
Dünyanın Fabrikası: ÇİN
Dr. Erdal Orman
Küresel iklim değişikliği ve sürdürülebilir çevre yönetimi konularında düzenlenen bilimsel seminerlere katılmak üzere iki kez davet edildiğim Çin’de, gözlemlediğim ilginç deneyimlerimi siz okurlarımla paylaşmak istedim. Toplam 21 değişik ülkeden katılan bilim insanlarıyla, geçen yıl Şanghay, bu yıl ise başkent Pekin ve diğer bölgelerdeki farklı şehirlerinde seminer programları dâhilinde konuk edildik. İlk olarak şunu söyleyebilirim, Çin hakkında bildiğiniz, duyduğunuz bazı şeylerin aslında bir ön yargıdan ibaret olduğunu, topraklarına ayak basar basmaz anlıyorsunuz... Örneğin; Çin deyince ilk akla gelen şey olan, aşırı kalabalık ve bunun yaratacağı karmaşadan eser yok. Etrafınızı saran kocaman gökdelenler, yüksek katlı rezidanslar olmasa, dünyanın en büyük kent nüfusuna sahip Şanghay’da, 25 milyon insanın yaşadığına asla inanamıyorsunuz… Çünkü bu kadar kalabalıksa eğer, insanlar neredeler? Caddelerde trafik, nasıl oluyor da bu kadar akıcı ilerliyor? Dünyanın 3. büyük metropolü 22 milyon nüfuslu başkent Pekin’de de durum aynıydı... Yani bu devasa nüfusa sahip kentlerde, ilk göze çarpan şey kusursuz işleyen, olağanüstü bir düzen. Herkes birbirine saygılı, kurallara bağlı ve sorumlu davranarak, harmonik bir uyumla günlük hayatını sürdürüyor. Sadece Şanghay ve Pekin değil, iki yılda 35 gün süreyle bizi ağırladıkları Guangzhou, Çhangsa, Suzhou, Hangzhou, Hunan, Wuhan, Jiangsu gibi en küçüğü 11 milyon nüfusa sahip diğer metropollerinde de durum aynıydı. Her yerde aynı düzen, aynı nizam, aynı saygı ve son derece temiz kentler var. Tabi ki işin en büyük sırrı mükemmel işleyen toplu ulaşımda. Çünkü bu işi akıllıca çözdün mü, zaten trafik ve onun oluşturduğu kaos sona erince, dev metropoller cennete dönüşüyor. Mesela Pekin’de yeraltına inşa edilmiş 3 katlı ve 17 ayrı hattan oluşan yaygın bir metro ulaşımı var. Pekin şehrini merkezden çevreye doğru genişleyen, yer altından örümcek ağı gibi saran bu muazzam sistem, maksimum 40 dakikada sizi en uzak banliyöye ulaştırıyor. Yer üstünde ise 3 şeritli ana caddeler ile bisiklet yolları ve onlarında üzerinde ikişer şeritten oluşan, viyadüklerle yükseltilmiş yollar da var. Ayrıca Pekin’de en ucuz şey taksi diyebilirim. Başkentte taksimetreler en uzak mesafeye sadece 50 Yuan (Türk parası ile 250 TL) yazıyor. Ultra gelişmiş ulaşım alt yapısı bununla da bitmiyor. Son derece yüksek standartlarda inşa edilmiş olan 4’er şeritli otobanlarla da tüm eyaletlerin birbirine bağlandığı Çin’de ayrıca dünyanın en uzun hızlı tren hatları mevcut. Çin'in yüksek hızlı trenleri, 550'den fazla şehri birbirine bağlıyor. 3.600'den fazla hızlı tren, günlük olarak çalışıyor. Pekin’den Şangay’a, Hong Kong’a 15 dakika da bir seferler düzenleniyor. Kurşun tren diye de adlandırılan karadaki bu en hızlı taşıtlarla, koca Çin kıtasında en uzak eyaletlere bile saatler içerisinde ulaşılıyor. Tüm Çin anakarasını birbirine bağlayan tam 24 ayrı hattan oluşan bu yüksek hızlı trenlerle, seminer programları dâhilinde seyahat etme şansı da bulduk. Pekin-Canghsa (Hunan) eyaleti arasında 1500 kilometrelik yolu (neredeyse İstanbul – Van arası mesafeye eşit) saatte 350 km