Şahbettin Uluat

Hepimiz insanız ama...

Şahbettin Uluat

Amerikalı iş adamı Robert Kiyosaki'nin Donald Trump'la ABD başkanı olmadan önce hazırlamış oldukları bir sesli kitabı dinliyorum.

Kiyosaki, kitabın bir bölümünde annesi için şunları söylüyor.

"Annem, hayatımdaki en sevgi dolu insandı. Genç bir erkek çocuğuydum ve tüm arkadaşlarımı kucakladığı için ona sinirlenirdim. Anne, bizi kucaklayıp durma derdim. Bugün ise keşke buralarda olsaydı da, onu bir kez daha kucaklayabilseydim diye düşünüyorum.

Annem 48 yaşında, genç yaşta öldü. Kalbi doğuştan zayıftı. Çocukken geçirdiği ateşli romatizma hastalığı onu daha da zayıf düşürmüştü. Belki de bu yüzden bu kadar sevgi doluydu. Yaşadığı her günü coşkuyla karşılıyordu. Çünkü bir hemşire olarak çok fazla yaşayamayacağını biliyordu."

Bu sözler bir insan olarak benim de içime dokunuyor.

Yaşama ve en yakınlarına doyamadan 48 yaşında yitirilmiş sevgi dolu bir anne.

"İşte bunun sınırları yok!" diyorum kendi kendime.

O şekilde ya da başka şekilde dramatik olarak yitirilmiş o kadar çok anne, baba, evlat var ki!

Her gün televizyon ekranlarına düşen sayısız benzer dramatik durumun yüzlerce katından haberimiz bile olmuyor.

En basitinden Filistin'de, dünyanın diğer savaş bölgelerinde bu yürek yaralayan durumlara her gün yenileri ekleniyor. Çatışma olan her yeni gün annelerin yüreğine öldükleri güne kadar sönmeyecek ateşler düşüyor. Çocuklar ölümle yüz yüze geleceklerini bile bile sapanlarıyla, taşlarıyla ülkelerini farenin peyniri kemirdiği gibi kemiren işgalci askerlerin karşısına dikiliyorlar. Geride kalanlar, yani anneler, kardeşler, babalar elleri yüreklerinde çocuklarının akşam eve sağ salim geri dönmesini ümit ederek bekliyorlar.

Aslına bakarsanız onların durumunda olanların Filistinli, Yemenli, Afrikalı, Cezayirli hatta Amerikalı olmaları; ya da Türk, Kürt, Arap, Rus ya da başka bir milletten olmaları, bir şeyi değiştirmiyor. Siyah ya da beyaz olmaları da bir şeyi değiştirmiyor. 

Sınırlara bağlı olmaksızın bütün insanlık yaşıyor benzer şeyleri.

Yani aslında bazen gözlerimiz karardığı için göremez olsak da, bizim sınırlara, kültürlere bağlı olmayan ortak yanlarımız var.

Hepimiz insan olduğumuz için benzer şeylere üzülüyor, benzer şeylere seviniyoruz.

Bazen gülüyor, bazen ağlıyoruz.

İnsanız! İnsana ait ortak temel varlıklarla, değerlerle yaşıyoruz.

Sonra başka şeyler giriyor araya. Ezberler,  önyargılar, yönlendirmeler, algı yönetimleri giriyor.

Küçüklü büyüklü her türlü farklılıklar giriyor.

Ten renklerimiz, dinlerimiz, mezheplerimiz, aşağı ya da yukarı mahallenin insanları olmalarımız giriyor.

Giriyor ve değiştiriyor bizleri, dönüştürüyor bizleri.

Karşıt taraflar haline gelince her iki taraf da, birer evlat, anne, baba, nine, dede, amca, dayı, teyze, hala olduğumuzu unutuyoruz. Herkesin kendisine göre ayağına diken batmasına tahammül edemedikleri olduğunu unutuyoruz.

Yukarıda sayılan insani değerlere hiç mi hiç önem vermeyen; dünyayı kendi çıkarları ve sapık inançları doğrultusunda değiştirme, dönüştürme hesabı yapan, faizi, kaosu ve her türlü silahı araç kılıp genel anlamda dünyaya çöken güçler, madenin, petrolün ya da başka çıkarların olduğu yerlerde boy gösterip dengelerimizi bozuyor, akıllarımızı karıştırıyorlar.

Adlarını ve niyetlerini beceriksizce gizlemeye çalışan bu maskeli para babalarının  yıkım ekipleri de, her yerde dünyaya ve insanlığa ait doğru değerleri ayaklar altına alıp allak bullak ediyorlar.

