Dr. Mine Kılavuz Ongün

Van yolcusu kalmasın

Dr. Mine Kılavuz Ongün

Günlük koşuşturmalara, iş hayatına bir nefes almalık mola vererek Van'a doğru yola çıkıyoruz. Şaşkınlık ve endişe dolu dost bakışlarını geride bırakıp, sılaya selam gönderenlerin emanetlerini de yanımıza alarak… Bu kez karayolunu tercih ediyoruz. İster havayolu, ister karayolu ile olsun, Van 'a ulaşmak zor, bütün güzel şeyler gibi. Nereden baksak 24 saatlik bir yolculuk bizi bekliyor. Uzun yıllar oldu 5-6 saatten fazla kara yolculuğu yapmayalı. Bu kez direksiyonu Van'a çeviriyoruz, yolun sonuna yaklaşınca Vangölü'nün serin ferahlığı ile karşılaşmayı ümit ederek.

 

Bize eşlik ediyorlar yoldaki tabelalar, araba plakaları, radyodan seslenen şarkılar. Tarlalarda tek tük evler, bazen çıplak topraklar, bazen yeşili bol alanlar, kimi yerlerde yalnız ağaçlar... Evlerin pencerelerinden sızan ışıklar ise biz göçer haldeyken, içimizi ısıtan, birer yerleşik hayat pırıltısı.

Fakültedeyken yaptığım kara yolculuklarını anımsıyorum: Havayolu ile ulaşım her zaman mümkün olmazken mecbur kalınan kara yolculuğu, şimdinin keyfi yolculuğunun yerini alıyor zihnimde. Can güvenliği ve asayiş sorunu başta olmak üzere çok çeşitli sıkıntıları vardı bu yolculukların. Van - İzmir arası yolculuk demek, ülkenin bir ucundaki o güzel şehirden diğer uçtaki başka güzel şehire yol alırken, birçok yol hikâyesine tanık olmak demekti. Bir kere, otobüste 2 gün ve 1 gece geçirmek demekti. Oturduğunuz koltuğa saatlerce mahkûm olma, sigara dumanına, yiyecek kokularına maruz kalmak, ancak molalarda nefes alabilmek, yanında oturanla mecburi tanışıklık, bazen cevap vermek istemediğim sorular demekti. Öte tarafta 2 gün süren otobüs yaşantısının ilginç bir şekilde huzur veren bir yanı da vardı. Yolculuk bitip de otobüsten inince Van'dan ancak o zaman ayrıldığınızı hisseder, başka bir dünyayla baş başa kalırsınız. Öyle ya, alıştığınız usüller, konuşmalar, hatta peynir kokuları yol boyunca devam eder durur. Tanışmalar, tanış çıkmalar, ortak tanıdığı olanlar. Kaptan şoföre emanetseniz veya misafiri iseniz, mola yerlerinde zorla yemek yedirmeler, yolcuların birbirine yaptığı ikramlarla Van'daki konukseverliğe tanık olmalar.

Ä°lgili resim

 

Aynı yollardan geçiyorum. Bazı mola yerleri bile aynı. Hatta yol boyunca belirlediğim ve kendimce anlamlar yüklediğim nesnelerden bazıları da yerli yerinde. Tuhaf bir şekilde huzur buluyorum. İşte Orta Anadolu da bitiyor, coğrafya, bitki örtüsü bile değişiyor.

Tabelelar Van'a yaklaştığımızı gösteriyor. İşte 80 km. kaldı. Göl çoktan göründü tüm ihtişamıyla. Hava yolculuklarında ise ayrı bir güzellikle karşılıyor koca kartalı. Uçağın inişe geçtiği zamanki tepeden seyrine doyamadığımız manzara gözlerimin önünde.

 

 Küçük bir çocukken, çevre illere gitmek üzere uzaktan uçak yolculuğu ile Van'a gelen tanıdıklar geliyor aklıma. Bizde konaklayan daha sonra yollarına devam eden bu yolcuları uğurlarken, çocuk yüreğimle vedalaşmalara tanık olmalarım, sonra kendi gitmelerim, tekrar dönmelerim… Hatta anlatılan hikâyeler, tarih boyunca Van şehrinin yaşadığı sıkıntılar, acılar. Van'a yaklaştıkça hepsi zihnimde birer hikâye yazdırıyor ve yaşatıyorlar.

 

Gevaş'a varıyoruz. İşte Akdamar. Tekneler yol alıyor ona doğru. Güçlü bir duygusallık hâkim oluyor. O efsaneler halen yaşıyor sanki.

 

Yorgun ve uykusuzuz. Bu yorgunluğu atmanın en güzel yolunun Vangölü'nün sularına atlamak olduğunu biliyoruz. Öyle tanıdık ki ve sıcak ki, selamlaşıyoruz hemen. Akşam saatidir ve göl güneşin bütün sıcaklığını depolamıştır, bizi beklemektedir. Atıyoruz kendimizi sularına, soda kokusunu içimize çekip martılara da selam çakarak. Huzur kaplıyor içimizi ve tuhaf bir burukluk. Göl birazdan güneşle buluşacak harika günü bitirircesine, sularına gömerek.

 

Süphan ve Nemrut gölün en iyi arkadaşları.1646 metre yükseklikte bir göl, etrafındaki dağların arasında kocaman bir deniz. Sanki bu dağlar onu kıskanmış da hapsetmiş gibiler. Etrafındaki diğer denizlerle buluşmasın diye. Dağların kıskandığı kızı, kraliçesi o… Burada dağlar denize dik veya paralel uzanmıyor, denizi çevreliyorlar. Gölün adacıkları var, evlatları gibi. Hepsi birer hazine sanki. Her biri martıların misafir olduğu. Geniş kıyıları ne çok efsanelere, masallara, şarkılara konu olmuştur.

Tuşba güneşin ülkesidir. Yollarda diz boyu kar varken bile parıldayan güneşi ve o güneşin altında kış şartlarına rağmen yapılan mangal piknikleri geliyor aklımıza. Van'a ait pek çok resim, hatıra, gözümüzün önünde tekrar canlanıyor. Hiç gitmemiş gibi, kilometrelerce uzakta yaşamıyor gibiyiz.

 

Solup giden güneş,etraftaki dağlar ve soda kokusu, martılar….Tanıdık,bildik ve sıcacık her yer.

 

Yeterince tembellik yaptıktan sonra şehrimize doğru yol almaya devam ediyoruz. İşte Edremitimiz. Gitgide büyüyen ve gelişmeye çalışan, aynı zamanda da bunun sancılarını yaşayan bir şehrin görüntüsü karşımızda duruyor. Tam yorgunluğumuzu attık derken bir zamanlar görev yaptığımız ve her bir tuğlasında eşimin emeği olan Sağlık Ocağımızın yerinde yapılmış başka başka binalarla karşılaşıyoruz. Ama bir ağaç var ki, o hala orada duruyor. Ellerimizle Sağlık Ocağımızın bahçesine diktiğimiz çam ağacımız. Büyümüş ve güzelleşmiş. Rahat bir nefes alıyoruz. Bu dünyada bizim de bir dikili ağacımız var dercesine…

 

İlerliyoruz ve Van görünüyor…

Yazarın Diğer Yazıları