Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri

AÇLIK VE EĞLENCENİN YAN YANA DÜŞEN GÖLGESİ 

MAHMUT CELAL ÖZMEN

Televizyon ekranlarında bir yanda kaynayan tencerelerden yükselen buhar, ustalıkla çevrilen tavalar, renk renk süslenen tabaklar… Öte yanda ise yıkıntılar altında açlıktan gözleri kararan, bir lokma ekmek için dudakları çatlamış çocuklar. Filistin’de yaşanan trajedinin en acı yanlarından biri, dünyanın geri kalanında bu görüntülerle eşzamanlı olarak eğlence ve yemek programlarının sunuluyor olmasıdır. İnsanlığın vicdanına düşen bu çelişki, yalnızca politik bir sorun değil; aynı zamanda etik, kültürel ve ahlâkî bir iflastır.

Televizyon, modern dünyanın en güçlü kitle iletişim araçlarından biridir. Toplumsal hafızayı şekillendirir, gündemi belirler, hayatın ritmini kurar. Ancak ekranın sunduğu “gündelik neşe” ile gerçekliğin çığlığı arasındaki mesafe bazen o kadar açılır ki, artık ekran bir eğlence aracından çok, bir unutuş makinesine dönüşür. Filistin’de çocuklar açlıktan kıvranırken, dünyanın herhangi bir yerinde, prime-time kuşağında yeni bir “masterchef” yarışmasının ya da kahkahalarla dolu bir talk-show’un sergilenmesi, izleyiciye şunu fısıldar: “Senin acını görmeye gerek yok, sen eğlenmeye devam et.”

Bu durum, yalnızca duyarsızlığın değil, aynı zamanda bir “estetik şiddetin” tezahürüdür. Çünkü mutfakta gösterilen incelik, damakta yaratılan haz, acının silinmesi için bir perde gibi işlev görür. Açlığın gerçekliğiyle yemeğin şatafatı yan yana geldiğinde, ortaya çıkan manzara insana ait vicdanın en zayıf noktasını gözler önüne serer. Bir çocuğun ölümü, bir sofranın sunum estetiği kadar ilgi çekici değil midir? Yoksa ekranın parlak ışıkları altında, ölümler birer “arka plan uğultusu”na mı indirgenmiştir?

Burada asıl sorun, eğlencenin varlığı değil; eğlencenin zamansızlığı ve bağlamsızlığıdır. Elbette insanlar gülmek, dinlenmek, gündelik hayatın yükünden kaçmak isterler. Ancak bu kaçış, dünyanın başka bir yerinde süren trajediyi tamamen görünmez kılmamalıdır. Zira eğlenceyle açlık arasındaki bu çelişki, insanlığın ortak sorumluluğunu yitirmesinin en somut göstergesidir.

Televizyon kanalları, reyting uğruna kurgulanan yapımlarıyla aslında şunu ilan eder: “Acı, satmaz; ama eğlence satar.” Oysa tam da bu noktada izleyiciye bir sorumluluk düşer. Hangi ekranı izlemeyi, hangi sahneyi görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz, yalnızca bireysel değil, kolektif bir etik seçimdir. Eğer bir toplum, çocukların açlıktan öldüğü bir dünyada iştahla yemek programları izliyorsa, bu yalnızca medyanın değil, o toplumun da aynaya bakması gereken bir durumdur.

Sonuçta, Filistinli bir çocuğun gözlerinde görülen açlık ile televizyon ekranında sunulan zengin menüler arasında kurulan bu keskin karşıtlık, insanlığın trajik portresini çizer. Bu portre bize şunu hatırlatır: Asıl garabet, açlığın kendisi kadar, açlığı görmezden gelerek kurulmuş sahte bir neşeye teslim olmaktır.

Van Gölü İncileri

KİME GÖRE, NEYE GÖRE…

MERAL YAĞMUR

Bazen yorulur insanın ruhu, sebepsiz gibi görünse de içten içe bir şeyler ağırlık yapar. Önemli olan bu duygu geçici ve bu hislerin üstesinden gelebilecek bir güç kaynağı bulabilmek. Kendine nazik olmalı insan, şefkatli ve gerçekten merhamet etmeli kendine. İlk önce kendine… büyük şeyler başarmak zorunda değiliz ayrıca. Sadece nefes almak, dinlenmek ve dinlemek kendini. Bu dahi yeterli olabiliyor bazen.

