YAŞAR AKGÜL’ÜN
‘‘YENİ YAZIYLA SÖYLENMİŞ ESKİ TÜRKÇE ŞİİRLER’’
KİTABINDAN ALINTILAR
MUSTAFA IŞIK
Allah Benden Razı Olsun Ben Razıyım Allah’tan…
Ben tanrının yerinde olsam, bütün AVM’leri infak ederdim.
Mahşer günü elinde bulunan görüntülerimi
Kimselere gösterme Rab’ım gözünü seveyim
Kara kaplı defterimi göstermesem olmaz mı?
Bunca yıllık kulunum hatırım sayılmaz mı?
Tanrım seni nerede görsem tanırım.
Allah’ım neden bu kadar iyiyim ben
Beni de mi alacaksın yoksa yanına.
Darülharpten geliyorum, harflerin selamı var.
Bizim bu günahımız ne çok su götürür
Abdest almaya gitsek bizi susuz getirir.
Ne çoktu alışveriş ne kadar da az şükür
Ne kadar da azdı dua, çimento ve demir.
Kur’an’ı açmamıştık, evimiz tarumardı.
Işıklar içinde uyuyacaktım, ışıkta da uyunmaz ki sevgilim!
Camilerle cemaatin hep önünden geçerdik.
Biz altmış beş yaş üstüler, günah çıkarmadaydı.
Ey her sabah her sabah, beni canlandıran Allah!
Seni dünya gözüyle canlandıramadım Allah!
Kalp kalbe karşıdır derler, ne güzel yarsın Allah!
Babamızı en çok namaz kılarken severdik.
Korkma, Allah bizimledir ve küfür tek millettir.
Anın içün yalvarma hiç öpmem kara gözlerinden
Karanlık yerlerinden kar beyaz göğüslerinden.
Bizler fakirdik belki ama kafiyemiz zengindi.
Eskilerin tabiriyle, namusuyla geçinen hayat kadınlarından.
Her Şehr-i Ramazan’da Çağrı gelir şehrimize
Hem ağlarız gizli gizli hem izleriz, sevaptır.
Doğarken bir süre vermişlerdi kimseler hatırlar mı?
Mis gibi tütün kokuyordu tarih, ateşi olan var mı?
Bir elimde Fuzuli, bir elimde Sezai / Umurumda mı Leyla
Güneş dürüldüğünde, gün söndürüldüğünde
Dağlar yürütüldüğünde, yıldızlar söndüğünde ...
Servilerin altında serin serin yatıyorsun hayat sana güzel baba!
İsmi lazım değil emlakçının biri aklına girmiş
Bir Kızıl Elma’ya mı ne satmış bizi
Babam da bana çekmiş çok temizmiş kalbi
Cennetten çıkar çıkmaz kartpostal gibi
Yeşil panjurlu ev var ya bizimdi
Mutlu mesut yaşıyorduk, hazır sesimizden olduk
Muhacirdik nasıl olsa güle güle kovulduk.
Anlaşıldı uzun bir gece olacak: Selamünaleyküm sevgilim!
Geçtik fena denizinden, hadi hatim indirelim.
Bütün kamyonların alınyazısıdır / Allah’ın dediği ölür.
Bir daha gelirsem iki olsun dünyaya.
iz dünyanın cemaziyelevvelini biliriz.
Sebebi ziyaretimiz bir karelik hazandı.
Üç vakte kadar kalbim makinalar duracak.
Bir arkadaşa bakıp çıkacaktım dünyadan.
İki yakası bir araya gelmiyor İstanbul’un.
Allah’ı çok seviyorum, Kur’an’a el basarım.
Ekmek Mushaf çarpsın ki, Sûra üfleyecekti İsrafil.
Medine’sizsiniz ey medeniyetsizsiniz!
Meymenetsizsiniz ey merhametsizsiniz!
Muhammed’sizsiniz ey muhabbetsizsiniz!
KINAMAK MI KINA YAKMAK MI GÜZEL?
MEHMET ALİ ABAKAY
İnsan, kimi zaman sevincini farklı şekilde ifade eder. Düğünlerde, bayramlarda elin kınalanması gibi. Çocuktuk, avuçlarımıza madenî para bastırılır, kına sürülürdü. Bu kızlar için en az çeyrek altınla olurdu da erkekler için uygun görülmezdi.
Damadın eline kına yakılması farklıydı. El ayasının yarısı dikey kınalanırken gelinde parmaklar, tırnakları içine alacak kadar, el ayasıyla kınalanırdı.
Vatan savunması için uğurlanan kınalı kuzuları hatırlamadan olmaz, bu arada. Baştan alna düşen bir tutam saç, kınalanırken kınalı koçların kurban edilmesi akla getirilir, İbrahim Peygamberin oğlu İsmail'i hatırlatır.
Kınalı kuzular, bundan manasını alır, hatırlatmak gerek.
Kınanın, gün boyu tarlada-bağda- bahçede çalışırken çatlayan ellerine ve ayak topuklarına iltihap kurutucu olarak yaygınlığı da bilinenlerdendir.
