İnsan Okuryazarlığı
Dr. Mine Kılavuz Ongün
Son zamanlarda sıkça duyduğumuz kavramlardan birisi “ Medya okuryazarlığı “ dır.Medyadan alınan bilgilerin değerlendirilmesi,birleştirilmesi,analiz edilmesi,yeni bilgilerin oluşturulması diye tanımlanıyor... Benzer şekilde Ekonomi Okuryazarlığı, ekonomik gelişmeleri izleyebilme,bu gelişmelerin etkilerini yorumlayabilme yeteneğidir deniyor.
Bu kavramları çoğalmak ve kendi tariflerimizle anlamlandırmak mümkün.. Renk okuryazarlığı örneğinde kullanacağım açıklamalar beyleri gücendirmesin ama,istisnalar olsa da genel olarak erkeklerin renk okuryazarlığında, belli başlı renklerden farklısına rastlayamayız. Siyah ,,kırmızı , sarı ,beyaz ,mavi gibi. Ancak , Fuşya,Petrol Yeşili,Yavruağzı gibi detaylardaki renklerden pek söz etmezler. Bu eğilimleri belki de futbol takımlarındaki renklerde de kendini belli eder:Siyah beyaz,sarı lacivert,kırmızı siyah diye takım renkleri vardır da ,Yavruağzı beyaz diye tezahürat yapana rastladınız mı hiç?
Gelin onlara haksızlık etmeyelim, erkeklerin otomobil okuryazarlıkları da kadınlardan daha iyidir.Arabada uygulanan teknik işi ,mühendislik biçimini rahatlıkla görürler.Motorun gücü ve torkundan ,sıfırdan yüze kaç saniyede çıktığından,hatta burada renkler konusunda cömertçe davranıp,, Alp Beyazı,Kobalt Mavisi gibi tonlarından bahseder,arabayı şiir gibi okurlar... Bir Kalp Cerrahı, önceden ameliyat edilmiş bir kalbi açtığı zaman,yapılan işe dikiş izinden not verebilir “Bazıları şiir gibi açmış, bazıları özneyle yüklemi birbirine karıştırmış” diyebilir mesela. Bu da Kalp Damar okur yazarlığıdır.
Bir konunun okur yazarı olmak,okuyup zevk aldığı bir şiir gibi gelir insana. İşte insan okuryazarlığı da öyledir.
İnsanı okumak iletişim becerilerimizi artıracağı gibi,aradaki sorunları da aza indirecek,bir arada yaşanabilirliği artıracaktır.Bu da sadece kitabi bilgilerle değil, sosyal zeka,tecrübe ve zaman ayırmayı ,biraz da emek vermeyi gerektirir.
Konu insan olunca sadece evrensel ve bilimsel doğrular yetmiyor ;yaşadığı toplum özelliklerinden tutun da , yetiştiği çevre,aldığı eğitim,psikolojik durumu, hatta yediği içtiği şeyler ve daha nice etkenlerle birlikte değerlendirmek gerekiyor. Mesela en iyi eğitim sistemi olarak kabul edilen Finlandiya ‘da eğitim gören bir kişinin Finlandiya’da yaşarken zorlanmaması,ancak İstanbul’a geldiğinde bedbaht duruma düşmesi çok kolaydır.Yurt dışında yetişip gelenlerin aldatılmasının kolay olduğu örnekleri anımsayın.Robotik bir işleyişin hiç aksamadan yürüdüğü sıradan bir Avrupa ülkesinde,yıllardır tren örneğin 11.53 ‘de gelecek şekilde ayarlanmıştır.Ve o tren 30 senedir,11.53 de gelir.11.45 te,11:30’da veya 12:00’de değil,11.53. ‘te. Döngü böyle ayarlanmıştır, aksamaz.Bizde ise 5 dakika,10 dakika ,yarım saat gecikmeler normal kabul edilir.Şarkımız bile vardır:” Kara tren gecikir,belki hiç gelmez” der.Şaka bir yana sistemin harfiyen işlediği robotik toplumlarda bu endişeler olmadığı gibi, ülkemiz örneğinde ise bazı deneyimlere maruz kalarak,” insanın yaşadığını anlaması” durumu vardır. Sürprizlerle karşılaşma ihtimali vardır. .Herşeyin belli olduğu bir yerde umut da yoktur.Çünkü buna gerek de yoktur.Yani aslında umut olmadığı için,yaşam yaşamıyordur.Almanya’dan gelen arkadaşımızın ”İstanbul’da yaşadığımı htim” demesi bunu ortaya koymaktadır. Yaşam sürprizlere açıktır,tren veya otobüs beklenen saatler dışında gelebilmektedir.Bu toplumdan yetişen biri ile farklı bir toplumda yetişeni okumak ve bir sonuca varmak da elbette farklı kıstaslara göre olmalıdır.