Kimisi arabeske bağlar acıların çocuğu olur, kimisi “gelsin hayat bildiği gibi” der halay başı mendil tutar. Kimisi Polyanna kıvamında her şeyi olumlar, kimisi Kibritçi Kız misali yakar yakar söndürür. Duygularını yoğun yaşayanlar için bazıları bu yoğunluğu abartı olarak değerlendirebilirken, yaşamayanlar için bu hâl vurdum duymazlık şekliyle algılanabilir. Son zamanlarda sıkça duyduğum ve gündemde ısrarla yerini muhafaza eden” kime göre, neye göre” tabiri ne de güzel tarif ediyor. Yani hiçbirimiz robotik bir fabrika ürünü değiliz komutlarla çalışan. Eğer ki Yaradan, hepimizi aynı formatta yaratmış olsa idi bugün baristik rapor denen bir dokümana ihtiyaç duymazdık.

Her şeyin bir karşılığı var. Hiçbir duygu fazlalık değildir. Kırılır, üzülür insan ve en çokta maddî-manevî kayıpları için yas tutar. Bunca latifelerle donatılmış olan bir varlık, elbette bu kadar duygunun arasında bir de kendini açıklama zorunluluğu yıpratır hislerini.

Asıl yara bazen ilgisizlikten çok empati eksikliğinden gelir ve nihayet bu durumda yaşadığımız derin acılara rağmen anlaşılamamak ciddi hayal kırıklıkları doğurur. Hayatta her zaman hedeflerimize ulaşamayız ama çıktığımız yolculukta ne ile karşılaşacağımız veya bize neler katacağını az çok öngörürüz. Başarıyı sadece başarıldı ya da başarısızdı olarak değil; öğrendim, güçlendim diye tanımlarsak eğer, daha mutlu ve daha dirençli oluruz. Başarısızlık korkusuyla yaşarsak, denemekten vazgeçeriz. Oysa hayat öğrenerek ilerlediğimiz bir yolculuktur. Hataya düştüğümüzde, yanlış yaptığımız ya da yanıldığımız vakitlerde kendimize şu soruyu sormalıyız, “Buradan ne öğrenebilirim?” Bu bakış açısı hem direnç kazandırır hem de başarı yolunu açar.

Özgüvenin temeli kendimizi olduğumuz gibi kabul etmektir. Eksiklerimizle, hatalarımızla, güçlü yanlarımızı uyandırıp “Ben buyum!” diyebilmek başarıya giden yolda da huzuru bulmada da bu “öz-kabul” duygusunu ateşleme adına çok değerlidir. Hiçbirimiz mükemmel olmak zorunda değiliz. Bilakis” Geliştirmek için buradayım.” diyebilmektir aslolan. İnsanın özgüven, başarı, huzur ve mutluluk gibi hedeflere ulaşması için hayata bakış açısını bazı temel taşlar üzerine oturtması gerekiyor. Huzur; geçmişte ya da gelecekte değil, tam bu noktada bulunur. Kendimize sık sık şu telkini vererek” Şu an ne yaparsam geleceğimi en güzel şekilde etkilerim?” Böylece geçmiş pişmanlıkları ve gelecek kaygıları esir alamaz nefsimizi. Mutsuz olduğumuz günlerde kendimize kızmak yerine” bugün zor bir gündü” demek ve biraz durmak, dinlenmek gerekebilir. Bu izni vermek aslında uzun vadede özgüvenle huzuru güçlendirir. Gözümüz hep olmayanlarda olursa mutsuzluk kaçınılmaz olur. O yüzden küçük de olsa hayatımızdaki güzelliklere şükretmek, ruhu zenginleştirir. 

