
Her şey ölüyor
Ebrar Osmanoğlu
En son bir gazeteye koşar ayak yazı yazmamın üzerinden üç buçuk sene kadar bir zaman geçmiş. Fakat o günden bugüne neredeyse hiçbir şey değişmemiş. Çünkü ben o gün de aynı sebepten dolayı koşa koşa yazmaya gelmiştim: Yoğunlaşan gündem karşısında kendimi aciz hissetme fakat aciz olmadığımı bilme duygusunun tetiklediği yazma arzusu.
Bugünlerde aklımızdan çıkmayan, çıkmaması gereken iki gündemimiz var sanıyorum: Birincisi, bir “toplum”un açlıktan ölüşü; ikincisi de vatanımızın karış karış yanan toprakları.
Gözümüzü çevirdiğimizde günlük güneşlik Akdeniz’i görmek, onun havasından solumak, dertsiz tasasız oturmak varken; bugün gözümüzü çevirdiğimizde Akdeniz’de yalnızca acı görüyoruz. Açlık görüyoruz. Yok edilmek için belirli bir alana “hapsedilmiş” bir milleti görüyoruz.
İnanılır gibi değil, evet. Yirmi birinci yüzyılda, bunca gelişmişliğin arasında, bizler bir toplumun açlıktan ölüşünü görüyoruz. Kemiklerinin sayılışına şahit oluyoruz insanların. Ağlayışına şahit oluyoruz çocukların, bebeklerin; bir lokma ekmek için. Açlıktan uyuyamıyorlar, uyuyamıyorlardı evet. Fakat durum öyle ciddileşti ki, artık uyuyabiliyorlar. Artık sonsuz uykuya uyuyorlar. Artık ölüyorlar. Üç yüz altmış küsür kilometre karelik bir alanda yaşayan iki milyondan fazla insan “açlıktan” ölüyor. Tüm bunları uzaktan yalnızca seyredebiliyoruz. Ve maalesef bu gerçek.
Ne acı, değil mi?
Birde bunca sıkıntının arasında bazılarına mağdur beğendiremiyoruz tabii, bunu da unutmamak lazım. Diyorsun ki “İnsanlar ölüyor.”, “Ne olacak?” diyor?
“İnsanlar ölüyor.”
“Banane.”
“Ya insanlar ölüyor.”
“Şunu bunu yapmasalardı o zaman zamanında.”
“Ya hu insanlar ölüyor, İNSANLAR ÖLÜYOR! İn-san-lar ö-lü-yor. Neyini anlamıyorsun? Senin benim gibi etten kemikten ‘canlı’ insanlar ölüyor!”
Fakat nafile, ne desek de etki etmiyor çünkü öyle bir kesimle karşı karşıya duruyoruz ki, insanlığın ne demek olduğunu, vicdanın ne demek olduğunu unutmuşlar. Her şeyin makineleştiği, makineleştirildiği ve buna zorlandığı bir dünya düzeninde kendisine “bir insan ölüyor.” dendiğinde etki bile etmiyor. Halbuki sorsan hümanist olduğunu söyler, insan hakları savunuculuğu yapıp durur gereksiz her türlü meselede. Yine de ona dediğimiz hiçbir şey etki etmiyor, hatta kendince bahanelere sığınarak görmezden geliyor. Elindeki çok sevdiği telefonu bozulacak olsa bundan daha çok üzülür. Ne yazık ki bu dediğime “belki” diyemiyorum. Belki bile diyemiyorum çünkü biliyorum. Gerçekten elindeki telefonu bozulsa, bir insanın ölümünden daha çok üzülecek insanlarla aynı havayı soluyoruz. Yazık. Gerçekten yazık. Onlara yazık evet ama en çok da bize yazık. Böyle bir kesimle iç içe yaşamak zorunda olduğumuzu sık sık unuttuğumuz için, elimizden gelen her imkanı kullanarak bu cehaletle savaşmadığımız için bizlere de yazıklar olsun.
Peki, diyoruz bu insanlara. Peki, sen haklısın. Tamam. Hani sayıp duruyorsun ya kendince bahanelerini, kabullenemiyorsun ya ölen bir insanlığın içinde vicdansız oluşunu. Peki. Öyleyse ya hayvanlar? Günlerce uğruna bağırıp çağırıp “sözde savunuculuğunu yaptığın” hayvanlar. Onlar için ne diyeceksin? Onlar için diyecek bir şeyin yok mu? Sessizlik.
Şişman ve sağlıklı süs kedilerinin vücutlarındaki yağın tamamı gitmiş, bir deri bir kemik kalmışlar açlıktan, görmüyor musun? Sessizlik.