hızlara ulaşan trenle yaklaşık 5 saatte tamamladık... Dolayısıyla Çin’de uzak mesafelerde, bireysel araç yolculuğundan ziyade hızlı tren tercih ediliyor ve bu sayede hem trafik sorunu, hem karbon salınımı önemli öcüde azaltılıyor hem de hava kirliliğiyle mücadelede kolaylaşıyor. Başlangıçta %6 olarak düşünülen tasarruf ve yatırım getirisinin %8 lere vardığı görülünce Çin’de yeni hedef, 2035’e kadar mevcut 40 bin km olan hızlı tren hattını, 70 bin km ye çıkarmak. Ayrıca henüz deneme aşamasında olan ve saatte 600 km hıza ulaşan, ray yerine manyetik levitasyon (maglev) üzerinde giden trenlerde bu yılın sonunda hizmete girecek… Çin’in gerçekleştirdiği diğer bir ulaşım mucizesi ise su kanalları. Yani kara, deniz, tren ve hava yollarına ek olarak bir de su yolları var. Pekin’den Hangzhou’a kadar uzanan 1800 kilometrelik kanallarla Yangtze ve Huangzhe (sarı nehir) nehirleri üzerinde inşa edilen ve vızır vızır işleyen bir bant... Limanlar ve fabrikalar arasında mekik dokuyan bu tarihi su kanallarında, kimi yerde nehrin doğal yatağı kullanılmış, kimi yerde teknolojik imkânlarla yaratılmış suni kanallarla, hammadde, tahıl, kömür vb işlenmiş ürünler taşıyan gemilerin ilerlemesi sağlanıyor. Yani Pekin’den yola çıkan hammadde dolu bir konteyner, bu gemilere yüklenerek ardından Yangtze nehri sayesinde, örneğin Suzhou kentindeki bir fabrikaya taşınıyor. Orada bir mamul maddeye dönüşüp paketlenerek, tekrar gemilere yüklenen mallar, aynı kanallar vasıtasıyla bu kez Şanghay limanına ulaştırılıyor. Buradan da konteyner gemilerine yüklenen mamuller, okyanus yoluyla bütün dünyaya ihraç ediliyor.
Dünyanın Fabrikası Çin, bu muazzam döngüyü kolay kurmamış elbet. Daha 1900’lü yılların ortalarında açlıkla, kıtlıkla mücadele eden Çin, sosyalizmle – kapitalizmi harmanlayıp karma üretim ekonomisiyle inanılmaz bir hızla, son 50 yılda hem çiftçi toplumunu ihya etmiş, hem de üretimi çok ucuza mal ederek dünya piyasasına hâkim olmayı başarmış. Devlete ait çiftlikler 30 yıllığına çiftçi topluluklara kiralanarak hem üretimde hem de üretkenlikte hedef yakalanmış. Bu sayede 90’lı yıllardan bugüne, tarımsal üretimi %90 oranında artırmışlar. Ayrıca Çin devlet politikasında her türlü teknolojik bilgiye ve yatırıma açık erişim var. Örneğin elektrikli otomobil üretimini devlet teşvik ederek açık platformda otomotiv sektörüne, elektrikli aracın nasıl yapılacağına dair tüm alt yapı ve teknik bilgi veriliyor. Sonra her firmanın kendi elektrikli otomobilini üretmesinin önünü açıyor. Bu yüzden Çin caddeleri, bin bir çeşit elektrikli otomobil markaları ve şahane modelleriyle dolu. Dev bir elektrikli otomobil ekosistemi kurulmuş, şarj istasyonları kaldırımların her tarafında. Zaten taksilerin %80’i elektrikli otomobillerden oluşuyor. Hiç duymadığınız ama gözünüzü üzerinden alamadığınız tasarımda üretilmiş, menzili 600 km’yi bulan, son derece lüks ve her türlü teknolojik donanımı içeren otomobilleri hayranlıkla izliyorsunuz. Orta gelir düzeyine sahip herkesin alabileceği, ortalama 200 ile 400 bin Yuan civarında fiyatlarda sunuluyor. Otomotiv sektörünün belkemiği Almanya’nın endişeleri ve bizim Çin otomobillerine %40 vergi koymamız boşa değilmiş...