Peki hayatımız boyunca kaç kez şu soruyu sorduk kendimize, “bugün sahip olduğum, küçük ya da büyük neler için teşekkür ettim Rabbime” … Önce kendi nefsime, Ey İnsan; kendini farket… zirâ sen, canlı-cansız yaratılmışların en güzeli eşref-i mahlûkatsın. Kâinatta arz ve sema arası bütün varlıkların efendisi, halefsin. Her bir şey senin için, senin hizmetine verildi. Sen ki; gücünün ve kıymetinin, bilinç ve şuurunda ol. Sana bahşedilmiş nimetleri sevgi ile muhabbetle kucakla. Kendine şefkatle yaklaş; hayatı öğrenme ve gelişme alanı olarak gör. Küçük olanların kıymetini bil. Başarıyı sadece var olduğun yer değil, yürüdüğün yol olarak değerlendir ve hayatın getirdiklerine esenlikle uyum sağla. Her sabah uyandığında derin bir nefes al. Bugünün sana yeni nice nimetler sunduğunu bilerek şükret ve elinden gelenin en iyisini yapmaya niyet et. Etrafına şöyle bir bak ve ne kadar değerli olduğunu hisset. Her halinle mutluluğa, umuda ve başarmaya layık olduğunu gör. 

Kendini sev ve olduğun gibi davran. Eksiklerin gelişim alanın, güçlü yanların ışığın olacak. Başarıyı sadece ulaşmak değil yaşam sürecinde öğrendiklerinle ölçmeyi seç. Her yeni günü sana bahşedilen yeni bir şans olarak gör. Hatalarından utanmayacak, onlardan güç devşireceksin. Küçük şeylerde büyük mutluluğu bulacaksın; bir tebessümde, bir dostlukta ve bir nefes alışta… Kimseye bağımlı kalma; insanın kendi iç gücünü keşfetmesi dış dünyadan gelecek takdir ya da destek olmadan da yol alabilmesi, gerçek özgürlüğü ve huzuru sağlar. Nitekim, kararlarının sorumluluğunu alabilen bir insan, hayatının kontrolünü elinde tutar. Bu da onu daha dirençli ve tutarlı yapar. Başkalarının düşüncelerinden bağımsız hareket etmek özgüveni besler ve kendine olan inancını arttırır. Unutma ki; kendi iç dünyanda kurduğun denge ve sağlam duruş, dış dünyada göstereceğin başarının temelidir.

Kendi duygularını kendin yönet; öfke, kaygı, kıskançlık ve hatta tevazu, samimiyette mübalağa gibi duyguların, seni yönetmesine izin verme. Her gün aynı istikrarla hedefe doğru ilerle. Şunu kesinlikle bilmeni isterim ki; dış motivasyonlardan ziyade, iç motivasyon elzemdir. Öz disiplin; bu noktada yalnız çalışabilme ve vazgeçmeme gücüdür. Elbette insanlar sosyal varlıklardır ve destek almak hayatın doğal bir parçasıdır. Ancak bir başkasına muhtaç olmadan da karar verebilmek, yalnızken de güçlü kalabilmek psikolojik dayanıklılığın göstergesidir. Gerçek başarı başkalarının taktiri için değil, kendi değerlerine uygun bir yaşam sürdüğünde gelir. Kendi hedeflerini belirle ve onları gerçekleştirmek için kararlı ol. Hayatın senin kontrolünde olmayan taraflarına karşı direnmeyi bırakacak, esneklikle ve kabullenme ile huzuru büyüteceksin. Şükranla bakacaksın sahip olduklarına… fark edip onları çoğaltacaksın. Her gün kendine “bugün küçükte olsa bir adım attım mı” diye soracak ve cevabı takdir edeceksin. Hayallerin peşinden yürürken her adımda kendinle gurur duyacaksın. Hayatın senden mükemmeliyet değil, içtenlik beklediğini unutma. En önemlisi de kendine şeffaf ol…