Ya sen değil misin sokak hayvanlarını bile düşünen(!), bir kap mama bir kap su koymayı vazife edinen(!), üstüne bir de tüm bunları saniye saniye kaydedip paylaşan? Hayvan haklarının en üst seviyede savunucusu(!) değil misin sen? Konuşsana! Bak ölüyor işte, insanları beğenmedin, mümkün olmayacak olmasına rağmen buna bile tamam diyoruz ama bak, hayvanlar ölüyor! Hani, neredesin? Sessizlik.
Nasıl bir toplumda yaşıyoruz elbette hepiniz biliyorsunuz. Bu tarif ettiğim cahillik türünü elbette hepiniz biliyorsunuz. Lakin insan olduğumuzdan ötürü unutuyoruz, siliyoruz hafızamızdan karşımızdaki insanların(!) nasıl olduklarını. Silmemeliyiz, direnmeli ve mücadele etmeliyiz, vicdanı hür bireyler olarak bu vicdansız fikirsiz popüler kültür kölelerine karşı her türlü donanımla dimdik ayakta durmalıyız.
İşte ben bunun için varım. Ben sizlere; ulaşabildiğim, erişebildiğim herkese bunu hatırlatmak için varım. Çünkü benim elimden de bu geliyor. Kimi yiğitler gibi taş, sopa tutamam belki ama kalemimle var olabilir, kalemimle duyurabilir, kalemimle hatırlatabilirim. Bir kişinin duyması bile yeter, bir kişinin hatırlaması, bir kişinin uyanabilmesi bile yeter. İşte tam da bunun için savaşıyorum.
Öfkenizi diri tutun. Gözlerinizdeki öfkenin ateşi hiç sönmesin. İyi bir dünyanın kötü insanlarıyla yaşadığımızı unutmayın. Onlarla fikirlerimizin savaştığını, bu savaşın da hiç bitmeyeceğini unutmayın. Kötünün içinde iyi kalmaya çalışırken sessiz olunamayacağını, sessizliğin aslında zalimin tarafını tutmak ve onu onaylamak olduğunu unutmayın.
Öfkenizi diriltin, ayağa kalkın! Kalemlerinizle, mesleklerinizle, ailelerinizle… Elinizde var olan her türlü imkanla ayağa kalkın! Umutsuzluğa kapılmayın. Çünkü zafer bizimdir!
Bu akıl savaşından da, bu ablukaların altından da bizi çıkaracak olan Yüce bir gücün desteği arkamızda. O’na sığının, O’ndan yardım ve rahmet dileyin ama asla durmayın. Gerekirse her gün paylaşın, yazın, çizin. Ama durmayın. Çünkü siz durdukça, bizler durdukça bu cehalet büyümeye, bu zulümler artmaya devam edecek. Ve biz bunca kötülüğün karşısında aciz değiliz, acizmişizcesine de oturmayacağız. Hareket etmek boynumuzun borcu, durmak ise boynumuzdaki vebaldir.
Durmayalım, durmayalım ki biz görmesek bile bizden sonrakilerin görebileceği zaferin meyveleri toplanırken; bu kutlu ve onurlu direnişin meyvelerinin yetişmesinde yer alan güzel insanlar, güzel sebepler olarak anılalım.
Bu konuda söylenecek yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca şey olsa da yavaş yavaş toparlayalım.
Bahsettiğimiz meselenin özü şudur: En âlâsından tatiller yapılan turistik şehirlerimizin kapı komşusu olan Akdeniz sınırındaki Gazze’de İNSANLAR ÖLÜYOR. Canlılar ölüyor. Hem de “en acısız hâliyle” belki de açlıktan ölüyor.
Babalar çocuklarının cesetlerini siyah poşetlerde taşıyor. Kiminin çocuğunun kafası kopmuş. Kimi insanın kafatasının yarısı yok, şarapnel parçaları isabet edince alınmak zorunda kalmış. Kiminin yüzü yanmış. Kiminin derisi işlevsizleşmiş. Kimi annesini kaybetmiş kimi hayatındaki herkesi. Oradaki insanlar yalnızca “Hayat gibi bir hayat.” hayali kurabiliyor, bizlerin aksine. Bizler bunca nimetin arasında nimet seçip beğenmezken, insanlar yalnızca “insan” olarak yaşayabilmeyi diliyorlar. Nasıl bir acı çektiklerinin ve bizlerin nasıl bir nimetin içinde olduğumuzun farkında mısınız?
