ADI KONMAMIŞ YAĞMURLAR
NURİ YILDIZ
Adı konmamış
Yağmurların ıslatamadığı
Sözlerim olsun
Yazılmamış ağıtlarda
Ne karlarda üşüsün
Ne rüzgârlara kapılsın
Ne boğulsun deryalarda
Ne savrulsun gökyüzüne
Bağdaş kurup otursun
Her baharla
Hüzünle göynümüş
Yüreklerde...
YİTİĞİNİ KAYBEDEN BULUR
ZEYNEP UMUR
Sanma ki yitiğini kaybeden bir daha bulmaz
Yitiğini kaybeden yaralı göğsünde bulur
Yitiğini kaybeden yüreğinde çarpan sevgi yumru/sunda bulur
Yitiğini kaybeden yılların armağanı nasırlı avuçlarında bulur
Yitiğini kaybeden doğan her güneşin huzmesinde bulur
Yitiğini kaybeden seher vakti düşen çiy tanesinde bulur
Yitiğini kaybeden göğün sinesindeki kar beyazı bulutta bulur
Yitiğini kaybeden semanın nazar mavisinde bulur
Yitiğini kaybeden kulağa fısıldayan doğanın sesinde bulur
Yitiğini kaybeden ılık ılık esip yüzü okşayan yelde bulur
Yitiğini kaybeden yağan yağmurun rahman damlalarında bulu
Yitiğini kaybeden baharın misk u amber kokusunda bulur
Yitiğini kaybeden toprakta can bulup ayaklanan da bulur
Yitiğini kaybeden taptaze filizlenip tomurcuk açanda bulur
Yitiğini kaybeden nazenin bir nilüfer yaprağında bulur
Yitiğini kaybeden mısır küspelerinin ışığında bulur
Yitiğini kaybeden ağır ağır öten kınalı keklikte bulur
Yitiğini kaybeden kanatlarıyla raks eden martı da bulur
Yitiğini kaybeden nefes nefese koşan boz at da bulur
Yitiğini kaybeden masum çocuk neşesinde bulur
Yitiğini kaybeden içinde yaşayıp geçtiği bir kitapta bulur
Yitiğini kaybeden yüreğine nakşeden bir türküde bulur
Yitiğini kaybeden içine aheste aheste akan bir şiir de bulur
Yitiğini kaybeden hayat dersi veren kıssalarda bulur
Yitiğini kaybeden birbirini kovalayan mevsimlerde bulur
Yitiğini kaybeden güzden renk çalan sarı, hazan yapraklarda bulur
Yitiğini kaybeden pembe, kızıl gün batımında bulur
Yitiğini kaybeden hüzünlü gecelerin mehtabında bulur.
TENERE AĞACI
MUSTAFA AYYÜREK
Sahra Çölü’nün uçsuz bucaksız genişliğinde, Tenere Ağacı gibi yalnızdır insan. Bu çöl denizinde kaybolan gözler, sürekli bir iz arar durur. Varoluşun gerçeği de, tıpkı çölün ortasında tek başına kalmış Tenere Ağacı gibi belirgindir. Bu ağaç, insan yüreğinde ulaşılması zor bir hedefin, derinlerdeki bir arayışın sembolüdür. İnsan, bu yalnızlığı dostlukla aşmaya çalışır.
Hayat, balçık çamurundan başladı ve dönüşümüz de oraya olacak. Bedenlerimiz tükendiğinde belki bir çiçeğe can vereceğiz, belki de toprağa döneceğiz. Ya da bir gökdelenin altında sıkışıp kalacağız ve özümüzden uzaklaşacağız. Ne olursa olsun, dostsuz kalanlar, ölümün sonu olmayan hikâyesinde dostu bulmak için tekrar var olmayı isteyecek. Çünkü insanın iç dünyası, yalnızlığa yabancıdır; daima bir dost arayışı içinde olacaktır.
Gökdelenlerin ezdiği, üzerinden tankların geçtiği toprak olsak bile, gerçek dostu aramaktan vazgeçmeyeceğiz. Bu arayış, sadece duygusal yaraların değil, aynı zamanda bir kendini bulma çabasının ifadesidir. Belirsizlik içinde, dostluğun ilk kıvılcımı ateşlenir. İnsan, dostluğu ararken dokunamadığı, yakalayamadığı bir heyecanla karşı karşıya kalır.
Issız bir adada yalnız kalmışken, dostun anlamını bilmek zordur; şu an olduğu gibi, hakikati yine kaçırabilirim. Ama neden? Neden dostsuz kaldım? Neden özden kopuş, kayboluş bu kadar acı verici? Bu sorular, insanın dostluk arayışındaki derin boşluğunu yansıtır.
Konuşmak için yanıp tutuşmuyorum; dostumu arıyorum. Söz söylemenin gereksizliğini yazarak dile getiriyorum. Dostumu kaybetmiş olmanın verdiği huzursuzluk beni içine çekerken, dostsuzluğun acısı içimde büyüyor.
Sanki hapsedildiğim şekilsiz bir kap var. Bu kap öylesine oynak ki, içinde döne döne yol alıyorum. Başım dönüyor, midem bulanıyor ve tam şu an içimdekileri kusuyorum. Dostumu bulamıyorum, çünkü konuşma karşılıklı değildi. Bu yüzden özür dileyemiyorum; dostsuzum.
Hepsi bu kadar mı, diye soruyorsun. Hayır! Ağlıyorduk, çünkü defalarca düşmeden yürüyemeyeceğimizi, incinmeden koşamayacağımızı, harfleri öğrenmeden yazamayacağımızı, dostluğu kuramayacağımızı biliyorduk. Ağlıyorduk. Ve bu ağlayışlar, dostsuzlukla mücadelenin en acımasız yansımasıdır. Ağlıyorduk, çünkü dostsuzduk, hakikatsizdik ve sahteydik.
Ağlayışlarımızdan dolayı suçluyduk. Dost edinmedik diye kırgındık. Hakikati kaçırdık diye sahte hissettik. Bu sahtelik, bizi derin yerlere sürükledi, herkesten uzaklaştırdı. Ama her şeye rağmen, dostluk arayışı içimizde hep var oldu.
Artık sarsıntılı hastalıklar geçiriyoruz. Her şeyi bilmek, her şeyi anlamak istiyoruz. Bu, gerçek dosttan uzak kalmamızın en belirgin sebebi olabilir. Doyumsuzuz; sürekli başka hazların peşindeyiz, hiçbir şey bizi tatmin etmiyor. Yüzyıllar önce, belki on yıllar önce daha kapsayıcıydık. Şimdi ise ıssız bir çölün ortasında yalnız kaldık. Ne bir yağmur damlası düştü, ne de sabah meltemi esti. Gönlümüz yaralı, artık tedavi olmamız gerekli. Ancak bazı yaralar zamanla iyileşirken, bazıları için merhem bulmak mümkün değil.
‘Kimsesizlik’ yaramızın dermanı, ‘Kimsesizlerin Kimsesi’dir. Kendisine el açan herkesin tek dostu O’dur. Yüreğimizin derinliklerinde kapkara bir hastalık var ve bu hastalık, dosttan kopmuş olmaktan kaynaklanıyor. Her şeye rağmen, Allah, tüm ‘can olan’ın tek gerçek dostudur.
Kesin gerçeğimiz; arayış… Gerçek dostu bulma umudu. Bir gün bulabileceğimiz umuduyla asla vazgeçmedik. Kanayan ayaklarımıza aldırmadan koştuk. Suçluyduk, ama suçluluk duygusunun ya da kırgınlığın bizi durdurmasına izin vermeyecektik. Yaşam devam ederken hatırladık; evet, hakiki dosta ulaşmayı başaracağız. O dost bir gün elimizden tutup bizi ayağa kaldıracak. Tıpkı Tenere Ağacı gibi, kilometrelerce mesafede kimseyi bulamasak bile, bir gün ağlayışlarımız son bulacak ve hakiki dosta erişeceğiz.
ANLAMAZ İMİŞ
MEVLÜT EŞGÜNOĞLU
Bülbül değil ise bağın sahibi
Güllerin dilinden anlamaz imiş
Aşkın sırlarından yoksa nasibi
Gözyaşı selinden anlamaz imiş.