Bugün hangi konuda kendinle gurur duydun. Bugün hangi küçük bir şeye minnettarsın ya da yarın için, içinde taşıdığın en güzel umut nedir? Bugün kendine şefkatli ol… yalnızlaştığın kaygısı barındırma. Zirâ yalnız olmakla yalnız hissetmek farklı şeydir. Hâsılı demem o ki; güçlü olmak, yalnız kalmayı seçebilmekle ilgilidir, zorunlu yalnızlık değildir. Bu cümleler hayat felsefen olsun. Yorulduğun vakit veya moralin bozulduğu an dur, bekle, soluklan ve içine dön, şu anda hayattasın ve hayattasın, güvendesin ve içinde yeşerttiğin umutla ilerliyorsun. Gün içinde yaptığın en ufak olumlu adımı dahi fark et ve kendini tebrik et.” Zor bir şeyi hallettim.” de, “kendi sınırlarımı aştım.” de. İçinden kendini sessizce affet… Bazen bir özür kanayan yaralarına şifa olur. Affetmek ise incinmiş bir kalbin kendine hediye ettiği en zarif barıştır. Ve her incinme zamanla daha derin bir anlayışın kapısını aralar ki zaman, o kalbin bilge sabrıyla her yarayı sarar. Asla kırılma, asla İncinme; her konuda kendine inancın sonsuz olsun. Yarım bırakma hiçbir şeyi… başlamak bile büyük bir cesarettir. 

Unutma; hataların seni tanımlamaz, onlar sadece insanı büyüten adımlardır. Şu anda zorlanıyor olabilirsin belki ama bu fırtınanın ardından daha büyük bir güç doğacak içinde. Zirâ küçük bir adım büyük değişimlerin habercisidir.

Başarıya giden yol sabırla, inançla ve sevgiyle döşenir. Bugün de bir adım attıysan şayet kendini kutla. Sen yeterli olduğunun bilincinde ol. Bugün sahip olduğun kişiliğinle değerlisin. Hayat senin tarafında, her şey senin için, en iyi haline kavuşman için seninle…

Ez-cümle; hayat bir handikaptır, geçmişin tecrübeleriyle yoğrulup, geleceğin umutlarıyla şekillenen bir sabır ve mücadele yolculuğudur. Bugün yolunu belirleyip, tümseklerden ya da çukurlardan içine çeken girdapları fark edenler içinde ayrıca ödüller vadeden sonsuzluğun ilk bahçesidir. O bahçede ne ekerse, onunla filizlenir, büyür ve var olur insan.

Selâm olsun ışığını yansıtanlara.

Van Gölü İncileri

SÜHREVERDÎ VE KALBİN FELSEFESİ

GÜRGÜN KARAMAN

Sühreverdî’nin düşüncesi, aklın sınırlarından başlayıp kalbin derinliklerinde tamamlanan bir felsefedir. Onun için bilgi, yalnızca aklın ürünü demek olmayıp, nurun yalnız bir pencereden geldiğini sanmak gibidir. Bilgi, akılla doğar ama kalple aydınlanır. İşrâkî felsefenin özünde yatan sır, bu iki kaynağın –aklın ve kalbin– birbirini dışlamaması, bilakis birbirini tamamlamasıdır.

Sühreverdî’ye göre kalp, bir duyu organı değildir; bir varlık merkezidir. Aklın çözümlediği şeyi kalp idrak eder, ruh ise onu yaşar. Bu üçlü –akıl, kalp, ruh– insanın hakikatle temas ettiği ilâhî düzlemlerin farklı mertebeleridir. Bedenin merkezi beyin değil, ruhtur; ruhun merkezi ise kalptir. Bu yüzden “İşrâk” adı bir metafor değil, bir felsefî bildiridir: kalp bir bahçedir, içinde nûr bitkileri yetişir ve envâ-i çeşit çiçekler açar. Bu nûrlar, varlığın en yüce kaynağından –“Nûrü’l-Envâr”dan– süzülüp insanın iç âlemine iner.

Sühreverdî, kalbi hem bilgi alanı hem ahlâk alanı olarak görür. Bilmek, arınmaktır; arınmak, bilmenin şartıdır. Bu nedenle onun felsefesi sadece ontolojik bir açıklama değil, ahlâkî bir arınma çağrısıdır. İnsan, kalbini saflaştırmadan hakikati göremez. Çünkü hakikat gözle değil, nûrla görünür; nûr ise ancak temiz bir kalpte belirir. Bu anlayış, modern felsefenin bilgi merkezli yaklaşımına karşı, bilginin etik bir temele oturduğunu ilan eder. Kalp, epistemolojinin değil, ontolojinin merkezidir; insanın “varlık olarak bilmesi” burada gerçekleşir.

