Dr. Mine Kılavuz Ongün

Ada halleri

Dr. Mine Kılavuz Ongün

Vapurdan indiğimizde karşılaştığım kalabalık bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. Oysa az önce denizdeyken izlediğimiz manzara ne kadar sakin ve huzur verici görünüyordu. Hoş, kalabalık daha vapurdayken başlamıştı ya…

İlk durağımız Büyükada. Prens Adaları diye bilinen 9 takımadanın en büyüğü. Eee biz de en büyük olmasına hürmeten, buradan başlıyoruz gezmeye.  Büyükada da, İstanbul ve diğer adalar gibi, tarihin izlerini taşıyor. Yıllanmış köşkleri, kiliseleri, sokaklarda ara sıra duyulan fayton sesleri, çiçeklerle bezeli sokakları, sıkça görülen bisikletlileri ile yine de huzur verici.

Araba gürültüsünden, trafikten uzak, martı çığlıkları ve deniz kokusu ile bezeli. Bütün bu güzelliklere rağmen, ara sokaklar haricinde aradığınız sükûneti bulamıyorsunuz. Turistik geziler yoğun olduğu için kurulan işletmeler ve sonradan yapılma binalar şehrin o tarihi dokusunu ve tabii güzelliğini bir parça gölgeliyor. Bu durum, gezdiğimiz Heybeliada, Kınalıada ve Burgaz Ada'da da hemen hemen aynı. Denize atılan çöplere üzülüyor, bunu vapurda uzaktan gördüğümüz güzelim manzaraya ihanet sayıyoruz. Sakinlik isteyen biri buralara kışın gelmeli diye geçiriyorum içimden. Sait Faik o günlerde bunları görmüş olacak ki bir yazısında:

"Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da görmeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük." demiştir.  Bugün bu manzarayı görseydi, denizin bu haline kim bilir neler yazardı üstad.

Bütün bunlara rağmen, denizin kokusunu duymak, martıların denize olan sevdasını, ağaçların bu sevdaya tanıklığını görmek zor değil. Öyle bir sevda ki bin yıllardır devam ediyor. Nice şaire yazara muhteşem eserler yazdıran güzelim doğası, edebiyatımıza da can vermiş. İşte büyük edip Reşat Nuri Güntekin'in Büyükada'da kaldığı evi. 

Pembe ahşap bir köşk. Dünyanın ilk çok katlı ahşap binası imiş. Müzeye dönüştürülmediği için, içerisi gezilemiyor. Dışarıdan bakınca "eskiler ne güzel evlerde yaşamış be" dedirten türden. Ada Müzesi ve tepedeki muhteşem manzarası ile Aya Yorgi Kilisesi'nden sonra, grupta faytona binmek isteyenler oluyor. Arkalardan bir ses: "Faytona binerek o zavallı atları sömürmüyor musunuz?" diyor.  Dönüp bakıyorum, 13-14 yaşlarında bir güzel çocuk. Pırıl pırıl beyni gibi gözleri de ışıklı, umut vaad ediyor. O güzel gözlerinden öperim çocuğum diyorum. Sonra öğreniyoruz ki, cılız ve zavallı atlar en fazla 2 yıl dayanabiliyorlarmış bu eziyete. Yollarda en çok bisikletlilere rastlıyorsunuz. Ulaşım ve hareket amaçlı güzel bir seçim. Yine de yokuşu bol sokaklarda bisiklet kullanmak, hatta yürümekte zorlanıyorsunuz. Ama en güzel manzara yukarılarda. Güzelliklere ulaşmanın zorluğunu bir kez daha kanıtlarcasına.

Burgaz Adasına geldiğimizde, diğer adalardaki sokak, kilise, begovilyalı köşkler, deniz manzarasına ek olarak, büyük usta Sait Faik Abasıyanık'ın heykeli ile karşılaşıyoruz. Elini çenesine koymuş, yine düşünceli. Kimbilir yazmak için neleri düşünüyor diye geçiyor aklımdan.

Eserlerinin büyük hayranı olarak, bilmediğim bir şeyi öğreniyorum: Sait Faik,  bu adaya yazma hırsını biraz dizginlemek için gelmiş. Balık tutmaya odaklanıp bunu başarabileceğini sanıyormuş. Ancak burada çok daha güzel eserler vereceğini bilmiyormuş. Artık şu satırları neden yazdığını daha iyi anlıyordum: "Söz vermiştim kendime: Yazı bile yazamayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." 

Müzeye dönüştürülmüş evini geziyoruz. Darüşşafakaya bağışlamış sağlığında. Girişten itibaren, kendi el yazısı ile yazdığı notlar, mektuplar, kartlar. İşte kitap odası, mektup odası, yatak odası, salonu. Bir odanın kapısındaki not ilgimi çekiyor."Sait Faik'in Burgazı" diye yazıyor kapının üstünde. İçeriye girince küçük huzur verici bir oda ve pencereden bakınca harika bir ada manzarası sizi karşılıyor. Masası ve koltuğunu görünce, ustanın can verdiği satırları burada yazdığını tahmin etmek zor olmuyor. Sait Faik olmak da bu odanın ilham verici havasının etkisi var mıydı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Böyle düşünürken,  ortamı daha iyi solumak için, evin güzel bahçesindeki koltuğa kurulup, ustanın bir eserini saatlerce okuyarak vakit geçirmek geliyor içimden.

