir zaman olmadı. Elimize geçerse abilerin oynayıp eskittiği kırk yerinden yamalı toplarla oynardık. Bir de hayvan tüyünden yapılan toplarımız vardı. Büyüklerimiz topagaran oynamak için yaparlardı; bizse topagaran topuyla futbol topu niyetine oynardık. 

Bostan zamanının ayrı bir yeri vardı. Karpuz kabuklarından tekerlek ve iskeletini hazırlar incecik ağaçlarla tutuşturur araba yapardık; ama karpuzdan yaptığımız arabalar pancardan yaptıklarımız kadar dayanıklı olmazdı. 

Pancar sökümü başladığında sahiplerinden isterdik, verenler olurdu, vermeyenler olurdu. Bazıları “çocukları sevindirin” derdi; bazıları sopayla kovalardı. 

Herkes kendine göre haklıydı. Çocuklar bir pancarla ne zararları olacağını, çiftçiler, her bir çocuğa iki pancar verirlerse dünyanın pancarı edeceğini düşünürlerdi. Pancar yetiştirmeyip pişirmek için isteyenler de olurdu. 

Önümüzde iki yol kalıyordu. Bazen traktörlerin römorklarından, kamyonlardan düşenleri topluyorduk, bazen fırsatını bulursak tarladan çalıyorduk. O yıl, pancar sökümü henüz başlamamıştı ama iyice kök salmışlardı. Fabrikada pancar alımı başlasaydı sökülebilecek durumdalardı. O günlerde köyden iki çocuk Hasan’ın pancarını çok methettiler, “gidelim sökelim” dediler.

Benden birkaç yaş büyük olan çocukların el becerileri gelişmişti. Pancara istedikleri şekli verebiliyorlardı. Ben, birinin yardımı olmadan pancardan araba yapamıyordum. “Bana da araba yaparsanız sizinle gelirim” dedim kabul ettiler.

Tarla uzakta değildi. Küçük adımlarımızla yirmi dakikada gidiverdik. Her birimiz için iki pancar söktük, tarladan uzaklaştık. Kimsenin göremeyeceğini düşündüğümüz bir ağacın altında oturduk, arabalarımızı yaptık.

Vaktin nasıl ilerlediğinin farkına varmamıştık. Biraz daha oyalansaydık gecenin karanlığına kalabilirdik. Çocukları bilmem ama ben annemden iyi bir azar işitirdim.

Arabamı annem görmemeli, birinin tarlasından pancar çaldığımı anlar, beni azarlar diye düşünüyordum, ama nasıl olsa er geç görecekti. En azından o gün görmesini istemediğimden bahçede ağacın dibinde sakladım. Araba yüzünden azarlanmaktan kurtuldum ama gecenin karanlığına kalmadığım halde saatlerdir ortada olmadığım için azar işitmekten kurtulamadım.

Ertesi gün annem örtmede tandırı hazırlıyordu. Bahçede kuruyan dalları toplayıp getirdi. Kındırakı, hamuru, örtmeye yerleştirdi; Hüsniye’nin gelmesini bekledi. Ben bu arada avluda arabamın keyfini çıkarıyordum. 

Hüsniye, ekmek parasını kazanmak için her gün bir bazen iki eve yardıma giderdi. Dolayısıyla köyde olan bitenden haberdardı ve bu haberleri evden eve taşırdı. Bir nevi köyün ayaklı gazetesiydi. Bize, köyden haberlerle geleceğini biliyordum; ama getirdiği haberin korkulu rüyam olacağını düşünememiştim. 

Annemim dediğine göre biraz gecikmişti. Gelir gelmez vakit kaybetmeden hamurun başına oturdu. Hamuru açarken eli kındırakta gözü ise arabamdaydı. Hem çalışıyor hem konuşuyor, anneme haber yetiştiriyordu. “Duydun mu?” diye başladı söze. Ardından, kâbusum olacak bombayı patlattı: “Adamın pancarını talan etmişler, jandarmaya haber vermiş, jandarma bugün yarın köye gelir, pancarı sökenleri alır götürür” dedi. 

Oralı olmamış gibi davransam da içimi korku sardı. Yavaşça yerimden kalktım, arabamı kimsenin göremeyeceği yere sakladım, örtmeye geldim. Hüsniye, “erik değdiren, hamurun içinde ne işin var, git avluda oyna” dedi, aldırış etmedim; jandarma gelirse beni korur, jandarmaya vermez inancıyla annemin yanına oturdum. 

Hüsniye, bir defa bile adımla hitap etmemişti. Bana neden erik değdiren dediğini anlamıyor, nedenini sormuyordum. Zaten ondan başka “erik değdiren” diyen yoktu. 

Aslında hoşuma gidiyordu, çünkü erik değdirenleri seviyordum. Meğerse erik değdirenlerin piyasaya çıktığı günlerde doğmuştum. Hüsniye, bildiğinden erik değdiren diyormuş. 

Hüsniye’nin neden erik değdiren dediğini neden avluda oynamaya devam etmemi istediğini düşünecek durumda değildim. Annem nereye gidiyorsa eteğini bırakmadan ben de oraya gidiyordum. 

Arabamı bir yere sakladığımı bilen Hüsniye bir şeyler sezmişti. Yani pancarı sökenlerden biri olduğumu biliyordu. Zaten ondan değil, jandarma gelecek olursa görmesin diye saklamıştım. Zaman zaman “jandarmaya söyler mi? diye geçiriyordum içimden. Zaman zaman “yok be annemin hatırı için susar” diyordum.

Annem, kimin pancarından yaptın diyebilirdi. İlginç olan hiçbir şey demedi. Arabamı neden sakladığımı bile sormadı. Bir ara uzunca sopayı elime tutuşturdu. “Bu senin atın olsun, bin biraz dolaş” dedi. 

Atımla nereye kadar gidebilirdim ki? Avludan dışarı çıkamazdın. İki tur attım geldim yine annemin dizinin dibine oturdum. Hüsniye kaş göz işareti yaptı anneme ama ne demeye çalıştığını anlamadım. Belki “hamur az kaldı, bitirip başka eve gideceğim”, belki “jandarma korkusundan sana sığındı” diyordu. 

Sonunda hamur bitti, ekmekleri kilere taşımaya başladılar.  Onlarla birlikte ben de kilere ekmek taşıdım. Ekmeği kilere taşıdıktan sonra örtmeyi toparladık ama Hüsniye’nin gidesi yoktu.

O saate kadar çay içememişlerdi. “Buradan Sultan’a gideceğim, ama çay içmeden gitmem” dedi. 

Bu iyi haber değildi. Çünkü Sultan’ın kocasının pancarını sökmüştük. Sökeni biliyorum derse yanardım. Jandarma ilk olarak beni alırdı. Anneme güveniyordum ama çocuk aklımla gücü bir yere kadardı. Jandarma gelmeden babam gelsin diye dua ettim içimden.

Çay içerlerken Hüsniye, pancar konusunu yine açtı. Yarım kalan haberi tamamlıyormuş gibi “pancar tarlasının başından girmiş sonundan çıkmışlar” dedi. 

Oysa kıyıdan sökmüştük. Abartmış olabileceğini düşünmeden bizden başkaları da girmiş olabilir diye düşündüm. Başkaları da sökmüşse bile biz de o tarladan pancar sökmüştük. Ucu bize de dokunuyordu.

Renkten renge giriyor, başıma gelebilecekleri düşünüyor, bir hata yaptım, bir daha yapmam demeye cesaret edemiyordum. 

Çay sohbeti bitti Hüsniye gitmek için izin istedi. Annem, “çocuklar hata yapmışlar, bir daha yapmazlar, kimseye anlatma, jandarmanın kulağına gitmesin” dedi. 

Bu sözleri beni rahatlattı ama üç gün avlunun dışına adımımı atmadım. Sokakta çağıranlara çeşitli bahaneler uydurdum. 4.gün sokağa korkarak çıktım.

Çocuklar arasında ne jandarmanın ne tarlanın bahsi vardı. Pancarı birlikte söktüğümüz çocukların keyifleri yerindeydi. Sultan’ın kocası da bir şey demedi. Buna rağmen o korku yetmişti. Bir daha kimsenin tarlasına; dalından bir elma koparmak için bahçesine girmedim. 

Çok mutlu ederdi oyuncak bizi

Karpuzdan tekerlek yapardık bazı

Önümüze anam atardı bezi

Çaputtan bebekler yapar oynardık

 

Bazen kan içinde kalsa da aya

Ağaçtan yapardık ok ile yayı

Leğenin içine koyardık suyu

Kâğıttan gemiler yapar oynardık

 

Sokaklar bizlere yetmezdi bazen

Sıcakta koşturur dururduk yazın

Çiftçiler tarladan sökünce güzün

Pancardan araba yapar oynardık

 

Üşümek bilmezdik soğukta kışın

Bir daha kayardı kayarken düşen

İplerle destekli boyumu aşan

Tahtadan kayaklar yapar oynardık

 

Yoncadan olurdu salıncak ipi

Üçgül ile kızlar yapardı küpe

Beş, altı yerinden yamalı topa

Taşlardan kaleler yapar oynardık

 

Şimdilerde girdi ceplere bile

Odalar doludur oyuncak ile

 Sokakta verirdik bizler el ele

Ağaçtan kılıçlar yapar oynardık

Yazarın Diğer Yazıları