Batı düşüncesinde Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım.” önermesi insanı akla indirger. Sühreverdî ise bunun tam tersini söyler: “Seziyorum, çünkü varım.” Bu sezgi, duyusal değil; varoluşsal bir idraktir. Kalbin sezgisi, aklın kavrayamadığı alanları aydınlatır. Bu sezgi, aşkın bilgisiyle birleştiğinde insanın bilinci/idraki yükselir ve varlıkla arasındaki perdeler ortadan kalkar. İşrâkî yol, işte bu yükseliştir; insan, kalbini her saflaştırdığında bir mertebe daha yükselir.

Kalp, yalnızca duyguların değil, hakikatlerin evidir. O, hem Allah’a yönelen bir mihrab hem de insanın iç dünyasında kurulmuş bir kâinattır. Sühreverdî’ye göre kalp, Tanrı’nın en açık tecelli mazharıdır/yeridir; çünkü O, saf olanı seçer, nûrunu yalnız temiz olana yansıtır. Bu yüzden “kalbin felsefesi” aynı zamanda “ahlakîliğin ve erdemin metafiziği”dir. İnsan, kalbini her türlü kirden, öfke ve tutkudan, benlik ve hırstan arındırmadıkça hakikatin nûruna erişemez. Bu temizlik hem ahlâkın hem bilginin başlangıcıdır. Sühreverdî’nin “hikmetü’l-İşrâk”ında kalp, bir aynadır; bu aynada hem insan kendi yüzünü hem de Tanrı’nın ışığını görür (İnsanın Yüzü-Tanrı’nın Yüzü, bkz. Henry Corbin). Fakat aynanın gösterdiği şey, yalnızca bir yüz değildir; yüzün ardındaki sırdır. İşte bu nedenle kalp, hem tecellinin mekânı hem de bilincin en derin boyutudur. İnsanın kendini bilmesi, bu aynaya bakmasıyla başlar. Bakan, kendini değil, kendisinde parlayan ışığı görür. Bu ışık, insanın içinde doğan ilâhî sezgidir.

Modern insan, bilgiyle donanmış ama kalpten uzak düşmüştür. Sühreverdî’nin kalp felsefesi, bu kopuşu onaran bir çağrıdır. O, bilgiyi yüceltir ama bilginin kaynağını kalbe yerleştirir. Bu yaklaşım, bilginin sadece nesnel dünyada değil, insanın varlık alanında da anlam bulduğunu gösterir. Bilmek artık dışarıya bakmak değil, içeriye yönelmektir. Kalbin diliyle bilmek, aklın dilinden daha derindir; çünkü kalp bilmez, tanır. Bu tanıma, duyu ve düşünceyi aşan bir iç sezgiyle gerçekleşir:

Önce sola, sonra sağa, yine sola

Bakan akıldır, kalp uzatmaz

Akıl iki kere ikiyi iyice bilir

Kalp ikiyi inkar edecektir. (Ahmet Murat/Kalbin Kararı)

İşrâkilik, bu anlayışı bir öğretiden çok bir hâl olarak sunar. İşRâki her tavır ve tecrübe, kalbin bir katmanını açar. Her öğüt, bir aynayı siler, her âyet, bir nûr damlası gibi kalbe düşer. Sühreverdî’nin düşüncesi, bu damlaların birleştiği bir ırmaktır. O ırmak, yüzyılları aşarak bugüne ulaşmış, çağdaş insanın kurumuş duduklarına ve iç dünyasına yeniden hayat taşımıştır. Bugün, kalbin felsefesine dönmek, insanın kendine dönmesidir. Çünkü kalp unutulduğunda hakikat susar. Sühreverdî’nin mirası, bu suskunluğu bozan bir ışık gibidir. Bu ışık, felsefenin soğuk diline sıcaklık, bilginin kuru yapısına anlam, insanın karanlık aklına yön kazandırır. Kalbin felsefesi, varlıkla insan arasındaki kadim köprüyü yeniden kurar.

Ve sonunda anlaşılır ki, hakikatin yolu kitaplardan değil, kalpten geçer. Çünkü kalp, Tanrı’nın insanda kurduğu ilk mabettir. Orada hâlâ nurlu bir kandilde bir ışık yanar ve o ışığın adı hikmettir.

Van Gölü İncileri

ZEYTİN

SÜLEYMAN KABA

Baktım da bir gövdeye, yüz yaşında var mısın?

Az değil elbet yaşım, var dedi zeytin bana

Sığmaz olmuş dalları, kocaman bir bahçeye

Bahçe değil dünyalar, dar dedi zeytin bana 

 

Yalan dolan laflarla, durup kendimi övmem

Hakikatin üstünü, örtenleri hiç sevmem

Yağım şifa deposu, ayrı lezzettir meyvem

Bulacağın sağlıksa, kâr dedi zeytin bana 

 

Orman ağacı gibi, kışın yeşil kalırım

Yaprağımı dökmeden, yenisini alırım

Rengarenk meyvelerin, her rengini bulurum 

Yeşil siyah kızılla, mor dedi zeytin bana 

 

Fakirin sofrasında, kuru ekmek yoldaşım

Su istemem toprakla, kuraklıkla hâldaşım 

Soğuğa dayanırım, ayaz olsa da kışım

Yaz sıcakta gölgelik, yer dedi zeytin bana 

 

El üstünde tutulur, güller vardır mis kokan

Velev ki ele batsın, acımasız bir diken 

Yüce Allah Kuran'da, ismimi övmüş iken

Kulunun yaptıkları, kor dedi zeytin bana 

 

Yeni kuşak değil de eskiler bilir beni

Sevgi ve ilgi ile büyüttüler bedeni 

Asırlık zeytinlerin yerini tutmaz yeni

Genetiği bozuktur, sor dedi zeytin bana 

 

Dünyadaki ahvalim, soykırımdan talandır

Yerine betonlarla, oksijensiz alandır

Kökümüzü kazımak, şeytani bir plandır

Gider isek gelmemiz, zor dedi zeytin bana.

Van Gölü İncileri

İMDİ

KENAN GEZİCİ       

Seni sevdim diye mi şımardın güzel

Gözlerim sana bakıyor diye oldun güzel

Yüzümü çevirirsem sende öte yana

Ne güzelliğin kalır nede ihtişamın unutma

 

Güzel bakmak verilmiş bir nimettir bana

Umurum da olmaz kimin sana baktığına

Gözler her daim bakar tabiata doğaya

Sakın yürekler bağlamasın kara

As olan güzel bakana verdiğin itibar

Sevgi ehli olmazsa heba olur tüm itibar.

Van Gölü İncileri

SON HARF

ERDEM MÜHÜRDAROĞLU

Sessizliğin en kimliksiz halinde kayboldum, ismimi ararken boş mezar taşları sokağın da. Yuvasından düşmüş bir serçe yavrusu gibi titrerken yüreğim gecenin kalbine cellat gibi duran sokak lambasının altına oturup çıkardım cebimden buz tutmuş şiirlerimi. İçimin sokaklarına sis gibi dolan dumanı bitmiş sigaramı parmaklarımın arasında ezerek yaslandım yüzü kara göğe. Sayfalar arasında ruhlarını yitirmiş cümleler buldum kimi sen ile başlayan kimi ben ile biten. Biz olur umuduyla payıma düşen birkaç kalp atışını da bıraktım satırlar arasına ve devam ettim kayboluşuma... 

İsimsizliğin en sağır çığlığıyla kim olduğumu bilmeden şehir şehir aradım sırra kadem basmış geçmişimi. Adımı bilmeyişin yorgunluğu vardı dilimde, ellerim cebimin en karanlık ve boş odalarında hapisti bende ayaklarımla dokundum her bir taşa. Ezberlediğim şiirler de eklendi birer birer kayboluşlara ve ben kim olduğumu bilmeden nefes aldım, en çekilmez, en huysuz ve en sinirli halimle... 