Yeteneği varsa döktürür kişi
Gönüllerden doğar sanat güneşi
İçinde olmazsa sevda ateşi
Âşığın hâlinden anlamaz imiş
Şairin gönlünde yanmakta bir kor
Aşk nedir anlatmak nasipsize zor
Duygu yoksa kişi boşuna okur
Şiirin dilinden anlamaz imiş
Dünyanın tadından vaz geçmeli can
Onun olsa bile ne olur cihan
"Hiç"lik libasını giymeyen insan
Dervişin yolundan anlamaz imiş
Kendinin sanırmış arzda her yeri
Fark etmez yaşarken kadını eri
Bana sıra gelmez sanır çok diri
Mevtanın salından anlamaz imiş
Bir yiğit"ben"iyle olsa barışık
O vakit gönlünde yanar bir ışık
Ferhat olmasaymış dağ delen âşık
Şirin'in dilinden anlamaz imiş
"Onların elinin üstünde eli"
Mevla'dan ihsandir rahmetin yeli
Gafile neler der ayetin dili
"Allah'ın eli"nden anlamaz imiş
Ezel ve ebette vardır tek bir can
O güzele âşık bütün bir cihan
Aşkı tatmamışsa eğer bahçıvan
Kalplerin gülünden anlamaz imiş.
SATRANÇ TAHTASI
EMRAH BULDU
Nereye yolculuk, diye sordu diğeri. Öteki ise ona güvenmeyerek, sen nereye, demekle yetindi. İkisi de sanki gittikleri yer çok gizliymiş imajı uyandırıyordu.
Biri düğüne, diğeri ise cenazeye gidiyordu. Hayret edilecek derecede sakin bir şekilde birbirlerine baktılar. İkisinin de kafasında satranç tahtası hazır bir şekilde kuruluydu. Hamle sırası belliydi fakat bu oyuncu biraz daha düşünmek istiyordu. Sonra piyonla oynamak yerine atına davrandı, yakın mesafeden fili iki el göğsünden vurdu ve herkesin bir gün gideceği yere (mezarlığı kastederek) gidiyorum deyip arkasını döndü.
Rakibi şah mat olduğunu zannederek tahtaya iki kere göz gezdirdi. Sonra, dur bir dakika, benim nereye gideceğimi merak etmiyor musun deyip piyonla hamle yaptı. Az öteye giden kale ile ileri dört adım atarak, senin nereye gideceğini biliyorum, dedi. Şaşırmış bir şekilde ne yapacağını bilemeyen Samsadi, telaşlı bir şekilde vezirini şahına siper yaparak, bunu sana kim söyledi, dedi. Maşrubi fil ile şah deyip, eşin, dedi. Samsadi kaçacak alan olmadığını görerek son hamlesini yaptı, veziri kaleye kurban ederek, bu kadının da ağzında bakla ıslanmıyor, dedi. Kaleyle veziri alan Maşrubi, biz seni damat kabul ettiğimiz gün sen kaybettin, diyerek şah mat yaptı. Sonra ikisi de birbirine sessizce üç saniye baktılar. Arkasını dönen iki rakip tahtayı ve dağınık taşları ortada bırakarak uzaklaştı.
Daha kimse gelmemişti ama burada bulunan bu görünmez satranç tahtası her gün yüzlerce böyle karşılaşmaya ev sahipliği yapıyordu. Bazen berabere biten de oluyordu bazen de aptal matı yapanlar da oluyordu. Değişen sadece oyunculardı, tahta hep aynı yerde hazır ve nazır bir şekilde yeni karşılaşmalar için bekliyordu.
BİR HEYKELİN DİLE GELİŞİ
NUSEYBE ALHATİMİ
Bundan yedi yıl önce, kaderin çizdiği yolun yolcusuyken yolu İstanbul’a düşmüş ve orada yaşamaya çalışan yabancı uyruklu bir öğrenci olarak etrafımda nelerin döndüğünü anlamanın telaşıyla kendimi tanıma ve bulma arayışı içerisindeydim. Konuşabilmek, hiç olmazsa hissedebilmek isterdim, bu koca şehirde bütün bir yaşamın güzelliğini.
Ama ne yapsam da her şey bana yabancı geliyordu. İnsanlar, yollar, kaldırımlar, hatta kuşlar bile… İnsanlarla dolu bir müzenin ortasında duran bir heykel gibiydim. İnsanlar beni görüyor, benimle konuşmaya çalışıyorlardı; ben ise sadece onlara bakıyor, sebepsiz ve bütün içtenliğimle onlara gülümsüyordum.