Baş döndürücü bir teknolojiye sahip Çin’de evet, insanlar çok çalışıyor ama sokaklarında bir tane evsiz adam, bir tane düşkün, ayyaş veya serseri ya da dilenci bulamazsınız. Çok zeki ve işlerine son derece sadık insanlar, 2 yılda kaldığım 35 günde, dolaştığımız onlarca fabrika, üniversite, işyeri ve enstitülerinde bir tane işini savsaklayan, ciddiye almayan Çinli görmedim. Ayrıca Çinliler oldukça misafirperver insanlar. Nerede bir yabancı görseler selam veriyorlar, konuşmak istiyorlar, halk İngilizce bilmiyor ama gençlerin çoğu İngilizce biliyor, hatta pratik yapmak için sizinle konuşmak istiyor. Hot pot (kızgın tencere) diye bir sofra kültürleri var. Bizim gibi birlikte yemek yemeyi, kalabalık sofralar oluşturmayı çok seviyorlar. Dışarıda yemek çok yaygın olduğundan çok fazla sayıda lokanta var. Akşam oldu mu sandalyeler, masalar dışarıya sarkar. Bazı yerlerde de bizim sokak lezzetlerine benzer envai çeşitte ürün, seyyar tezgâhlarda sergileniyor. Kimisi Pekin Ördeğinin baharatlı çeşnilerle kızartılmış halini, kimisi dana, koyun veya domuz etinden ürünlerini kimisi de sadece deniz mahsulü ürünleri satıyor. Çok sayıda helal sertifikasına sahip Müslüman veya Türk lokantası da mevcut. Kim ne satıyorsa onun resmini tezgâhına asıyor. Bizdeki gibi tatlı kültürü olmasa da tropik meyvelerle süslü pastalar, jöleler, meyve kokteylleri ve şuruplarla çok zengin aromatik seçenekler sunuyorlar. Hele bir siyah çayları var ki, lezzetine doyamadım. Bu çay, Bama denilen 3 bin yıllık geleneksel yöntemlerle hasat ediliyor. Fakat bizdeki gibi kaynatmadan, sıcak su üzerine serpilip, porselen demlikte kıvama gelmesi bekleniyor. Sonrası antioksidanlarla dolu bir fincan keyif... Lezzetiyle kıtlama çay tiryakisi olan beni, benden aldı diyebilirim. Birde Hey Tea denen zincir markaları var. Orada yapılan yaseminli, yeşil çaylı ve adını bile bilmediğimiz tropik meyvelerden yapılan buzlu ve sütlü çayları var ki bir bardak sipariş edebilmek için dakikalarca kuyruk bekliyorsunuz… Ancak sofrası bu kadar zengin olan Çin’de ilginç bir şekilde peynirin ne olduğunu bilen yok. Oysa çok eski çağlardan gelme geleneksel fermantasyon kültürüne sahip bir ülkede, peynir bulunmaması gerçekten tuhaf. Bu konuyu, misafir edildiğimiz neredeyse 100 yıllık geçmişe sahip Ulusal Fermantasyon ve Gıda Enstitüsü’nden bir Çinli Profesöre sordum. Öğrendiğime göre Çinliler genetik olarak laktoz intoleransına sahip olduklarından süt ürünleri tüketimine pek yatkın değillermiş. Otlu peynir diyarından gelen biri olarak iyi ki Vanlıyım ve bu muhteşem lezzetten mahrum değilim dedim kendi kendime...