Elbette farkındasınızdır fakat unutuyoruz. Unutmayalım. Unuttuysak hatırlayalım, hatırlatalım. Farkında değilsek farkında olalım, farkındalık katabilmek uğruna çabalayalım. Hem kendimize hem çevremize. Çünkü bu mesele şakaya alınacak gibi değil.
Gelelim ikinci meselemize: Vatanın karış karış yanan toprakları.
Şu günlerde sıkça sorgular oldum kendimce: Yanan sadece ormanlarımız mı? Yoksa o ormanlarla beraber güven, umut gibi en güçlü duygularımız da mı yanıyor?
Bakmaya kıyamadığımız şehirlerimiz yanıyor. Her haber okuduğumuzda daha da dehşete düşüyoruz. Bursa yanıyor, Sakarya yanıyor, Karabük yanıyor…
Yangınlar elbette sadece saydığım bu illerde değil. Birçok ilimiz birden yanıyor fakat her birinin adını tek tek anmaktan daha önemli bir şey varsa, o da yanan tüm bu ormanların, şehre sıçrayan yangınların göz ardı ediliyor oluşudur sanırım. Koskoca bir ülkede, bir sürü ilde yangın var ve ülke içindeki seksen beş milyon nüfusun bir kısmı hariç herkes sessiz. İnsanlar susmayı yeğliyor, kiminin de hiç umurunda bile değil.
Neden? Niçin sessiz kalıyoruz?
Vatanın her bir karışına ateş düşmüşken, sınır komşularımız perişan hallerdeyken evlerimizde rahat uyuyabiliyor muyuz?
Çabalayanlara saygı duyuyorum, onlar için saygım sonsuz fakat susanlar… Susanları, sessizleri anlamıyorum. Nasıl? Nasıl diye sorabiliyorum sadece. Nasıl susabilirsiniz? Nasıl sessiz kalabilirsiniz? Nasıl çevrenizde bunca olay olurken öylece yaşamaya devam edebilirsiniz? Nasıl? Aklım almıyor.
Özellikle “Sürekli dış ülkelerde olanları anıyorsunuz, ülkenizdeki olayları hiç anmıyorsunuz.” diye yersiz manipülasyonlara yer verenler nerede? Bakın, bu olayda da biz buradayız. Ülkemizin ve vatandaşlarımızın yanındayız. Paylaşıyoruz, haykırıyoruz, dua ediyoruz, çabalıyoruz. Sahalarda az veya çok aktif olarak bulunuyoruz. Peki siz? Siz sevgili duyar abideleri, neredesiniz? Söz konusu “dışarı” olunca ilgilenmiyordunuz değil mi? Bak, karış karış toprakları yanıyor vatanın, yüzde yetmişi orman olan Karabük’ü yanıyor. Yangınlar şehirlere inmeye başladı. Neredesiniz? Her zamanki gibi, yoksunuz. Hiç şaşırmıyoruz artık. Nerede vicdan, orada yine ve yeniden “siz yoksunuz”.
İklimler değişiyor, yediklerimiz değişiyor. Sıcak memleketlerde yaz ayları serin, soğuk memleketlerde yaz ayları sıcak… O kadar çok şey değişiyor ki, biz bir günde dört mevsimi aynı anda yaşıyoruz. Bunların hiçbiri rastgele değil, bizimde olaya rastgele bakmamamız gerekiyor zaten. Birbirinden kilometrelerce uzak olan, sıçrama ihtimali mümkün olmayan, farklı bölgelerdeki şehirlerimizin ormanları aynı anda yanıyor. Birden alev alan bütün ormanlar… Türkiye yanıyor. Bunca şeyi bir arada zikredince size normal geliyor mu? Gelmemeli. Çünkü bunlar normal şeyler değil. Olaylara bir bütün olarak büyük pencereden, normalize etmeden, duyarlı ve bilinçli, ferasetle yaklaşmak gerekiyor. Alışmamak, yok saymamak, sessizleşip susmamak, bilinçli olmak gerekiyor.
Resimler bir bütündür, küçük parçaya odaklanarak büyük hakikati ıskalamamak gerekir, bunu da unutmamamız gerektiğini düşünüyorum.
Elimizdeki her nimetin kıymetini bilelim. Güzelim topraklarımızın da, yaşadığımız bu rahat hayatların da kıymetini de her şey gibi elimizden alındıktan sonra anlamayalım. Yanan her karış biziz. Ölen her insan biziz, öldürülen her insan da. Bizim canımız yanıyor. O maddi manevi yangın bizlere de yansıyor, bizleri de yakıyor. İllaki ormanlarımıza, şehrimize kadar sıçramasına gerek var mı? Yok. Yok elbette.