Kuşanıp beyaz boş kağıtları yine dökülüyorum sokaklara şafağın bir vakti. Bitirebilmek için siyah satırları, heybemin söküğünden düşüp kaybolan noktaları arıyorum elimde kalem ve dilimde kelime olmak için sıra bekleyen birkaç harf. Yeşil gökyüzünü ve mavi sokakları hayal edebilmek için karamsarlığını sökerken beyazın kalbinden, sokakları erdemsiz bedenlerle dolan şehirde nereye gitsem yüzleri duvar adamlar, nereye gitsem yüzleri mezar kadınlar, nereye gitsem yüzleri havar çocuklar…

Hayatın tam ortasında duran bir virgül ile başladı içimin kuşlarının ölüşü ve ben en çok silgi olamayışımda kayboldum. İnsan hangi mevsimde sararır ve hangi mevsimde dökülür bilemem ama ben en sonundayım satırların… 

Van Gölü İncileri

SONSUZA

SULTAN NURTEN ERGİN

(SULTAN KIZI)

Al bu sevdamı yar göm derine 

Emanet değil al gel gönlüme 

Kimseyi alma sakın yerine 

Acı çekmeden al dal gönlüme 

 

Gülen gözlerim bağına dalsın

Hoş kokan gülüm teninde kalsın

Aşkın notası sazında çalsın

Telinde kalıp al çal gönlüme 

 

Aynı türküde hiç kalma sakın

Kalbimin limanı olurken bakın

Gökte şimal im eserken yakın

Rüzgârım olup al sal gönlüme 

 

Sultan yoluna verir bu canı

Damarda alev alırken kanı 

Ahretlik olur sevdanla şanı

Sonsuza sürsün al gel gönlüme.

Van Gölü İncileri

CANIM ANAM 

ŞAİR KENAN SÜKUT

Dünyanın en tatlı güzel insanı 

Evimin direği gönül sultanı 

Çaresiz dertlerin olur dermanı 

Emeğin ödenmez can anam anam 

 

Gündüz yorgun idi gece uykusuz

Büyüttün bizleri dertsiz kaygısız 

Gâhi tok gezerdi gâhi aç susuz

Sen benim kalbimde yar anam anam 

 

Kokunu duvara badana yaptım 

Özledim içine hasretin kattım 

Harcına gözümden yaşlar akıttım

Doyulur mu sana bal anam anam 

 

Sence ayrılır mı eti le tırnak 

Kolay mı sanmıştın anasız kalmak

Olumuymuş hiç analara doymak

Kalplerin sultanı can anam anam 

 

Bekledim yolunu gelirsin diye 

Haykırsam sesimiz gitmez öteye 

Duvarda resmin kaldı hediye 

Cennetin gülüsün sen anam anam .

Van Gölü İncileri

BABAYA ARZUHÂL 

İSMAİL GÜL

Belli ki tevekkül senden yadigâr

Oğlun duyduğuna kanıyor Baba

Menfaat uğruna secde eden var

Yürekte yaramız kanıyor Baba

 

Ufkumuzu sardı endişe kaygı

Maddeye yenildi sevgiyle saygı

Kardeşlik denilen o ulvi duygu

Bencillik narında yanıyor Baba

 

Saklı gizli değil, gün gibi ayan

Cana kastediyor canımsın diyen

Dost bilip dostuna ömür adayan 

Enayi yerine konuyor Baba

 

Hakk için mazlumun gönlüne giren

Var mı; hani nerde, o sırra eren

Atasına Fatiha’yı çok gören

İblisi rahmetle anıyor Baba

 

Nefis iradeye hâkim olalı

Fazilet insanın kaybolan malı

Bozkırda yetişen mercimek dalı

Kendisini çınar sanıyor Baba

 

Dilinden düşmezse “Eyvallah” “Peki”

Baş tacı olursun; Adalet ne ki

Ne kadar ağırmış insanın yükü

Dem be dem omzuma biniyor Baba.

Bakmadan Geçme