AÇLIK VE EĞLENCENİN YAN YANA DÜŞEN GÖLGESİ
MAHMUT CELAL ÖZMEN
Televizyon ekranlarında bir yanda kaynayan tencerelerden yükselen buhar, ustalıkla çevrilen tavalar, renk renk süslenen tabaklar… Öte yanda ise yıkıntılar altında açlıktan gözleri kararan, bir lokma ekmek için dudakları çatlamış çocuklar. Filistin’de yaşanan trajedinin en acı yanlarından biri, dünyanın geri kalanında bu görüntülerle eşzamanlı olarak eğlence ve yemek programlarının sunuluyor olmasıdır. İnsanlığın vicdanına düşen bu çelişki, yalnızca politik bir sorun değil; aynı zamanda etik, kültürel ve ahlâkî bir iflastır.
Televizyon, modern dünyanın en güçlü kitle iletişim araçlarından biridir. Toplumsal hafızayı şekillendirir, gündemi belirler, hayatın ritmini kurar. Ancak ekranın sunduğu “gündelik neşe” ile gerçekliğin çığlığı arasındaki mesafe bazen o kadar açılır ki, artık ekran bir eğlence aracından çok, bir unutuş makinesine dönüşür. Filistin’de çocuklar açlıktan kıvranırken, dünyanın herhangi bir yerinde, prime-time kuşağında yeni bir “masterchef” yarışmasının ya da kahkahalarla dolu bir talk-show’un sergilenmesi, izleyiciye şunu fısıldar: “Senin acını görmeye gerek yok, sen eğlenmeye devam et.”
Bu durum, yalnızca duyarsızlığın değil, aynı zamanda bir “estetik şiddetin” tezahürüdür. Çünkü mutfakta gösterilen incelik, damakta yaratılan haz, acının silinmesi için bir perde gibi işlev görür. Açlığın gerçekliğiyle yemeğin şatafatı yan yana geldiğinde, ortaya çıkan manzara insana ait vicdanın en zayıf noktasını gözler önüne serer. Bir çocuğun ölümü, bir sofranın sunum estetiği kadar ilgi çekici değil midir? Yoksa ekranın parlak ışıkları altında, ölümler birer “arka plan uğultusu”na mı indirgenmiştir?
Burada asıl sorun, eğlencenin varlığı değil; eğlencenin zamansızlığı ve bağlamsızlığıdır. Elbette insanlar gülmek, dinlenmek, gündelik hayatın yükünden kaçmak isterler. Ancak bu kaçış, dünyanın başka bir yerinde süren trajediyi tamamen görünmez kılmamalıdır. Zira eğlenceyle açlık arasındaki bu çelişki, insanlığın ortak sorumluluğunu yitirmesinin en somut göstergesidir.
Televizyon kanalları, reyting uğruna kurgulanan yapımlarıyla aslında şunu ilan eder: “Acı, satmaz; ama eğlence satar.” Oysa tam da bu noktada izleyiciye bir sorumluluk düşer. Hangi ekranı izlemeyi, hangi sahneyi görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz, yalnızca bireysel değil, kolektif bir etik seçimdir. Eğer bir toplum, çocukların açlıktan öldüğü bir dünyada iştahla yemek programları izliyorsa, bu yalnızca medyanın değil, o toplumun da aynaya bakması gereken bir durumdur.
Sonuçta, Filistinli bir çocuğun gözlerinde görülen açlık ile televizyon ekranında sunulan zengin menüler arasında kurulan bu keskin karşıtlık, insanlığın trajik portresini çizer. Bu portre bize şunu hatırlatır: Asıl garabet, açlığın kendisi kadar, açlığı görmezden gelerek kurulmuş sahte bir neşeye teslim olmaktır.