Toplumlar modernleşme sürecini farklı farklı yaşadılar.Almanya farklı,İngiltere farklı,Türkiye farklı yaşadı.Bu süreçte bireyselliğe önem verildi.Herkesin yaptığı iş bellidir ve ondan sorumludur.Fakat bireysellik bile ülkemizde ve diğer ülkelerde değişik boyutlarda yaşanır.Örneğin varoluşcu bir yazar veya fikir adamı, oturduğu kafede eli yüzünde düşünür ve yazarken, belki de yalnızlığın acısını yaşarken ve Avrupa ‘da bu kimseyi ilgilendirmezken,bizim toplumumuzda böyle bir manzaraya verilecek tepki “ne oldu ya,neyin var” şeklinde olur ki,bu bize toplum içinde yalnız kalmamızın pek de mümkün olmadığını gösterir.Yani biz , her ne kadar bireysel düşünsek de kolektif düşünüp yaşarız.,Bizim modernizme geçişimizde, köyden kente göçüşde olduğu gibi, yeni ekonomik dengelere,kültüre uyum sağlamaya çalışan ;modernizm,bireysellik ve kolektiflik arasında kalmış bir dengeden bahsetmek mümkün.Böyle bir dengede,sıramatik örneğinde olduğu gibi, sıramatik olduğu halde, bazı yerlerde numarayı makinanın yanında bekleyen görevli verir,sıra bittiyse “hiç mi yok?” diye sorarız. Bu bizim sıra olmadığını bilmediğimizden değil,kullanılmayan numaralardan çıkarıp verebileceği ihtimaline inandığımız içindir. Herşeyin bir sistem dahilinde işlemesi gereken kurumlarda ,birtakım feodal yapıların arkasına sığınıp işlerimizi yürütmeye çalışmayı tıkandığımız noktada hepimiz denemişizdir. İşte farklılıklar bu noktalarda kendini gösteriyor.Beyaz eşya fabrikasında çalışan ve sadece marka basan komşusuna evdeki bozuk buzdolabına bir bakmasını istememiz de yersiz fakat yaptığımız şeylerdendir.
Oldukça dinamik bir toplumuz.Hızlı bir değişim yaşıyoruz, değişimlere ayak uydurmada da bocalamamız doğaldır.Düşünsenize en basitinden Anneannemizin annesi zamanında “padişahım çok yaşa” derken annemizin oy kullandığını…
Modernleşme yolunda bireyselliğin ortaya çıktığı,fakat bu geçişin hızlı ve özümsemeden yaşandığı bir toplumda iletişim problemlerinin olması ise kaçınılmaz. Bu problemlerin aza indirilmesi insanları okumakla ve toplumun bu değişim sürecini yaşarken maruz kaldığı tezatları anlamakla mümkün. .
Bir zamanlar öğretmen devletti, doktor devletti,hatta fotograf çekimi bile bir teknoloji mucizesi idi o da devletti ve devletin karşında hazır olda durulurdu.Düğün fotoğraflarında hazır olda durup poz verenler,aile fotograflarında hazır olda poz vermeler vardı.Toplumsal dinamikler değiştikçe, şimdi selfi çeken Babaanneler ve dedelere rastlıyoruz.Bu hızlı geçiş, elbette sancılı olacak ve insan davranışlarına yansıyacaktır.O nedenle kendi mesleğimden örnekleme yaparsam,devletin karşısında hazır olda duran ,fotoğraf çekilirken hazır olda duran, doktora gelince sıkıntısını rahatça anlatamayanlar, artık kendi teşhisini koyup “şu antibiyotiği yaz” diye geliyor. Öncesindeki ezilmişlik,eziklikle şimdinin gereksiz bilgiçliği arasında sıkışmak ise iletişim problemlerini doğuruyor.
Bir tarafta öğretmenlerin sınıfta bağırmasını şikayet konusu yapan ,” çocuğum travma yaşadı” diyen ,bu travma için ilaç kullanan kristal bir nesil;diğer tarafta bırakın bağırmayı , yediği sopaları normal karşılayan ve bunun gibi kötü yaşantıları travma değil deneyim olarak düşünen bir önceki nesil..
Bir hocamızın dedesindeki insan okuryazarlığı konusunda verdiği örnek de,insanın davranışından yola çıkarak onu okumaya güzel bir örnektir:Hocamız kız arkadaşını tanıştırırken, kızımız çay servisi yapar ve tabağının yanına iki şeker koyar.Dedemiz tek şekerli içtiği için bir şeker geri gider .İkinci çayın yanına gelen şeker ise bir tanedir.Dedemiz: “ Evladım bu kızı al” der.”Çünkü benim tek şekerli içtiğime dikkat etti ve bir dahaki sefere tek şeker getirdi.Şimdikiler buna dikkat bile etmiyor “ der.Hem dedemiz,hem kızımız karşısındakini okuyabilmiştir.
Şehrin okuryazarlığı,otomobil okuryazarlığı,teknoloji okuryazarlığı,medya okuryazarlığı,renk okuryazarlığı……Bunlar biraz tecrübe,biraz bilgi gerektiriyor.İnsan okuryazarlığında da durum aynıdır,fakat emek ön plandadır.Yani bir geziye gidip oradaki insanlarla fotoğraf çektirmek gibi değil,yani onların hayatı ile bir turist gibi fotoğraf çektirmek değil,bir kaşif gibi bu geziye çıkmaktır.Onu bütünüyle okuyabilmektir. İnanın bu, bir değil birkaç ömür alır.