Yunus Türkoğlu

Fidanlık'ta Bir Sabah

Yunus Türkoğlu

Çocukluğumdan beri toprağına, dağına, taşına sevdalı olduğum Van’ın anlatılacak güzelliklerinden birini daha istifadenize sunmaya gayret edeceğim İnşaallah;

Buyurun…

Takvimlerden firar edip geçti ve gitti yıllar,

Öylesine değiştik ki masala döndü hatıralar…

1970’li yıllar…

Van’ın şirin mesire yerlerinden olan” Fidanlığa gidilecek” diye bir gün önceden Mahalleye haber salınmıştı.  Gelmek isteyenler akşamdan hazırlıklarını yapmışlardı. Bizde gidiyorduk, o geceyi sevinç ve heyecanla geçirmiştik. Ilık bir temmuz sabahı Mercimek Mahallesi’nden komşularla birlikte Akgün ağabeyin minibüsüne binip Fidanlığa gitmek üzere yola çıkmıştık. Erek, Haraba Mahalle, İpek Yol, Şamranaltı derken Fidanlığa varmıştık.

Denize doğru dikey olarak sıralanan akasya ağaçlarının altına kilimleri serip oturmuştuk. Yanımızdaki toprak kanaldan su akıp gidiyor. Aynı zamanda bu su kanalı ile ağaçlar Fidanlık Şefliği ile Şamranaltı Mahallesi’nin sınırlarını çiziyordu!  Bizler izinli olarak Fidanlık sınırları içindeyiz. Burada piknik yapmak için sürekli olarak devriye gezen, arada bir bizleri de kontrol eden görevliden izin almak zorundaydık.

Akasya ağaçlarını görmeyeli nerdeyse bir yıl olmuştu. İşte her yaştan, boydan ağaçlar cömertçe güzelliklerini insanlara sunarak uzayıp gidiyordu. Ağaçların  yaprakları; güneşi gördükçe yeşilin, sarının ve kızılın tonlarına dönüp duruyordu…

Karşımızda göz alabildiğine uzayıp giden muhteşem elma bahçeleri var. Bahçelerin batıya doğru bitiminde sazlıklar, ince kumuyla harika sahil ve masmavi pırıl pırıl sularıyla Vangölü duruyordu. Adet olduğu üzere her yıl buraya birkaç kez gelirdik. Buraya gelenler gördükleri güzellikler karşısında adeta büyülenir ve buranın tiryakisi olurlardı!

Kendimizi Vangölü’nün serin sularına atmamak için zor tutuyorduk…

Semaverler ateşlendi, salıncaklar kuruldu, ocaklar yakıldı, murtuğalar çalındı, otlu peynir ve lavaş ekmekler hazırlandıktan sonra sırtımızı akasyalara dayayıp oturuyoruz! Arkamızda Van Kalesi, solumuzda Erek Dağı, sağımızda deniz ve karşımıza da Edremit ile Artos Dağlarını alıp yer sofrasında o unutulmaz kahvaltılardan birini daha yapmaya başlıyorduk.

Yaşadığımız gündelik hayatımızın aksine buradaki müstesna zamanların aşikârı da, nihanı da yüreğimizdeydi!

Kahvaltı sonrası çocukların bazıları yakan top oynamaya, bazıları da salıncakta sallanmaya başlamışlardı. Anneler ise sabah keyfi yapmak için kıtlama semaver çayı içiyorlardı. Bizlerde biraz yürüyüş yapıp, çevrenin güzelliklerini tekrardan görmek ve soğuk artezyen suyu almak için yola koyulmuştuk.

Elma bahçelerinin arasındaki ince yollardan yürüyoruz. Elmalar temmuz ayı olduğundan dolayı ufak ve yeşiller, eylül ve ekim gibi olgunlaşacaklar. Yani elma aşırıp yeme şansımız yoktu!

Yabancısı olmadığımız bu yolun sonunda; depolar, lojman ve idarenin olduğu bölüme gelmiştik…

Fidanlık Şefliği’ninin içinde ahşaptan iki katlı olarak yapılmış çok şirin ve görülmeye değer bir lojman vardı. Akasya ve çam ağaçları arasında masallardan çıkmış gibi görünür, bahçesinde bin bir renkli çiçekler vardı. 

Lojmanın birinci katında aile dostlarımız olan Mehmet Çoban ve hanımı Fazilet teyzeler otururdu. Evlatları Murat çok sevdiğimiz arkadaşımızdı. Burada unutulması mümkün olmayan hatıralarımız var. Lahzada saklı olur bazen asır, hatırladıkça taşar Şamran Suyu gibi olur sır, anlattıkça gönlümden, kalemimden ve sayfamdan Van’daki can dostlarıma yansır…

Bu güzel insanlara selam ediyorum…

Çınar, ardıç, mazı, meşe, ıhlamur, akasya ve çam ağaçlarının çepeçevre sardığı büyük bir alan ve ortasında kamelya, kamelyanın etrafında lale, nergis, kadife, horozibiği, papaz kalpağı, kedi tırnağı, zambak, hatmi, Hüsnü Yusuf ve adını sayamayacağım yüzlerce çiçek vardı. Hemen yanındaysa buz gibi suyu istifademize sunan tulumba vardı.  

Bu bölümden itibaren bahsini ettiğim elma bahçeleri Vangölü’nün kıyısına kadar uzanırdı. Uzaktan bakıldığında elma ağaçlarının Vangölü’nün sularıyla bitişik olduğu zannedilirdi.  

Vangölü sularındaki mavi dalgalar, elma yapraklarının üzerinde yeşil dalgalar olarak devam eder olduğumuz yere kadar gelirdi!

Soda ve elma kokusu ruhumuzu yıkarken, esen rüzgârlar yanaklarımızı okşuyor ve söylediğimiz şarkılardan da geriye kırık-dökük notalar kalıyordu. Hayatımız; kimi zaman beyhude arayış, kimi zaman geriye dönüş değil mi?

Ey yeryüzü! Üzerinde buradan daha güzel bir yer var mı?

Kova ve bakraçlarımızı doldurup kanal boyundan geriye dönmüştük. Şimdi denize gidip gönlünce yüzme vaktidir artık.

Mayo ve havlularımızı kapıp, kazığından kopmuş deli danalar gibi denize doğru koşmaya başlamıştık.

Biz geliyoruz: Ey Vangölü’nün serin ve mavi suları!

Biz geliyoruz: Ey sahilin altın sarısı kumları!

Biz geliyoruz: Ey ılgıt ılgıt esen kuşluk vakti rüzgârları!

Biz geliyoruz: Ey gönlümün kıyısına vuran deli dalgalar…  

Sağlık ve sıhhatiniz daim olsun, hoşça kalınız…

Yazarın Diğer Yazıları