Tüm bunların dibimizde olmasına gerek yok. Ateşin düştüğü yeri yakmasına, bacamızı sarmasına gerek yok. Durum bu haldeyken de anlamalıyız, yüreğimizde hissediyoruz diyebilmeliyiz. Her bir hücremizle hissetmeliyiz. İliklerimize kadar hissetmeliyiz. Çünkü “insan”ız. Çünkü “vicdan” sahibiyiz. Çünkü maalesef önemsemesek de bizden eksiliyor, sıra bize geliyor. Hem de oldukça hızlı bir şekilde.
“Canım ülkem, canım doğam, canım umutlarım. Nasıl da yanıyorsunuz cayır cayır. Kimse duymuyor, kimse görmüyor, kimse el uzatmıyor belki ama ben bir parçası yüreğimde bir parçası göz bebeklerimde kalan ve sönmemek için ısrarla direnen o umudun, umudumun, kaybolmayan güzelim kıvılcım parçacıklarıyla bakıyorum size. Ve söz veriyorum, söz veriyorum ki o umudun sönmemesi için ne gerekiyorsa yapacağım. Elimden ne geliyorsa yapacağım, söz. Her türlü zorluğa rağmen, her türlü karamsarlığa rağmen yapacağım. Bugün elimden gelen yalnızca bu yazıyı yazmak, sizleri paylaşmak ve çokça dua etmektir. Bugün elimden geleni yapıyorum, sözümü tutuyorum ve bugünden sonra da elimden ne geliyorsa yapacağım Allah’ın izniyle, söz veriyorum.”
Ben böyle hissediyorum. Sizde böyle hissedin. Ben söz veriyorum, sizler de söz verin. Çünkü ne yaşanırsa yaşansın, içimizdeki umut var oldukça bir çıkış kapısı mutlaka vardır. Karınca misali su taşımaya başlarsak, en sonunda Yüce Rabbim bizlere yağmuru ikram eder. Ben buna inanıyorum, sizleri de buna inanmaya davet ediyorum.
Sorumluluklarımızı unutmayalım, yaşadığımız dünyadaki birçok olaydan sorumluyuz. “Ben ne yapabilirim ki?” demeyin. Paylaşım, yazın, çizin, anlatın, konuşun, düşünün… İllâki elinizden gelen bir şeyler vardır. Siz de elinizden geleni yapmakla mesulsünüz zaten. Daha fazlasından değil. Bu bilinçle hareket etmek inanın çok şey değiştirir. Belki etkisi hemen görülmez belki herkeste görülmez ama değiştirir. Hiç kimse de olmasa bile sizin benliğinizde çok şey değişir, inanın. Zaman içerisinde bu dediğimin ne kadar etkili olduğunu analayacaksınız, yeter ki bugünden başlayarak bir başkası olmaya bakın; bir başkalaşım, bir dönüşüm hikayesi yazın. Gelecekte dönüp tam bu noktadaki halinize baktığınızda, bu sözlerim zihninizde çok daha başka anlamlarla yankılanacaktır, ben buna yürekten inanıyorum.
“İnsanlar ölüyor, insanlık ölüyor, doğa ölüyor, doğallık ölüyor, duygular ölüyor, umutlar ölüyor. Kısacası, her şey ölüyor.”
Bugün hissettiğim ve gözlerim acıyacak kadar keskince bakarak gördüğüm şey tam olarak bu. Ve bunun ışığında gelişen hissiyatla gelen, “bir amaç bilinci” dürtüsü doğrultusunda, ölen onca şeyin arasında umudun cılız da olsa sönmeyen kıvılcımına tutunarak onun sönmesini engellemek, en azından bunda bir vesile olmak. Hem kendim için hem erişebildiğim insanlar için. Bu yazının başlığını da bu duygudurumu belirledi zaten. Dilerim ki okurken içinizdeki umut kıvılcımının yeniden parlamasında, harlanmasında bir vesile olabilmişimdir.
Başınızı ağrıtacak kadar uzattıysam affola. Lakin söylenecek onca şey varken susmak olmazdı. Öyle çok şey var ki, kısa kesmek için çaba sarf etmek gerekiyor. Ben şahsen bu konuda zorlanıyorum, zorlandım da. Yine de buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim, selam ve dua ile kalın.
***
Sizler de görüş ve düşüncelerinizi beyan etmek isterseniz, sosyal medya üzerinden bizlerle iletişime geçebilirsiniz. Görüşlerinizi duymak, dualarınızda yer almak bizler için hayli kıymetlidir.
Aktif sosyal medya hesabımız, Instagram: ebrarrosmanoglu.