KİME GÖRE, NEYE GÖRE…
MERAL YAĞMUR
Bazen yorulur insanın ruhu, sebepsiz gibi görünse de içten içe bir şeyler ağırlık yapar. Önemli olan bu duygu geçici ve bu hislerin üstesinden gelebilecek bir güç kaynağı bulabilmek. Kendine nazik olmalı insan, şefkatli ve gerçekten merhamet etmeli kendine. İlk önce kendine… büyük şeyler başarmak zorunda değiliz ayrıca. Sadece nefes almak, dinlenmek ve dinlemek kendini. Bu dahi yeterli olabiliyor bazen.
Kimisi arabeske bağlar acıların çocuğu olur, kimisi “gelsin hayat bildiği gibi” der halay başı mendil tutar. Kimisi Polyanna kıvamında her şeyi olumlar, kimisi Kibritçi Kız misali yakar yakar söndürür. Duygularını yoğun yaşayanlar için bazıları bu yoğunluğu abartı olarak değerlendirebilirken, yaşamayanlar için bu hâl vurdum duymazlık şekliyle algılanabilir. Son zamanlarda sıkça duyduğum ve gündemde ısrarla yerini muhafaza eden” kime göre, neye göre” tabiri ne de güzel tarif ediyor. Yani hiçbirimiz robotik bir fabrika ürünü değiliz komutlarla çalışan. Eğer ki Yaradan, hepimizi aynı formatta yaratmış olsa idi bugün baristik rapor denen bir dokümana ihtiyaç duymazdık.
Her şeyin bir karşılığı var. Hiçbir duygu fazlalık değildir. Kırılır, üzülür insan ve en çokta maddî-manevî kayıpları için yas tutar. Bunca latifelerle donatılmış olan bir varlık, elbette bu kadar duygunun arasında bir de kendini açıklama zorunluluğu yıpratır hislerini.
Asıl yara bazen ilgisizlikten çok empati eksikliğinden gelir ve nihayet bu durumda yaşadığımız derin acılara rağmen anlaşılamamak ciddi hayal kırıklıkları doğurur. Hayatta her zaman hedeflerimize ulaşamayız ama çıktığımız yolculukta ne ile karşılaşacağımız veya bize neler katacağını az çok öngörürüz. Başarıyı sadece başarıldı ya da başarısızdı olarak değil; öğrendim, güçlendim diye tanımlarsak eğer, daha mutlu ve daha dirençli oluruz. Başarısızlık korkusuyla yaşarsak, denemekten vazgeçeriz. Oysa hayat öğrenerek ilerlediğimiz bir yolculuktur. Hataya düştüğümüzde, yanlış yaptığımız ya da yanıldığımız vakitlerde kendimize şu soruyu sormalıyız, “Buradan ne öğrenebilirim?” Bu bakış açısı hem direnç kazandırır hem de başarı yolunu açar.
Özgüvenin temeli kendimizi olduğumuz gibi kabul etmektir. Eksiklerimizle, hatalarımızla, güçlü yanlarımızı uyandırıp “Ben buyum!” diyebilmek başarıya giden yolda da huzuru bulmada da bu “öz-kabul” duygusunu ateşleme adına çok değerlidir. Hiçbirimiz mükemmel olmak zorunda değiliz. Bilakis” Geliştirmek için buradayım.” diyebilmektir aslolan. İnsanın özgüven, başarı, huzur ve mutluluk gibi hedeflere ulaşması için hayata bakış açısını bazı temel taşlar üzerine oturtması gerekiyor. Huzur; geçmişte ya da gelecekte değil, tam bu noktada bulunur. Kendimize sık sık şu telkini vererek” Şu an ne yaparsam geleceğimi en güzel şekilde etkilerim?” Böylece geçmiş pişmanlıkları ve gelecek kaygıları esir alamaz nefsimizi. Mutsuz olduğumuz günlerde kendimize kızmak yerine” bugün zor bir gündü” demek ve biraz durmak, dinlenmek gerekebilir. Bu izni vermek aslında uzun vadede özgüvenle huzuru güçlendirir. Gözümüz hep olmayanlarda olursa mutsuzluk kaçınılmaz olur. O yüzden küçük de olsa hayatımızdaki güzelliklere şükretmek, ruhu zenginleştirir.