Çin’de akarsular denge profiline ulaşmış durumda. Dolayısıyla deprem tehlikesi olmayan verimli nehir deltalarına kurulu ülkede, tüm şehirler birbirinin kopyası şeklinde planlanmış. 40 veya 50 katlı yüksek binalarda komünler halinde yaşayan toplum, elbette bizim gibi mülkiyet özgürlüğüne düşkün, batı toplumuna özlem duysalar da, halinden çok şikâyet eden de görmedim. Zira 1,5 milyar nüfusu barındırmanın başka da bir yolu yok gibi… Çiftçiye değer veren ve kendini hala köylü bir toplum gibi gören Çinliler, bununla övündükleri gibi ‘‘şehirlilik bize yakışmaz, biz toprakla bir bütünüz’’ diyorlar. Ve bu doğrultuda inşa edilen bazı köyleri de gördüm. Bizdeki gibi uzak mezralarda yaşayan kişilere, köylere inşa ettikleri gökdelenlerde veya modern evlerde internetten, televizyona, içme suyundan sağlık olanaklarına, spor salonlarından sosyal donatılarına kadar modern insanın ihtiyaç duyduğu her şeyi sunmuşlar. Ayrıca gün içinde isteyen herkesi üretim yaptığı arazisine kolayca ulaştırma imkânı da sağlamışlar. Yani bugün bizim Van da çoban bulamayan çiftçi ailelerimizin de sorunu aslında budur. Eğer köyünde internete, sağlık kuruluşuna ya da spor yapma imkânına sahip değilse bir genç, neden o köyde kalsın ki? Bu yüzden hayvancılıkla veya tarımla uğraşan çiftçiler, artık çocuklarını köyde tutamadığı için, bu gün çoban veya tarlada çalışacak ırgat sıkıntısı çekiyorlar. İşte bunun önüne geçmek için kırsalda yaşamı çağdaş hale getirmeyi başaran Çinliler, bir de kentlerine, yetiştirilen majör ürüne göre isimler vermişler. Örneğin Suzhou kenti yani su, balık diyarı, Hangzhou kenti arpa, pirinç diyarı anlamına gelen isimlerle adlandırılmış. Göz alabildiğince uzanan sulak ve verimli arazilerde, pirinç, arpa ve soyanın yanı sıra çeltik tavaları içinde yetiştirilen balık, kerevit, midye, karides gibi yüksek proteinli kabuklu deniz ürünleri de üretiyorlar. Dolayısıyla aynı tarladan yıl içinde, birkaç mahsul alarak hem tahıl hem de deniz ürünü yani hem karbonhidrat hem protein hasadı yaparak 1,5 milyar Çinliyi ve üretim fazlası bir o kadar da ürünü ihraç ederek dünyayı besliyorlar.
Çin’i hayalinizde canlandırması kolay olsun diye şunu söyleyebilirim: Dümdüz bir kıta hayal edin, kanallar, su yolları, devasa nehirler ve inanılmaz büyüklükteki köprülerle donatılmış kentler. Ve ortalarında ışıl ışıl dev gökdelenler, yüksek katlı rezidanslarla dolu, altında kat kat metrolar, üstünde 350 km hıza ulaşan trenler, uzun otobanlarla örülmüş ve bunların hinterlandında devasa fabrikalarla donanmış dev bir organizasyon gibi düşünebilirsiniz.
