Dr. Muhammet Veysel Zortul

Saklı Hazine 3

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Arabayla Rize, Artvin, Erzurum, Ağrı, Doğu Beyazıt, Çaldıran derken nihayet Van Gölü sahiline çıktılar. Muradiye Şelalesi'nin donmayan kısımlarından akıp Şeytan Köprüsü'nün altından geçen sular, turkuaz renkli göle kavuşurken göl, gümüş renkli bir etek giymiş, mavi gömlekli genç bir kız şeklini almıştı. Hayranlıkla seyrettikleri göl öyle büyük öyle engindi ki iki kardeş Akdeniz gibi bir denize ulaştıklarını sandılar. Yer yer kurumuş kavak ağaçlarının cılız gölgeleri arasında kalan eşsiz sahilleri geride bırakarak Van merkeze ulaştılar.

 

Ramazan ayıydı. Diz boyu kar yağmıştı. Vakit kaybetmeden Gevaş ilçesine doğru hareket ettiler. Yolları üzerinde bulunan Edremit, güney ve batı sahillerindeki şehirleri aratmayacak güzellikte, küçücük bir sahil şehriydi. Gevaş'a ulaştıklarında hava muhalefetinden dolayı adaya seferlerin iptal edildiğini öğrendiler. Canları sıkılmıştı. Vıcık vıcık olmuş yollardan geçerek bir mahalleye vardılar ve rastgele bir evin önünde durdular.

 

Evin kapısında kocaman bir üzerlik asılıydı. Sıkıca giyinmiş kasketli bir adam ahırın üzerindeki karları kürüyor, avluya çıkarılan inekler alüminyum teştteki kaya tuzunu yalıyor, koyunlar teknedeki saman artıklarını yiyor, koçlar boynuz boynuza güreşiyor, gocuklu bir çocuk donmuş çeşmenin lülesinden damlayan suya ağzını dayamış, yarı su içiyor yarı oynuyordu. Arabadan iki yabancının indiğini gören köpekler sırayla havladılar. Örtmedeki tandırda pişen taze yufka ekmeği ve tereyağlı çörek kokusu, tüm avluyu doldurmuştu.

 

Meraklı bir kalabalık, koştura koştura arabanın başına toplandılar. İki davetsiz misafir, ev sakinlerini ve komşuları ziyadesiyle mutlu etmişti. İklim şartlarından olsa gerek taş gibi sert ve bu sertlikle yüzlerine sinek konsa bin parça olacak bu insanlar, misafir görmeye görsünler, mutluluktan bütün bedenleri gevşer ve böylece simalarındaki tüm adalelere yansıyan sevinç, bir gıdı gibi taştıkça taşardı. İki kardeş dertlerini anlatınca gülümseyen ev sahibi, seferler başlayıncaya kadar misafir kalabileceklerini söyledi ve bin bir temenna ile içeri buyur etti.

 

Ahmet ve Murat mahcupça içeri girdiler. Bol pencereli eyvanda koltuk yoktu. Büyük çini sobanın yanı başındaki kerevete oturdular. Herkes birbirinin yüzüne bakıyor, dillerden ziyade gözler konuşuyordu. İki kardeş bir süre camlara vuran karların raksını izlediler. Tezeklerin tutuşurken çıkardığı gümbürtü, odanın kireç kokan, yarı çıplak duvarlarında usulca yankılanıyor, duvara asılı birkaç siyah beyaz fotoğraf kızıl bir renkle renkleniyordu. Sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan çay, salına salına dağılan buharlar eşliğinde kristal bardaklara dökülürken iki kardeş kıtlama şeker ile ilk kez tanışıyordu.

 

Evin her bir karesinde tatlı bir telaş vardı. Ev sakinleri saygıda kusur etmemeye çalışıyor, misafirler rahatsız olmasın diye balerinler gibi parmak uçlarına basarak yürüyorlardı. Kısa süre içerisinde mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı. Evdekiler oruç olduklarından sofraya yalnız Ahmet ve Murat oturdular. İkisinin de içinden aynı anda aynı düşünce geçti. Misafir oldukları insanların belki bir parça Türkçeleri kıttı fakat gönülleri Van Gölü gibi engin, Urartu kralları kadar zengindi. Sadece yiyecekleri değil içlerinden taşan mutluluğu ve her zerrelerinden fışkıran samimiyeti de alıp sofranın bir kenarına koymuş gibiydiler.