Peki hayatımız boyunca kaç kez şu soruyu sorduk kendimize, “bugün sahip olduğum, küçük ya da büyük neler için teşekkür ettim Rabbime” … Önce kendi nefsime, Ey İnsan; kendini farket… zirâ sen, canlı-cansız yaratılmışların en güzeli eşref-i mahlûkatsın. Kâinatta arz ve sema arası bütün varlıkların efendisi, halefsin. Her bir şey senin için, senin hizmetine verildi. Sen ki; gücünün ve kıymetinin, bilinç ve şuurunda ol. Sana bahşedilmiş nimetleri sevgi ile muhabbetle kucakla. Kendine şefkatle yaklaş; hayatı öğrenme ve gelişme alanı olarak gör. Küçük olanların kıymetini bil. Başarıyı sadece var olduğun yer değil, yürüdüğün yol olarak değerlendir ve hayatın getirdiklerine esenlikle uyum sağla. Her sabah uyandığında derin bir nefes al. Bugünün sana yeni nice nimetler sunduğunu bilerek şükret ve elinden gelenin en iyisini yapmaya niyet et. Etrafına şöyle bir bak ve ne kadar değerli olduğunu hisset. Her halinle mutluluğa, umuda ve başarmaya layık olduğunu gör.
Kendini sev ve olduğun gibi davran. Eksiklerin gelişim alanın, güçlü yanların ışığın olacak. Başarıyı sadece ulaşmak değil yaşam sürecinde öğrendiklerinle ölçmeyi seç. Her yeni günü sana bahşedilen yeni bir şans olarak gör. Hatalarından utanmayacak, onlardan güç devşireceksin. Küçük şeylerde büyük mutluluğu bulacaksın; bir tebessümde, bir dostlukta ve bir nefes alışta… Kimseye bağımlı kalma; insanın kendi iç gücünü keşfetmesi dış dünyadan gelecek takdir ya da destek olmadan da yol alabilmesi, gerçek özgürlüğü ve huzuru sağlar. Nitekim, kararlarının sorumluluğunu alabilen bir insan, hayatının kontrolünü elinde tutar. Bu da onu daha dirençli ve tutarlı yapar. Başkalarının düşüncelerinden bağımsız hareket etmek özgüveni besler ve kendine olan inancını arttırır. Unutma ki; kendi iç dünyanda kurduğun denge ve sağlam duruş, dış dünyada göstereceğin başarının temelidir.
Kendi duygularını kendin yönet; öfke, kaygı, kıskançlık ve hatta tevazu, samimiyette mübalağa gibi duyguların, seni yönetmesine izin verme. Her gün aynı istikrarla hedefe doğru ilerle. Şunu kesinlikle bilmeni isterim ki; dış motivasyonlardan ziyade, iç motivasyon elzemdir. Öz disiplin; bu noktada yalnız çalışabilme ve vazgeçmeme gücüdür. Elbette insanlar sosyal varlıklardır ve destek almak hayatın doğal bir parçasıdır. Ancak bir başkasına muhtaç olmadan da karar verebilmek, yalnızken de güçlü kalabilmek psikolojik dayanıklılığın göstergesidir. Gerçek başarı başkalarının taktiri için değil, kendi değerlerine uygun bir yaşam sürdüğünde gelir. Kendi hedeflerini belirle ve onları gerçekleştirmek için kararlı ol. Hayatın senin kontrolünde olmayan taraflarına karşı direnmeyi bırakacak, esneklikle ve kabullenme ile huzuru büyüteceksin. Şükranla bakacaksın sahip olduklarına… fark edip onları çoğaltacaksın. Her gün kendine “bugün küçükte olsa bir adım attım mı” diye soracak ve cevabı takdir edeceksin. Hayallerin peşinden yürürken her adımda kendinle gurur duyacaksın. Hayatın senden mükemmeliyet değil, içtenlik beklediğini unutma. En önemlisi de kendine şeffaf ol…