Kaldığım süre içerisinde Çin kültürünü ve günlük yaşamını da tanımaya çalıştım. Çarşı Pazar, cadde, sokak demeden, ta ki Çin seddine kadar her yerine ulaştım. Çin’de güvenle gece yarılarına kadar tek başıma dolaştım. Korkarım Çinliler, Türk misafirperverliğini elimizden çoktan almışlar. Hot Potların önünden geçerken zorla masasına davet edip yemeğini, içeceğini önüme sürenden, adres sorduğumda gideceğim yere taksi çağırıp üstelik parasını bile çaktırmadan We Chat üzerinden ödeyip, beni yolcu edenlere kadar rastladım. Hatta bir keresinde kendimce ufak bir sosyal deney yaptım. Gece yarısına yakın bir saatte otelime metro ile dönerken yanlışlıkla bir durak erken inmiştim. Dışarı çıktığımda yağmur yağıyordu ve hemen ilk gördüğüm restorana daldım. Aslında dönüş yolunu çok iyi biliyordum ama birilerine otelin adresini sorayım dedim. İngilizce bileceklerini umarak iki gencin masasına yaklaştım. Belli ki bir kutlama yemeği yiyorlardı. Hatta masada açılmamış bir hediye paketi ve güzel meyveli bir pasta duruyordu. Gençlerden erkek olanına sordum İngilizce konuşabiliyor musunuz diye? Evet, azıcık biliyorum deyince, otelin adresini sordum. Önce telefonundaki uygulamadan bir harita açarak otelin yerini tespit etti ve masada duran anahtarını alarak ‘‘hadi sizi otelinize bırakayım’’ dedi. Ben itiraz ettim, kız arkadaşını yalnız bırakma diye, hayır dedi, çok uzak değil sizi ben aracımla bırakacağım dedi, kız arkadaşı da sorun yok diyerek onayladı ve be bu genç arkadaşın aracıyla o yağmurda çabucak otelime ulaşmıştım. Gence güzelce teşekkür edip parasını vermeyi teklif edince kesinlikle para almayacağını ve ne zaman bir yere gitmek istersem kendisini arayabileceğimi söyleyerek telefon numaramı WeChat uygulamasına kaydetti. Ben de ona, ‘‘bunu sadece Türkiye’den bir hatıra olarak saklaman için veriyorum’’ diyerek yanımda bulunan Türk lirasından uzattım. En sevdikleri şey, çekik gözlü olmayan bir yabancıyla selfie çekinmek olduğundan, bir selfie sonrasında bu genç Çinli arkadaşımla vedalaşıp, odama hafif mahcup, bir o kadarda mutlu halde çıkmıştım. Aslında tarihten de biliyoruz ki Çin; Pusulayı, barutu icat etmiş, ipek ve baharat yoluyla şimdiki ticaretin temelini bile atmışken, Avrupa ya da Amerika diye bir uygarlık yoktu. Bu kadim medeniyet, toplumsal değerlerin erozyona uğradığı bu çağda, hala insaniyet namına, güzel meziyetler barındıran, köklerine bağlı, çok asil bir millet. Çin’de her iki ziyaretimde de kendimi çok güvende ve birazda ayrıcalıklı hissettim. Avrupa’da turist olarak gezerken hor bakışlara maruz kalabiliyorken, burada tam tersine, bizim tipik doğu feodalizmine benzer bir ilgi görüyorsunuz. Bir keresinde Çanghsa eyaletinde gece işlek bir caddede dolaşırken yine bir sofraya zorla konuk edildim. Hemen önüme istiridye dolu bir deniz mahsulleri tabağı ve onların çok meşhur pirinç rakısından koydular. Müslüman ve Türk olduğumu öğrenince hemen rakıyı kaldırıp bu kez masadaki tek hanımefendi hemen karşımızdaki marketten soğuk bir yasemin çayı getirerek ikram etti. Yanımızdaki diğer masalardan da ilgi vardı ve uzaktan uzağa selfie çekmeye yarışıyorlardı. Hemen Çin’le ilgili düşüncelerimi sormaya başladılar. Tıpkı Van’a gelen yabancılara bizler ‘‘ Van’ımızı nasıl buldunuz’’ diye sorarız ya o türden bir merak. Tabi bu güzel ve son derece gelişmiş medeni ülkeye ve insanlarına, ben de kendi gözümle gördüğüm tüm güzelliklerini anlatıyordum onlara. Geçtiğimiz yıl Şanghay’da bankadan döviz bozmam gerektiğinde de bu kez resmi banka görevlilerinden aynı muameleyi görmüştüm. O gün bankalarının döviz alamayacaklarını ama beni başka bir bankaya yönlendireceklerini söylediler. Dakikalar içinde yanıma yanaşan taksiyi, aslında benim için çoktan çağırdıklarını, parasını bile ödediklerini görünce gerçekten çok şaşırmıştım.
