Prof. Dr. Ahmet Özer

'Kerejdağdan kafkaslara köklere doğru yolculuk'

Prof. Dr. Ahmet Özer

Yazmak yaşatmaktır
Bugün günlük siyasetten uzak bir konuyu, yazmanın, kayda geçirmenin önemi üzerinde durmak istiyorum. Çünkü her zaman derim; yazmak ölümün elinden birşeyler kurtarmaktır. Bu anlayışla bir süredir "Karacadağdan Kafkaslara" adlı bir anı roman üzerinde çalışıyorum. Bu aslında bir çeşit benim kendi köklerime bir yolculuk olacak, bu arada son bir kaç asrı kendi bakış açımla kayda geçirmek olacak. Oradaki şahsiyetleri, dedemi, babamı vs yazarken, arka planda, o tarihte Türkiyede, dünyada ne olmuş onlara da bakacağım. Bunlar yaşananları nasıl etkilemiş ona da bakıyorum. Bunu herkese tavsiye ettiğim için bugün okuyucularımla da paylaşmak istedim.yazmanın geleceğe birşeyler taşımanın önemini vurgulamak için..
Gelecek için geçmişe bakmak
Eğer geçmişi bilemezsek geleceği nasıl yaratabiliriz ki? Ot bile ot'ur ama ancak kendi kökü üzerinde yeşerir. İnsan da geleceğe yükselmek istiyorsa dönüp köklerine bakmalı, geçmişi bir manivela gibi kullanarak geleceğe yürümeli. Sonra sormalı: "Biz kimiz, nerden geldik, nerden gelip nereye gidiyoruz?" Bu sorular gelecek için gerekli. Geleceğe doğru yürümek için geçmişe bakmak lazım. Bu yüzden köklere doğru bir yolculuk her zaman gereklidir, eğer oraya uzanmazsanız geleceği doğru göremezsiniz. Nitekim geri sarılamayan tek makara yaşanmış zamandır; herşeyin müsveddesi vardır, bir tek şeyin hariç: o da yaşanan gündür, geçen zamandır. Olmadı, geri alalım, diyemezsin.
Sorunları tarih bilinciyle çözmek
Bir düşünelim, Ramazan Bayaramına koalisyon, Suriye iç savaşı, İran-Batı yakınlaşması, Yunanistan krizi, IŞİD belası ve erken seçim tartışması gibi meslelerle girdik, bayram bitti bu meseleler yerli yerinde duruyor. Ancak bunlar da şu yada bu şekilde nihayet bulacaktır. Ama nasıl?. Aslında önemli olan iyi bir gelecek için geçmişi idrak etmektir. Neden? Çünkü insanoğlu geçmişten ders çıkarmıyor. Eğer yukarıdaki benzer sorunların tarihte yaşattığı yıkıcılığı tam idrak etseydik bugün bu sorunlar en azından bu haliyle devam edermiydi? Geçmiş tarih bilincini, gelecek ise umut tahayülünü gerektirir. O halde geçen geçiyor, giden gidyor demek yerine geleceğin üzerine inşaa edildiği geçmişe arada yolculuk yapmak lazım.Bu yazıda biraz günlük siyasetten kopup, geçmişi gelecekte yaşatmanın ve kalıcı olanın önemi üzerinde durmamın sebebi bu.
Kayda geçirmenin önemi
Madem olmadı geri saralım diyemediğin tek şey zaman mefhumudur, madem bunu diyemiyorsun o zaman kaydetmelisin. Çünkü bizi yani insanı bir kuştan, bir attan, bir tavuktan ya da bir balıktan, yani insanı hayvandan ayıran şey, kayda geçirmektir;bizim çocuklarımıza, torunlarımıza hatırladıklarımızı anlatmamız, aktarabilmemizdir. Hep düşünmüşümdür; tavuklar neden uygarlık yaratamamış diye. Çünkü onlar civcivlere hikâyelerini anlatamıyor da ondan. İnsanın ise en önemli özelliği "anlatan" olmasıdır..
Derin kuyunun mahareti
Her insan yaşarken, her zaman yanıbaşında derin bir kuyu taşır. Bu derin karanlık kuyuda yaşantıları birikir, hatıra olur. İşte bu yanımızda taşıdığımız derin kuyu bizim hatıralarımızı taşıyan kuyudur. Bu kuyunun içinde birikmiş yaşantıların ve anıların kimi çok değerlidir, kimi değil. Önemli olan şudur ki; bu hatıraların ömrü bizim ömrümüz kadardır. Hatta eğer daha yaşarken bu derin kuyunun diplerinde unutmuşsak onları, biz yaşarken onları öldürmüşüz demektir. Oysaki onlar, yanı yaşanmışlıklar, yani anılar o dipsiz derin kuyudan ha bire bize seslenirler: "Ben buradayım, beni unutma, ne olur uzat elini beni tutup gün yüzüne çıkar. İnsanlarla, toplumla buluşup kaynaşayım, onlarla hemhal olayım, hasbihal edip yaşayayım" derler.
Anıları yaşatmak
Peki, biz anılarımızı ya da yaşanmışlıkları yeniden nasıl yaşatırız? İki şekilde onlara can katabilir, yaşatırız: Konuşarak ve yazarak. Yoksa biz öldüğümüzde onlar da bir daha dirilmemek üzere bizimle ölür, yok olup giderler. Bir kuşak sonrası biz de sanki bu dünyadan hiç geçmemişiz, hiç yaşamammışız gibi unutulur gideriz. Oysa eğer onların derin kuyudaki çığlıklarını duyup bir el uzatırsak, onları anlatıp can katarsak; onları yazarsak, o zaman onlara can vermiş, yeniden yaşatmış oluruz. Onları yazdığımızda ise biz ölsek de onlar yaşamaya devam eder, ömürleri bizimkinden daha uzun olur. Üstelik o zaman sadece kendilerini değil bizi de yaşatırlar. Yoksa biz ölünce ( hatta bazen biz daha ölmeden) kaybolup giderler. İşte bizim buradaki sorumluluğumuz, yaşananların ölüp gitmememsi için, bir sonraki kuşaklarla buluşması için, yazmaktır. Yazmalıyız kiyaşananlar o dipsiz kuyularda çığlıklarıyla ölüp gitmesinler.
Babam ve ben
Ben dedemi görmedim. Ama babam onu her zaman anlatırdı, biz de sanki onu görmüş gibi olurduk.. 120 yıl yaşamış olan dedemin acılarıyla dertlenir, sevinçleriyle sevinirdik. Babama gelince, o tam bir asra sığan yaşamını "a dan z ye" hep bana anlattı, anlatmak istemediklerini de kaybolup gitmesinler diye ben anlattırdım. Ama şimdi hepsini anlattırmadığım için, günlük koşuşturmaların hay huyu içinde babamı yeterince dinlemediğim için pişmanlık duyuyorum. Şunu farkettim babam konuşur anlatırdı ve anlattıkça, o günlere döndükçe daha gençleşirdi sanki. 101 yıl yaşayan babam ve onun anıları, son zamanlarında, bir manifatura dükanında müşterisi olmadığı için toz tutmuş kumaş gibiydi sanki. Biri bir soru sorduğunda anlatmayı sevredi. Çünkü anlattığı zaman kumaşı yerinden çıkarıp tozunu alıyor, kumaş tekrar eski parlaklığına kavuşuyordu sanki. Tozu alınacak o kadar çok çeşitli kumaş vardı ki dukanında, elimi hangisine uzatsam altından hayret verici bir şey çıkıyordu.
Ve o anlattıkça ben notlar aldım, yazdım, çizdim. Zamanın unutmaya meyal delhizlerine karşı korumaya aldım onları. Sonra yukarıda bahsettiğim çalışma ortaya çıktı. Bu aynı zamanda benim oğluma, kızıma "anlatı"mdır. Onlar da isterse zamanı geldiğinde çocuklarına anlatabilirler. Böylece yaşam döngüsü kesintiye uğramadan devam edebilsin.
Sözün kalıcılığı yazıya bağlı
Evet, eğer yazı olmasaydı tarih olmazdı, tarih olmasaydı geçmiş olmazdı, geçmiş olmasaydı güzel bir geleceğin hayalini kimse kuramazdı ve geçmişi olmayanın hayvanla farkı kalmazdı. O farkı yaratmak her insanın boynunun borcudur. Ben de bu borcu ödemek istedim bir nebze de olsa.. Onları derin kuyulardan çıkardım, ete kemiğe büründürdüm, sonra sizlerin içine saldım.. Varın gidin, görevinizi yapın, dedim. Artık vardırlar ve özgürdürler. Ben öldüğümde de onlar yaşamaya devam edecek.. Taktiri size kalmış...

Yazarın Diğer Yazıları