Bugün hangi konuda kendinle gurur duydun. Bugün hangi küçük bir şeye minnettarsın ya da yarın için, içinde taşıdığın en güzel umut nedir? Bugün kendine şefkatli ol… yalnızlaştığın kaygısı barındırma. Zirâ yalnız olmakla yalnız hissetmek farklı şeydir. Hâsılı demem o ki; güçlü olmak, yalnız kalmayı seçebilmekle ilgilidir, zorunlu yalnızlık değildir. Bu cümleler hayat felsefen olsun. Yorulduğun vakit veya moralin bozulduğu an dur, bekle, soluklan ve içine dön, şu anda hayattasın ve hayattasın, güvendesin ve içinde yeşerttiğin umutla ilerliyorsun. Gün içinde yaptığın en ufak olumlu adımı dahi fark et ve kendini tebrik et.” Zor bir şeyi hallettim.” de, “kendi sınırlarımı aştım.” de. İçinden kendini sessizce affet… Bazen bir özür kanayan yaralarına şifa olur. Affetmek ise incinmiş bir kalbin kendine hediye ettiği en zarif barıştır. Ve her incinme zamanla daha derin bir anlayışın kapısını aralar ki zaman, o kalbin bilge sabrıyla her yarayı sarar. Asla kırılma, asla İncinme; her konuda kendine inancın sonsuz olsun. Yarım bırakma hiçbir şeyi… başlamak bile büyük bir cesarettir.
Unutma; hataların seni tanımlamaz, onlar sadece insanı büyüten adımlardır. Şu anda zorlanıyor olabilirsin belki ama bu fırtınanın ardından daha büyük bir güç doğacak içinde. Zirâ küçük bir adım büyük değişimlerin habercisidir.
Başarıya giden yol sabırla, inançla ve sevgiyle döşenir. Bugün de bir adım attıysan şayet kendini kutla. Sen yeterli olduğunun bilincinde ol. Bugün sahip olduğun kişiliğinle değerlisin. Hayat senin tarafında, her şey senin için, en iyi haline kavuşman için seninle…
Ez-cümle; hayat bir handikaptır, geçmişin tecrübeleriyle yoğrulup, geleceğin umutlarıyla şekillenen bir sabır ve mücadele yolculuğudur. Bugün yolunu belirleyip, tümseklerden ya da çukurlardan içine çeken girdapları fark edenler içinde ayrıca ödüller vadeden sonsuzluğun ilk bahçesidir. O bahçede ne ekerse, onunla filizlenir, büyür ve var olur insan.
Selâm olsun ışığını yansıtanlara.
SÜHREVERDÎ VE KALBİN FELSEFESİ
GÜRGÜN KARAMAN
Sühreverdî’nin düşüncesi, aklın sınırlarından başlayıp kalbin derinliklerinde tamamlanan bir felsefedir. Onun için bilgi, yalnızca aklın ürünü demek olmayıp, nurun yalnız bir pencereden geldiğini sanmak gibidir. Bilgi, akılla doğar ama kalple aydınlanır. İşrâkî felsefenin özünde yatan sır, bu iki kaynağın –aklın ve kalbin– birbirini dışlamaması, bilakis birbirini tamamlamasıdır.
Sühreverdî’ye göre kalp, bir duyu organı değildir; bir varlık merkezidir. Aklın çözümlediği şeyi kalp idrak eder, ruh ise onu yaşar. Bu üçlü –akıl, kalp, ruh– insanın hakikatle temas ettiği ilâhî düzlemlerin farklı mertebeleridir. Bedenin merkezi beyin değil, ruhtur; ruhun merkezi ise kalptir. Bu yüzden “İşrâk” adı bir metafor değil, bir felsefî bildiridir: kalp bir bahçedir, içinde nûr bitkileri yetişir ve envâ-i çeşit çiçekler açar. Bu nûrlar, varlığın en yüce kaynağından –“Nûrü’l-Envâr”dan– süzülüp insanın iç âlemine iner.