Seminer sunumlarımız ve iletişim dili İngilizce olmasına rağmen, Türk olmanın avantajını yakından hissettiğim Çin’de, 20 den fazla ülkeden katılan bilim insanlarıyla, çok kolay iletişime geçebiliyordum. Örneğin Türki Cumhuriyetlerden gelenlerle (Özbek ve Kazaklar) Türkçe konuşarak çok rahat anlaşıyordum. Her fırsatta yanıma geliyorlar, Türk dizilerini soruyorlar, hatta yemekte beni masalarına davet edip yemek duasını bile ‘‘Türkiye’den bir ağabey olarak sen yapmalısın’’ diyerek bana yaptırtıyorlardı. Arap ülkelerinden gelenlerle de hem yemek kültüründe hem ortak birçok kelime sayesinde iletişim sağlamakta zorluk çekmedim. Ayrıca Kuzey Irak Erbil ve Zaho’dan gelen meslektaşlarımla da Kürtçe iletişim kurarken, ülkemizin bulunduğu coğrafyanın jeopolitik önemini ve Ortadoğu halkları ile ortak kültürel öğeler sayesinde ne denli avantajımızın olduğunu bizzat yaşıyordum. Özellikle Kuzey Iraklı dostlarım Türkiye’nin ne kadar güçlü ve gelişmiş olduğunu her fırsatta oradakilere anlatıyordu. Küba, Şili gibi ülkelerden gelenler de bana, ‘‘nasıl oluyor da hem Rusya ile hem de Ukrayna ile eşit dostluklar kurabiliyorsunuz’’? Erdoğan’ın hem Putin ile iyi ilişkileri var hem de savaş halindeki Ukrayna’ya Bayraktar satıyorsunuz? deyip hayretlerini gizleyemiyorlardı. Ben de onlara bulunduğumuz coğrafyanın teamülleri gereği hassas bir denge politikası yürüttüğümüzü ve bölgede söz sahibi, etkisi çok geniş bir ülke olduğumuzu anlatıyordum. Afrika ülkelerinden gelenler ise tam bir Türkiye hayranı. Üzerindeki kıyafetleri göstererek bunlar Türkiye’den deyip ne kadar kaliteli ve uygun fiyatlı olduklarından bahsediyorlardı. Birçoğu çocuklarını eğitim için Türkiye’deki üniversitelere gönderdiklerini söylüyordu. Pasifikteki pek bilinmeyen küçük ada ülkelerinden gelenler de Arda Güler hayranı. Bana Türk futbol takımları ve Arda hakkında birçok soru sordular… Seminerdeki tek Türk katılımcı bendim ve Türkiye’ye olan bu kadar ilgi, beni son derece gururlandırırken ev sahibi Çinlileri de gerçekten imrendiriyordu. Buna benzer bir durumu Avrupa’da yaşamıştım. Yine bir kongre vesilesiyle bulunduğum Hırvatistan’da sokaktaki birine İngilizce adres sormuş, Türkçe cevap almıştım. Hem gururlanmış hem utanmıştım. Arnavut olduğunu öğrendiğim vatandaş ayrıca o günün Hıdırellez bayramı olduğunu, onlarda Hederlez Yortusu (bayram) olarak kutlandığını söyleyip, bir de bana tarihi özetini anlatarak ders vermişti. Hem de Türkçe… Hakikaten de rahmetli Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun dediği gibi ‘‘Adriyatik kıyılarından Çin’e kadar Türkçe konuşarak seyahat edebilirsiniz’’ sözünü ben gerçek anlamda yaşadım diyebilirim.