Hedef ülkelerinde ulaşabildikleri herkesi bilinçli, sistemli çabalarla, karşılıksız basmış oldukları paralarla, başkaca araçlarla  temel insani değerlerden uzaklaştırıyorlar. 

O sömürgeci babalar Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile atalarının kapıp, koparıp götürdükleriyle yetinmiyor, hep daha fazlasını istiyorlar. Amaçlarına ulaşabilmek için yukarıda sayılan bütün ortak insanlık değerlerini çiğniyor; baskılarla, darbelerle mazlum ülkelerin topraklarını Birinci Dünya Savaşı'nda yaptıkları gibi diktatörlere, kullanabilecekleri yöneticilere paylaştırıyorlar. Yetmiyor, kendilerine binlerce kilometre uzaktaki ülkeleri kışkırtmalarla, fiili müdahalelerle savaş meydanlarına çeviriyorlar. Yerlerinden, yurtlarından olan mazlum mültecileri de kendi topraklarında istemiyor; sınırlarından giremesinler diye, akla hayale gelmedik engeller oluşturuyor; o mağdurları orta yerde bırakıyorlar.

Bizleri ülkelerimizi ve sınırlarımızı savunmak için çatışmalara yürümek zorunda bırakıyorlar.

Kendi sapkın inançları ve akıl almaz beklentileri doğrultusunda dünyayı değiştirmeye çabalarken, neden oldukları cinayetleri o sapkın inançlarına giden yolun kaldırım taşları olarak değerlendiriyor, aldırmıyor; gerçek anlamda vicdansızlık ediyorlar.

Ellerindeki medya gücünü kullanarak büyük kalabalıkları kandırıyor, hedef şaşırtıyor; tozun, sisin arkasına gizleniyorlar. Televizyon kanallarında boy gösteren haberci, program yapıcısı kılıklı kimi militanlarıyla gerçekleri tersyüz ediyor; mazlumu zalim, zalimi mazlum gösteriyor izleyicilerini uyutuyorlar.

Birleşmiş Milletler ve benzeri kuruluşları da güçleriyle devreye sokup yanlışlarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar.

İçeriden ve dışarıdan saldırıp toplumları sistemli ve planlı bir şekilde ayırıp bölerek, toplum kesimlerini birbirlerine düşürerek dünyayı huzursuz, istikrarsız kılmak için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Orta Asya'dan, Afrika'dan, Ortadoğu'dan hiç eksik olmuyorlar.

Dünyanın her yerine bombalar düşerken onlar kendi topraklarında refah içinde ve çatışmasız yaşamlar sürüyorlar.

Gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine içerideki işbirlikçileri yardımıyla ve çeşitli yöntemlerle badanaj yaptırtıp zaten sınırlı olan kaynaklarını ziyan etmelerini sağlıyorlar. Bu yolla yatırımlara, istihdama, eğitime, sağlığa, hukuka, sosyal hizmetlere harcanacak kaynaklarını tüketmelerine yoksulluk içinde kıvranmalarına neden oluyorlar.

Dünyanın her yerinde algı yönetimleri yapıp toplumları kinin, nefretin, ötekileştirmenin kucağına düşürüyorlar.

Bütün bu süreçlerde, içeride ve dışarıda sağ gösterip sol vuranlara, arkadan itekleyenlere, karşıya geçip çekenlere, toplum mühendisliği yapanlara rastlıyoruz.

Duyarlı, saf insanlar, çiçek, böcek bahanesiyle toplumu kamplara bölüp birbirine kırdırma hesabı yapan taşeronların kirli emellerine alet oluyorlar.

O saf insanların bazıları dolduruşa gelip canavarlaşıyor. Aile bağlarını, kardeşlik bağlarını bir kenara itip figüranı haline getirildikleri oyunda rollerini en ağır haliyle oynuyor; kendi çevrelerine ciddi zararlar veriyorlar.

Canlar telef oluyor. Hiçbir suçu, hatası, kabahati olmadığı halde insanlar ölüyor, sakat kalıyor, evsiz, yurtsuz, ekmeksiz, evlatsız, babasız, annesiz kalıyor, vatansız mültecilere dönüşüyor.

Yetmiyor.

Başta kendi yurttaşları olmak üzere, kafalarını karıştırdıkları kalabalıklar gerçeği görüp anlamakta ciddi anlamda güçlük çekiyorlar.

Onlar da mazlumu tekmeleyip, zalime destek verir hale geliyorlar.

Bu halleriyle 21. yüzyıl Anadolu insanına Pir Sultan Abdal'ın "ille dostun bir tek gülü yaralar beni" yakınmasını yeniden anımsatıyorlar.

Yazarın Diğer Yazıları