Sühreverdî, kalbi hem bilgi alanı hem ahlâk alanı olarak görür. Bilmek, arınmaktır; arınmak, bilmenin şartıdır. Bu nedenle onun felsefesi sadece ontolojik bir açıklama değil, ahlâkî bir arınma çağrısıdır. İnsan, kalbini saflaştırmadan hakikati göremez. Çünkü hakikat gözle değil, nûrla görünür; nûr ise ancak temiz bir kalpte belirir. Bu anlayış, modern felsefenin bilgi merkezli yaklaşımına karşı, bilginin etik bir temele oturduğunu ilan eder. Kalp, epistemolojinin değil, ontolojinin merkezidir; insanın “varlık olarak bilmesi” burada gerçekleşir.
Batı düşüncesinde Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım.” önermesi insanı akla indirger. Sühreverdî ise bunun tam tersini söyler: “Seziyorum, çünkü varım.” Bu sezgi, duyusal değil; varoluşsal bir idraktir. Kalbin sezgisi, aklın kavrayamadığı alanları aydınlatır. Bu sezgi, aşkın bilgisiyle birleştiğinde insanın bilinci/idraki yükselir ve varlıkla arasındaki perdeler ortadan kalkar. İşrâkî yol, işte bu yükseliştir; insan, kalbini her saflaştırdığında bir mertebe daha yükselir.
Kalp, yalnızca duyguların değil, hakikatlerin evidir. O, hem Allah’a yönelen bir mihrab hem de insanın iç dünyasında kurulmuş bir kâinattır. Sühreverdî’ye göre kalp, Tanrı’nın en açık tecelli mazharıdır/yeridir; çünkü O, saf olanı seçer, nûrunu yalnız temiz olana yansıtır. Bu yüzden “kalbin felsefesi” aynı zamanda “ahlakîliğin ve erdemin metafiziği”dir. İnsan, kalbini her türlü kirden, öfke ve tutkudan, benlik ve hırstan arındırmadıkça hakikatin nûruna erişemez. Bu temizlik hem ahlâkın hem bilginin başlangıcıdır. Sühreverdî’nin “hikmetü’l-İşrâk”ında kalp, bir aynadır; bu aynada hem insan kendi yüzünü hem de Tanrı’nın ışığını görür (İnsanın Yüzü-Tanrı’nın Yüzü, bkz. Henry Corbin). Fakat aynanın gösterdiği şey, yalnızca bir yüz değildir; yüzün ardındaki sırdır. İşte bu nedenle kalp, hem tecellinin mekânı hem de bilincin en derin boyutudur. İnsanın kendini bilmesi, bu aynaya bakmasıyla başlar. Bakan, kendini değil, kendisinde parlayan ışığı görür. Bu ışık, insanın içinde doğan ilâhî sezgidir.
Modern insan, bilgiyle donanmış ama kalpten uzak düşmüştür. Sühreverdî’nin kalp felsefesi, bu kopuşu onaran bir çağrıdır. O, bilgiyi yüceltir ama bilginin kaynağını kalbe yerleştirir. Bu yaklaşım, bilginin sadece nesnel dünyada değil, insanın varlık alanında da anlam bulduğunu gösterir. Bilmek artık dışarıya bakmak değil, içeriye yönelmektir. Kalbin diliyle bilmek, aklın dilinden daha derindir; çünkü kalp bilmez, tanır. Bu tanıma, duyu ve düşünceyi aşan bir iç sezgiyle gerçekleşir:
Önce sola, sonra sağa, yine sola
Bakan akıldır, kalp uzatmaz
Akıl iki kere ikiyi iyice bilir
Kalp ikiyi inkar edecektir. (Ahmet Murat/Kalbin Kararı)
İşrâkilik, bu anlayışı bir öğretiden çok bir hâl olarak sunar. İşRâki her tavır ve tecrübe, kalbin bir katmanını açar. Her öğüt, bir aynayı siler, her âyet, bir nûr damlası gibi kalbe düşer. Sühreverdî’nin düşüncesi, bu damlaların birleştiği bir ırmaktır. O ırmak, yüzyılları aşarak bugüne ulaşmış, çağdaş insanın kurumuş duduklarına ve iç dünyasına yeniden hayat taşımıştır. Bugün, kalbin felsefesine dönmek, insanın kendine dönmesidir. Çünkü kalp unutulduğunda hakikat susar. Sühreverdî’nin mirası, bu suskunluğu bozan bir ışık gibidir. Bu ışık, felsefenin soğuk diline sıcaklık, bilginin kuru yapısına anlam, insanın karanlık aklına yön kazandırır. Kalbin felsefesi, varlıkla insan arasındaki kadim köprüyü yeniden kurar.