Evin diğer bölümlerindeki panolarda, sanatçının hayatına dokunanlar, onlarla yazışmaları, işte Sait Faik Hikâye ödüllerini alan yazarların isimleri. Ve annesine yazdığı bir kartta,"Az kaldı anacığım, yakında oradayım. Ellerinden hasretle öperim."diyor. Bu satırları hastalığında tedavi görürken yazdığını tahmin ediyorum. El yazmalarının içinde eski yazı ile yazılanları da var.

Her bir mektup zarafetle yazılmış. Kendi yazdıkları ve ona gelenler.  Cümleler özenle seçilmiş. Şimdiki konuşmalarla kıyaslanamayacak kibarlıkta. Okuma alışkanlığının giderek azaldığı günümüzde artık kullanılmayan, tertemiz bir Türkçeyle yazılmış çoğu. Bu ruh halleriyle, konaktan ayrılıyoruz.

Burgaz Adası küçük, eni boyu 2 km kadar. Yakın zamanda (Ağustos2019) bir orman yangını ve 2003'te de binaları tehdit edecek kadar büyük, başka bir yangın yaşamış. Bu yangınların, çöp alanlarında biriken metan gazlarının etkisiyle çıktığı, rüzgarın ise bunu körüklediği söyleniyor.

Kimi çay bahçelerinde otururken veya bir işletmede rastladığımız çalışanların konuşmalarıyla bir şeyler ürpertiyor içimizi. Yaklaşıp soruyoruz o bildik soruyu:"Nerelisin?" diye. Yanılmamışız... Ardından derin bir muhabbet. Hemşerilik halleri işte. İçlerinden biri beni en çok etkileyeni: Liseyi bu yıl bitirmiş genç, burada yaşayan akrabasının yanında çalışmaya gelmiş, para biriktirip eğitimine devam edecekmiş.

Dolaştığımız sokaklar mis gibi kokan çiçeklerle bezeli evlerle dolu. Begonviller ve yaseminler şahane kokusuyla karşılıyor bizi. Esen meltem, denizin kokusuyla harmanlıyor onları.

Martıların mutlu çığlıkları ile arada bir geçen faytonların çıngırak ve nal sesleri, nice şarkılar getiriyor akıllara: "Yine bu yıl ada sensiz içime hiç sinmedi. Dilde yalnız dolaştım hep, gözyaşlarım dinmedi"  "Adalardan bir yar gelir bizlere. Aman Allah gözlere bak gözlere"  "Ada sahillerinde bekliyorum"…

Bu şarkının hikâyesini, biraz da sonu hazin diğer hikâyelere benzer şekilde şöyle anlatıyorlar:

Zengin bir ailenin kızı olan Şadiye ile fakir bir genç olan Suat birbirlerine Ada'da aşık olurlar. Suat Ada'nın yerlisidir, Şadiye ise ailesiyle yazlığa gelmiştir. Suat ve Şadiye bu kadar aşıkken Şadiye'nin zengin babası onların beraber olmasına onay vermez. Çünkü Suat fakirdir ve konağın biricik kızına layık değildir. Olaylar böyle seyrederken Şadiye ve ailesi Ada'dan ayrılır. Birbirinin hasretiyle kavrulan bu iki genç mektuplaşırlar. Suat Ada'da sevdiğini bekler. Özlemin ağır bastığı, umutların tükendiği bir akşam da Suat daha fazla dayanamaz. Ada'nın engin denizlerine bırakır kendisini. Yaşamına son veren bu gencin adına bir mektup gelir ertesi gün. Şadiye'dir mektubu yazan. İki gencin mutsuzluğunu hazırlayan baba ikna çabalarının sonucunda evlenmelerine izin vermiştir. Ne yazık ki geç verilen bu karar sonsuza kadar ayırmıştır iki genci. Ancak aşkları " Ada sahillerinde bekliyorum " türküsüne hayat vermiştir. Bu şarkıları düşünürken, bir zaman makinasına binip gitmeli o yıllara diyorum.  O, aşkların en güzel ve safiyane yaşandığı, özlemin perçinlediği sevgilerin olduğu eski ada günlerine. Kim bilir daha ne şarkılar ne şiirler yazıldı, ne resimler yapıldı da belki kaleme alınmadı, zaman içinde neler yitip gitti?

Işıktan ve sudan örülü güzel şehre veda vakti yaklaşırken vapura bindiğimizde günlük hayatın telaşı ile baş başa kalıyoruz. Bu telaşa rağmen, deniz manzarasını keyifle izleyerek, aç olmadığımız halde çayın yanına aldığımız simitlerle biraz öğrencilik günlerini anıyor, biraz deniz şehirlerinde yaşayanları duyumsuyor, güzel İstanbul'la vedalaşarak, şehrimize doğru yola çıkıyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları