Prof. Dr. Ahmet Özer

Güç zehirlenmesinin sınırları ve sonu

Prof. Dr. Ahmet Özer

Siyaset biz ve onlar ayrımına dayanan ve bizim onlardan daha iyi olduğumuzu seçmene ve topluma anlatan bir etkinliktir. Bu varsayımı yapıp etkileriyle destekler. Örneğin adında adalet olan bir parti kurulurken, değerlerinin adil olmadığını, kendilerinin adil davranacağını vaat eder. Bu vaadi yapan inandırıcı ve güvenilir ise toplumdan destek alıp iktidar olur. Ama genellikle iktidar bozar mutlak iktidar ise mutlaka bozar. Adil davranacağını söyleyerek iktidara gelen AKP iktidarla yetinmeyip, mutlak iktidarın peşinden koşmaya başlayınca herşey bozuldu. Şimdi soru şu: Buraya ve bu duruma nasıl gelindi ve nereye doğru gidiyoruz?

 AKP BİR UÇTAN DİĞER UCA SAVRULDU

AKP milli görüş gömleğini çıkarıp, demokrasi gömleğini giydiğini; adil düzenden vazgeçip, serbest piyasa ekonomisini benimsediğini, AB’nin Hıristiyan kulübü değil değerler manzumesi olduğunu söyleyerek işe başlamış ve bu söylem kısmen buna uyan eylemlerle her seçimde giderek artan ölçülerde ona destek sağlamıştı. Gelinen noktada bu desteğin zirvesinde bir güç zehirlenmesine uğradı, bunun sonucunda her istediğini yapabileceği zehabına kapılarak eski söylem ve eylemlerinden vazgeçti.

Zikredilen üç değişimi ifade ederken aslında siyasal İslam’dan ılımlı İslam’a geçtiğini ifade ediyordu. Bu çerçevede cemaatle ılımlı İslam vizyonunu paylaşmakla kalmamış, değişim ve demokratikleşme vaatleriyle toplumun farklı kesimleriyle işbirliği yapmaya açık olduğunu, kapsayıcı birtakım söylem ve eylemlere yönelmişti. 2010 sonrasında ise devlet iktidarının tek sahibi olduğu kibri ve özgüveniyle, ılımlı İslam’dan çark edip siyasal İslam üzerinden bölgesel aktör olmaya ve neo-Osmanlıcılığa yöneldi. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in savunucusu kesildi, Hizbullah ile işbirliği yaptı, Hamas’ın hamiliğine soyundu. Bu çerçevede Mavi Marmara’yla anti-semitizmi kışkırttı, Suriye’de Alevilere karşı Sünnileri açıktan destekledi, El-Kaideci cihatçılarla iş tutmaya başladı. Bu hem içerideki müttefiklerin hem de dışarıdakilerin desteklerini gözden geçirmelerine neden oldu.

 ERDOĞAN HER FIRSATTA “Hİ-MEN- GÜÇ BENDE”DİYOR


Erdoğan iktidarını üçüncü dönem tahkim edince, merkezde topladığı gücü demokratik teamüller gereğince, ademimerkeziyetçi bir anlayışla, çevreye dağıtması gerekirken tam tersine kendinde topladı, katı merkeziyetçi bir yapıya geçti. Merkezden vidaları sıkmaya başladı, bütün muslukları kendine çevirdi, bunun sonucunda içerideki müttefikleri olan sermaye ve liberal demokrat kesimler iktidarla aralarına mesafe koymaya başladılar. Yasakçı baskıcı zihniyetle beraber yaşam tarzına müdahale yaklaşımları bu süreci daha da hızlandırdı. İnsanlara kaç çocuk doğurmaları gerektiğini dikte ettirdi, kürtajı yasakladı, içkiye kısıtlamalar getirdi, interneti kısıtladı, baskı politikalarını hem yasalar hem de polis gücüyle artırdı. Gezi olayları ve 17 Aralık operasyonu Erdoğan’ın nobran ve ayrıştırıcı dilinin de etkisiyle safları iyice belirginleştirdi.