Ve sonunda anlaşılır ki, hakikatin yolu kitaplardan değil, kalpten geçer. Çünkü kalp, Tanrı’nın insanda kurduğu ilk mabettir. Orada hâlâ nurlu bir kandilde bir ışık yanar ve o ışığın adı hikmettir.
ZEYTİN
SÜLEYMAN KABA
Baktım da bir gövdeye, yüz yaşında var mısın?
Az değil elbet yaşım, var dedi zeytin bana
Sığmaz olmuş dalları, kocaman bir bahçeye
Bahçe değil dünyalar, dar dedi zeytin bana
Yalan dolan laflarla, durup kendimi övmem
Hakikatin üstünü, örtenleri hiç sevmem
Yağım şifa deposu, ayrı lezzettir meyvem
Bulacağın sağlıksa, kâr dedi zeytin bana
Orman ağacı gibi, kışın yeşil kalırım
Yaprağımı dökmeden, yenisini alırım
Rengarenk meyvelerin, her rengini bulurum
Yeşil siyah kızılla, mor dedi zeytin bana
Fakirin sofrasında, kuru ekmek yoldaşım
Su istemem toprakla, kuraklıkla hâldaşım
Soğuğa dayanırım, ayaz olsa da kışım
Yaz sıcakta gölgelik, yer dedi zeytin bana
El üstünde tutulur, güller vardır mis kokan
Velev ki ele batsın, acımasız bir diken
Yüce Allah Kuran'da, ismimi övmüş iken
Kulunun yaptıkları, kor dedi zeytin bana
Yeni kuşak değil de eskiler bilir beni
Sevgi ve ilgi ile büyüttüler bedeni
Asırlık zeytinlerin yerini tutmaz yeni
Genetiği bozuktur, sor dedi zeytin bana
Dünyadaki ahvalim, soykırımdan talandır
Yerine betonlarla, oksijensiz alandır
Kökümüzü kazımak, şeytani bir plandır
Gider isek gelmemiz, zor dedi zeytin bana.
İMDİ
KENAN GEZİCİ
Seni sevdim diye mi şımardın güzel
Gözlerim sana bakıyor diye oldun güzel
Yüzümü çevirirsem sende öte yana
Ne güzelliğin kalır nede ihtişamın unutma
Güzel bakmak verilmiş bir nimettir bana
Umurum da olmaz kimin sana baktığına
Gözler her daim bakar tabiata doğaya
Sakın yürekler bağlamasın kara
As olan güzel bakana verdiğin itibar
Sevgi ehli olmazsa heba olur tüm itibar.
SON HARF
ERDEM MÜHÜRDAROĞLU
Sessizliğin en kimliksiz halinde kayboldum, ismimi ararken boş mezar taşları sokağın da. Yuvasından düşmüş bir serçe yavrusu gibi titrerken yüreğim gecenin kalbine cellat gibi duran sokak lambasının altına oturup çıkardım cebimden buz tutmuş şiirlerimi. İçimin sokaklarına sis gibi dolan dumanı bitmiş sigaramı parmaklarımın arasında ezerek yaslandım yüzü kara göğe. Sayfalar arasında ruhlarını yitirmiş cümleler buldum kimi sen ile başlayan kimi ben ile biten. Biz olur umuduyla payıma düşen birkaç kalp atışını da bıraktım satırlar arasına ve devam ettim kayboluşuma...