Durumumu fark eden Çağla Öğretmen, beni kazanmak ve uyum sürecimi atlatmamı kolaylaştırmak için sık sık okuma etkinlikleri düzenler ve hepsine beni dahil ederdi. Okumamı bizzat dinler, beni anlamaya çalışırdı. Bir yandan da duygularıma riayet edercesine, sınıf içindeki mecburi sessizliğimi arkadaşlarıma alkışlatır, beni örnek almalarını öğütlerdi. Çağla Öğretmen gülümsemeyi yüzünden eksiltmeyen bir anne gibiydi. Sabırlı, anlayışlı ve şefkat dolu bir rehberdi. Sessizliğime sabırla yaklaşan, sevgisiyle yolumu aydınlatan bir öğretmendi.
Hocamın o samimi çabalarına ben de içtenliğimle ve vefamla karşılık vermek istedim. Resimli kitapları elime alıp hem okumaya hem de resimlerden masalları anlamaya çalıştım. Bu şekilde gelişip ikinci sınıfa geçtiğimde, okuduğum ilk uzun kitap yüz altmış sayfadan oluşan “Çocuk Kalbi” idi.
O kitabı bitirdiğimde yüzümde beliren mutluluğu asla unutamam. Öğretmenime koşarak ‘’Bitirdim öğretmenim!’’ dedim, bütün heyecanımla ve tarifsiz sevincimle. Öğretmenim, ışıl ışıl parlayan gözlerime bakarak bana bir anne sıcaklığı ve merhametiyle sarıldı. Sanki bütün yalnızlığım o kucakta kar gibi eridi, bütün suskunluğum o an ses buldu. “Gurur duyuyorum seninle.” deyişi sihirli bir değnek gibi beni yeniden hayata bağlayan gizemli iksir oldu. Ve ben, o cümlede ilk defa kendimi bir yere ait hissettim.
O, bana sadece konuşmayı değil; kelimelerle bir ülke kurmayı, anılardan köprüler inşa etmeyi, dilin içinde yaşamayı öğretti.
O günden sonra kitaplara karşı olan bağlılığım ve sevgim daha da arttı. Yıllar geçtikçe okumakla yetinmeyip yazmaya başladım.
Çağla öğretmenim sayısız gönüle dokunmuştur şüphesiz, ben ise, emekleriyle uçurttuğunu sonradan daha iyi anladım.
Sevgili öğretmenimin açtığı bu ufku, ortaokul ve lisedeki öğretmenlerim genişletti; yarışmalara katılmama, ulusal dergilere, gazetelere yazılar göndermeme vesile oldular.
...
Elhasıl, öğretmen bir heykeltıraş gibidir; öğrencilerinin içindeki cevheri sabırla ortaya çıkarır. Biz öğrencilerin görevi de o cevheri korumak ve büyütmektir.
10-F Sınıf
Hacı Mehmet Kalay Kız Anadolu İHL
BİR BAKIŞ
SİBEL BAHAR
Bir bakıştır aşk
Bir umuttur, bir sevinç
Bir kalptir aşk
Bir nefret, bir kalp kırıklığı
Bir yaprağın kımıldaması
Ağacın yeşermesidir, aşk,
Bulutun kararması
Yağmurun yağmasıdır
Sevgidir aşk
Üzülmektir, üzmeden,
Bir meyvenin filizlenmesi
Okunmayan kitaptır
Kelebek misali dönüşmek
Kuş gibi uçmaktır aşk,
Dünyanın şevkle dönmesi
Bir var olmak, bir yok olmaktır aşk
Aşktır adı
Tuttuğun zaman bırakılmaz
Konduğu zaman unutulmaz,
Veda edildiği zaman
Küle dönmektir aşk...
11/C Sınıfı
Hacı Mehmet Kalay Kız İHL
VARLIĞIYLA YOKLUĞU ARASINDA
RUA İSA
Baba var evde, sesi duvarda yankı
Gölgesi geçer ama düşmez sıcaklık
Bir sandalye hep dolu sofrada
Eksik olan ise hep o bakış, o sarılma
Omzunda dünyayı taşısa da sessiz
Bir kelime etmez, yüreği hissiz
“Baba!” derim ama sanki uzakta
Uzaklarda izi, yabancıdır yanımda
Elini tutmuşum çocukken sıkıca
Şimdi elleri cebinde, yüreği taşça
Baba var, nefesi duyulur derinden
Neredesin baba, ruhun uzak yerlerden
Bir çocuğun kalbinde üç ayrı baba
Biri canlı, biri hayal, biri sessizce dua
Varsın ama yoksun gölgelerde yaşıyorum
Duamdır, yakınımda gerçeği olsun diye.