 

"Doydunuz mu?" diye sordu ev sahibi. Adamın sesi bir dua gibi içten, yanık bir türkü gibi gönüldendi. Doymamak ne mümkündü…

 

Akşam olunca hep beraber iftar sofrasına oturdular. Sofralarında bol kıymalı keledoş, tuzlu balık, ayran aşı ve bulgur pilavı vardı. Ekşimsi tadından dolayı keledoşu yemekte zorlansalar da yazın kurutulan yarpuz ve kişnişlerle süslenmiş ayran aşına bayıldılar. İftar sonrası çay faslına geçilecekti ki mahallenin gençlerinden oluşan bir grup kapıya kadar gelip bir süre halay çektiler. Bu, 'köse' diye bir adetmiş. Evin hanımı torbalarına un, yağ ve çedeneli kavurga koyarak gençleri uğurladı. Çaylar içilip iki lafın beli kırıldıktan sonra iki kardeş müsaade isteyerek odalarına çekildiler. Oda sımsıcaktı. Yorgun başlarını ot yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldılar. Rüyaların bile uğramadığı deliksiz bir uykuya hem de…

 

O gece Ramazan'ın son günüydü. Davulcu usul usul davulunu vuruyordu. Dinlenmiş olarak kalkıp camdan dışarı baktılar. Davulcunun söylediği mani, perde perde yükseliyor sonra bir çiğ gibi eriyip karanlıkta kayboluyordu. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Oldukça yakın, alabildiğine parlak ve dikkatli bakınca sanki göz kırpıyor gibiydiler. Hep birlikte, kurulan sofraya geçtiler. Börekler otlu peynir kokuyor, sıcak pişiler türüm türüm tereyağı tütüyordu.

 

Son orucu hep beraber tuttular. Ertesi gün bayramdı. Bayram namazından çıkanlar sıra sıra halkalanmış, yediden yetmişe herkes birbirinin bayramını tebrik ediyordu. Eller sıkılıyor, samimi olanlar sarılıyor, küsler mahcupça barışıyor, küçükler el öpüyor, büyükler harçlık veriyordu. Hali vakti yerinde olan bir adam, birkaç koyun kestirip etleri cami avlusuna yığmış, eşit şekilde doldurduğu poşetleri her çıkanın eline tutuşturuyordu.

 

Birkaç gün sonra vapur seferleri başlayınca misafir kaldıkları eve veda eden iki kardeş adaya hareket ettiler. Karla kaplı ada masalsı bir güzelliğe sahipti. Badem ağaçları birer kardan adama dönüşmüş, kayısılar taze gelinler gibi beyaza bürünmüştü. Karın örtemediği ıslak kayalardan buğu buğu buharlar yükseliyordu.  Bu buğular baharın habercisiydi. Adanın girişindeki gişe memuru keçe gibi kızıl saçlı, kısık bakışlı, kırışık yüzlü, sıska vücutlu bir adamdı. Seyir terasını tarif ederken gözlerini devirerek ve sanki kimseyle alışverişi yokmuşçasına konuşuyordu. Ellerindeki krokiye bakıp kiliseye çıkan taş yolu takip ettiler.

 

Önce kiliseyi gezmek istediler fakat ayine denk geldiklerinden içeri girmediler. İçeride kukuletalı birkaç rahip ayini yönetiyor, katılımcılar derin bir vecd içinde, söylenen ilahileri mırıldanıyorlardı. Ahmet ve Murat vakit kaybetmeden seyir terasına çıktılar. Burada diksiyonu güzel bir rehber, adaya ismini veren Tamara'nın ümitsiz aşkını, yaşarcasına anlatıyordu: "…Çoban tam boğulurken yıldırımlar düşüyor, badem ağaçları cayır cayır yanıyordu. Ardı ardına şimşekler çakarken Tamara deli aşığının çaresiz gözlerini görmüştü. Artık yanan sadece badem ağaçları değildi. Tamara'nın kuş gibi çırpınan, aşk dolu yüreği de yanıyordu…" Dinleyenler arasında duygulananlar, gözleri nemlenenler vardı.

 

Kalabalık dağılıp, etraf tenhalaşınca iki kardeş krokide gösterilen yere baktılar. Üzerinde resim olan taş donmuştu. Taşı güçlükle oynattıklarında kendilerini bekleyen yine bir nottu. Keyifleri kaçmış, moralleri alt üst olmuştu. Koca bir un çuvalı gibi yığılıp oldukları yere çöktüler. Güneş batmak üzereydi. Az ötede, yeni bir gruba konuşan rehberin sesi geliyordu: "Güneşin en güzel battığı şehirdesiniz!" Manzaraya odaklandılar. Gökyüzü gökkuşağının tüm renklerine sırayla dönüşüyor, güneş kendisine bakan gözleri rahatsız etmiyor ve sanki göle girip yıkanacakmış gibi soyuna soyuna batıyordu. Müthiş bir sükûnet her yeri kaplamıştı. Rehber, Tamara'nın hikâyesini, Tarancı'nın mısraları ile bitiriyordu:  "Memleket isterim, ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; kış günü herkesin evi barkı olsun…" İki kardeş dalmıştı. Vapurun acı acı öten düdüğü olmasa daldıkları manzaradan uzun süre uyanamayacaklardı. Yeni notta hazinenin yeri Urfa Balıklı Göl olarak verilmiş, ayrıntılı bir kroki de çizilmişti. Fakat kardeşler pes etmişlerdi artık. Urfa'ya değil de Ferit Melen Havaalanı'na yöneldiler.

 

(DEVAM EDECEK)

Yazarın Diğer Yazıları