İsimsizliğin en sağır çığlığıyla kim olduğumu bilmeden şehir şehir aradım sırra kadem basmış geçmişimi. Adımı bilmeyişin yorgunluğu vardı dilimde, ellerim cebimin en karanlık ve boş odalarında hapisti bende ayaklarımla dokundum her bir taşa. Ezberlediğim şiirler de eklendi birer birer kayboluşlara ve ben kim olduğumu bilmeden nefes aldım, en çekilmez, en huysuz ve en sinirli halimle...
Kuşanıp beyaz boş kağıtları yine dökülüyorum sokaklara şafağın bir vakti. Bitirebilmek için siyah satırları, heybemin söküğünden düşüp kaybolan noktaları arıyorum elimde kalem ve dilimde kelime olmak için sıra bekleyen birkaç harf. Yeşil gökyüzünü ve mavi sokakları hayal edebilmek için karamsarlığını sökerken beyazın kalbinden, sokakları erdemsiz bedenlerle dolan şehirde nereye gitsem yüzleri duvar adamlar, nereye gitsem yüzleri mezar kadınlar, nereye gitsem yüzleri havar çocuklar…
Hayatın tam ortasında duran bir virgül ile başladı içimin kuşlarının ölüşü ve ben en çok silgi olamayışımda kayboldum. İnsan hangi mevsimde sararır ve hangi mevsimde dökülür bilemem ama ben en sonundayım satırların…
SONSUZA
SULTAN NURTEN ERGİN
(SULTAN KIZI)
Al bu sevdamı yar göm derine
Emanet değil al gel gönlüme
Kimseyi alma sakın yerine
Acı çekmeden al dal gönlüme
Gülen gözlerim bağına dalsın
Hoş kokan gülüm teninde kalsın
Aşkın notası sazında çalsın
Telinde kalıp al çal gönlüme
Aynı türküde hiç kalma sakın
Kalbimin limanı olurken bakın
Gökte şimal im eserken yakın
Rüzgârım olup al sal gönlüme
Sultan yoluna verir bu canı
Damarda alev alırken kanı
Ahretlik olur sevdanla şanı
Sonsuza sürsün al gel gönlüme.
CANIM ANAM
ŞAİR KENAN SÜKUT
Dünyanın en tatlı güzel insanı
Evimin direği gönül sultanı
Çaresiz dertlerin olur dermanı
Emeğin ödenmez can anam anam
Gündüz yorgun idi gece uykusuz
Büyüttün bizleri dertsiz kaygısız
Gâhi tok gezerdi gâhi aç susuz
Sen benim kalbimde yar anam anam
Kokunu duvara badana yaptım
Özledim içine hasretin kattım
Harcına gözümden yaşlar akıttım
Doyulur mu sana bal anam anam
Sence ayrılır mı eti le tırnak
Kolay mı sanmıştın anasız kalmak
Olumuymuş hiç analara doymak
Kalplerin sultanı can anam anam
Bekledim yolunu gelirsin diye
Haykırsam sesimiz gitmez öteye
Duvarda resmin kaldı hediye
Cennetin gülüsün sen anam anam .
BABAYA ARZUHÂL
İSMAİL GÜL
Belli ki tevekkül senden yadigâr
Oğlun duyduğuna kanıyor Baba
Menfaat uğruna secde eden var
Yürekte yaramız kanıyor Baba
Ufkumuzu sardı endişe kaygı
Maddeye yenildi sevgiyle saygı
Kardeşlik denilen o ulvi duygu
Bencillik narında yanıyor Baba
Saklı gizli değil, gün gibi ayan
Cana kastediyor canımsın diyen
Dost bilip dostuna ömür adayan
Enayi yerine konuyor Baba
Hakk için mazlumun gönlüne giren
Var mı; hani nerde, o sırra eren
Atasına Fatiha’yı çok gören
İblisi rahmetle anıyor Baba
Nefis iradeye hâkim olalı
Fazilet insanın kaybolan malı
Bozkırda yetişen mercimek dalı
Kendisini çınar sanıyor Baba
Dilinden düşmezse “Eyvallah” “Peki”
Baş tacı olursun; Adalet ne ki
Ne kadar ağırmış insanın yükü
Dem be dem omzuma biniyor Baba.