Seminerin son gününde sunduğum ülke raporunda iki ülke arasında yapılabilecek iş birlikleri konusunda katılımcılara bir de brifing verdim. Sunumumda, İpek Yolu sayesinde tarihi bağlara sahip olduğumuzu ve Çin ile ülkemiz arasında iyi bir tarımsal iş birliğinin sağlanabileceğine dair mesleki tecrübelerimden öneriler sundum; Türkiye ile Çin arasındaki beslenme kültürü farkından faydalanabileceğimizi anlattım. Örneğin, protein değeri yüksek olan ancak Türk mutfağında tüketilmeyen tavuk ayağı, salyangoz ve kurbağa bacağı gibi ürünler Türkiye'den Çin'e tedarik edilebilir. Tarımsal biyoteknoloji uygulamaları konusunda iş birliği yapılabilir. Çin'in artan gıda ihtiyacını, verimli topraklara sahip Orta Asya ülkelerinde (Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi) ucuza ortaklaşa üretmek mümkün olabilir. Böylece, Çin'in önemli çevre sorunlarından biri olan hava kirliliğiyle mücadelede ucuz biyoyakıt üretmek kolaylaşabilir. Ayrıca Türkiye’nin de ‘‘Orta Koridor’ ’da yer aldığı "Modern İpek Yolu" ya da ‘‘Demir İpekyolu’’ adlı ‘‘Kuşak Yol Projesinde’’ ki ülkelere bu projenin önemli bir ekonomik potansiyel getirebileceğine inanıyorum. Çin ile birlikte 65 ülkenin bulunduğu bu projede böylece bu ülkeler, her geçen gün daha da büyüyen Çin pazarına hızla ulaşılabilecektir…
Son derece kusursuz, eksiksiz ve her türlü konforumuz düşünülerek, ayrıca islami hassasiyetlerimizi de göz önüne alarak, bizi bu güzel ülkede ağırlayan Çin Hükümeti'nin değerli yetkililerine ve kendi ülkeme teşekkürü bir borç bilirim. Çin Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Ofisi Başkanı ve yetkililerini, misafirperver Çin halkını ve bizimle ilgilenen değerli akademisyenleri ve ilgili personeli saygıyla selamlıyorum.
Son olarak şunu da rahatlıkla söyleyebilirim ki dünyanın en gelişmiş ülkesi Çin, bize Amerika’dan daha yakın, dünya için daha uygun bir model olarak gümbür gümbür ilerliyor. Türkiye, bilgi teknolojilerinde, örneğin elektrikli otomobil gibi, İnsansız Hava Araçları gibi trend teknolojilerde, gelişen ulaşım alt yapısında (hızlı trenler, köprüler, tüneller, otoyollar vb.) ve tarımsal üretimimiz, tekstilimiz ile makine sanayi üretimimizle aslında küçük bir Çin sayılır. Hatta bulunduğumuz coğrafyada yukarıda bahsettiğim sosyo-kültürel, jeopolitik konum ve siyasi açıdan ayrıca Avrupa ve Orta Doğu Pazarına coğrafi yakınlığımızdan dolayı Çin’den daha da avantajlıyız diyebilirim. Ürettiğimiz ürünler 1 günde Avrupa’ya ulaşırken Çin’den bir gemi yaklaşık bir ayda bir tren ise yaklaşık 14 günde Avrupa’ya (Türkiye) ulaşabiliyor. Dolayısıyla iki ülke arasında geçtiğimiz yıllarda gerçekleştirilen İpek Demiryolu ve Kuşak Yol projesi bence ileri görüşlü birer mega projedir. Desteklenmesi ve sürdürülmesi ülkemiz menfaatinedir. İki ülke ve Türki Cumhuriyetler, kazan kazan taktiğiyle mükemmel işbirliklerine imza atabilir. Her şeyden önemlisi, Batıdan kopmadan Doğunun bu yıldızıyla, Şanghay beşlisi gibi caydırıcı bir birlikteliğin ülkemiz menfaatine olacağını düşünüyorum. Sağlıcakla kalın…