 GİZLİ KOALİSYON ORTAĞIYLA GÜÇ PAYLAŞIMI NEDENİYLE KAVGAYA TUTUŞTU

Geriye, gücü tahkim etmesine yardımcı olan Cemaat kalmıştı. Bu gücü Cemaat’le de paylaşmak istemeyince, koalisyon bozuldu çatışma başladı ve 17 Aralık sürecine böyle gelindi. Cemaat rüşvet ve yolsuzluk silahı kullanırken; iktidar da bu durumu bir fırsata çevirerek Cemaat’in yargı ve polisteki gücünü tasfiye etmeye başladı. Yasaları kendini koruyacak hâle getirdi; hukuk düzeni yerine kendi düzenini kurmaya çalıştı, kendini ve efradını her bakımdan güvenceye alacak düzelememeler yaptı. Böylece kartlar yeniden karıldı, eski düşmanlar dost, eski dostlar düşman hâline geldi. Cemaat’e karşı Ergenekonculardan medet umarak onları bu kez yeni müttefikler olarak dışarı çıkardı. Dolayısıyla kendisine yönelik olduğunu iddia ettiği darbe ve Ergenekon söylem ve eylemlerinin altına kendisi dinamit koymuş oldu. Bu durum aynı zamanda darbecilikle mücadeleyi sekteye uğrattığı gibi, bu işten ötürü içeri atılanları cesaretlendirdi. Bununla da kalınmadı Dink, Zirve ve Danıştay cinayetlerini gerçekleştiren ve azmettiren katiller de dışarı çıktı. Her şey bir anda karman çorman oldu. On yıllardır elde edildiği sanılan demokratik kazanımların hepsi bir anda berhava oldu. İşte bugün böyle bir ortamda bir yerel seçime gidiyoruz.

 MAĞLUP SAYILIR BU YOLDA GALİP

Adaletli davranıp yolsuzluk yapanlardan, rüşvet alanlardan hesap sormak yerine, bunları ortaya çıkaranları (ne sebeple ortaya çıkarmış olurlarsa olsunlar) çete ve darbecilikle suçlayıp üstünü örtmek toplumun adalet duygularını zedelemenin ötesinde gelecek ile ilgili umutlarını sarsıyor. Nerede kaldı o zaman adil davranmak? Oğlunu yargı çağırdığında göndermiyorsan, hani hukukun üstünlüğü, hani üstünlerin hukukuna son verilecekti? Savcıyı, hâkimi, polisi kendine yakın kendine uzak diye dizayn eden bir düzen adalet dağıtılabilir mi? Bağımsız ve tarafsız olmayan bir yargı ne kadar adil davranabilir? Halk bu soruları soruyor, sormaya da devam edecek.

Başbakan ise bunları bildiği için hiç olmazsa kendi tarafındaki seçmen kitlesini sağlam tutmaya çalışıyor. Bu nedenle toplumu geriyor. Hiçbir seçimde olmadığı kadar bu seçimde bir kamplaşma yaşanıyor. Bu gerginlik kısa süreliğine işine yarasa bile uzun sürede ne topluma ne de Başbakan’a yarar getirir. Bu da sonun başlangıcı demektir. O nedenle bu seçimden birinci parti olarak çıksa bile vicdanlarda yenik sayılacaktır, bu da onu aşağıya çeken, iktidarın sonunu getiren başlangıç olacaktır. Çünkü Başbakan adalete gidip aklanmak yerine sandıktan çıkacak sonuca göre aklanacağını sanıyor. Etrafımızda ardı ardına yıkılan diktatörlüklere bir bakmak yeterli. Mübarek, Kadafi, hatta çok kızdığı Esad da sandıktan çıkmamışlar mıydı, hem de ezici bir çoğunlukla. O hâlde “kuvvet her zaman hak” demek değildir. AK Parti 2010 referandumda aldığı toplumsal onayı kendi projesini dizginsiz bir şekilde gerçekleştirebileceğine dair bir onay olarak okudu ve bu olgu Erdoğan’ın sonun başlangıcında olduğunu göstermektedir.

Yazarın Diğer Yazıları