Yaşlıların saçlarını, saç örüklerini kınaladığını biliyoruz, tanıklık ettik.
Kınayı daha çok Hindistan'dan bilirdik, kirli yeşilimsi. Bir de taş kınasını ögrendik, kimi kayalardaki bitkilerin kuruyan tortusundan.
Hayvan otlatırken, küçük çakımızla tırtıklardık, kayaların üst kenarlarındaki yeşilimsi, kısmen taşlaşmış ince tabakayı.
Şimdiki vatanını savunanlar, kına yakmaya zaman bulamıyor. Gidecekleri yerler, uzak değil, yaşam alanlarında toprağa düşer, bedenleri. O bedenler ki tümüyle yekpare değildir, parçalanmış şekilde.
Kendi topraklarında can veren bedenleri görmezlikten gelmenin insanlıkla alakası yok, bunun var olduğunu ifade doğrudan insanî vasıflardan uzak düşmektir. Kınalı kuzular, on sekizini bulmuş ya da bulmamış erkek çocuklardı. Kimi zaman kızların da kınalı kuzu olduğunu, savunma amaçlı kınalı kuzularla omuz omuza çarpıştığını okuduk, kitaplardan. Yaşlılardan dinledik, hikâyelerini.
Kınama konulu yazıyı kaleme alırken kına yakan kimilerinin sevinçten dört köşe olmalarını tenkit etmiştik.
Meğer, kınanacak bir yazıya imza atmışız, yerinde oturarak, elini sıcak ve soğuk suya bırakmadan ahkâm kesenleri eleştirdiğimiz için.
Bizim tövbe etmemiz gerektiğini buyuranlar oldu, bir elin parmağı kadar.
Onlar Arap’tı, kökence Fenikeli. Onları milletinden olanlar korumuyorken bize ne?
Onlar Asurî, bizim ekmek teknemizi kuruttular. Çözümlerini kendileri bulsunlar.
Onlar Berberî. Ne hâlleri varsa görsünler... Liderleri, bir başkasını devirince kendisinin devrilmesi de kaçınılmazdır.
Iraktakiler apayrı âlem. Sattıkları petrolün parası başka hesaba yatırılır, büyük kesinti sonrası ellerine ne verilirse ona razı olmalılar, global kural bu.
Onların çoğu gayr-î müslim. Zaten paramparçadırlar.
Onlar, kahvenin geldiği diyardan. Onlar sebebiyle yüzbinlerce asker kaybettik, yetmez mi? Halen Hûş aklımızdan geçmedi!..
Daha birçok bayrağı ve kaderi birbirine benzeyen, sadece kınamayan ülkeleri yazmadık.
Kime karşı kimi kınıyoruz? Kınadıklarımız kim? Niçin kınıyoruz? Kınadıklarımız, bizi ciddîye alıyor mu? Kınadıklarımız, bizden çekiniyor mu? Kınamak ve kınanmak güzeldir.
Belli bir amaç için kına yakma da önemlidir, bilenin nazarında. Kınamayanlar, çekimser olanlar" Kına yaksın!.." dersek, yine kınar mı, kınadıklarımız? Kına yakacak olanlar kalmadı, oldukça az. Kınayanlar kına yakacaklarsa o da zaman ve mekân yönüyle belirsizdir.
BAKMAZ MISIN
BAHATTİN BULUT
Muazzam yarattı Allah bu dünyayı
Ne ay güneşi geçer ne güneş ayı
Nasıl dikmiş sütunsuz yedi semayı
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
Gündüz yörüngesinde yüzer bir başka
Gece sükûnete bürünür, bambaşka
Yıldızlar geceleri bir bir gelirler aşka
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
Ne bir dengesizlik bulursun ne eğrilik
Kâinatta ne bir çatlak var ne bir gedik
Şu koca dağların başları daima dimdik
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
Şarıl şarıl akan nehirler bitmez mi bitmez
Onun emri olmadan bir tel ot dahi bitmez
Şu koca sema hep duruyor, bir yere gitmez
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
İlkahlarda sayısız nebatat rengarenk tüter
Binlerce kuş lisanı hal ile onu zikredip öter
Koca kayaların içinde yemyeşil otlar biter
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
Her sabah güneş sönmeksizin ışıldar
Yumurtanın içindeki civciv Sani’ni fısıldar
Hayvanat lisanı hal ile Xaliqizülcelali mırıldar
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
Allah’ın "Kün" emriyle her şey vücuda gelir
Tüm başlar sadece ve sadece ona eğilir
Koskoca asırlar onun izniyle devrilir
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
Mevsimler bir bahara döner, bir kışa, bir güze
Ne gündüz geceye döner ne gece gündüze
Onun kahhar ismiyle zalimler hep gelir dize
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
Onun bir emriyle her şey fena bulacak
Zat ve cemalinin kendisi baki kalacak
Ukbada zihayatlar izniyle ihya olacak
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
Eceli geldi mi zihayatlar mevt şerbetin içecek
Sırası gelenler bu diyardan bir bir göçecek
Yevmilukbada herkes ne ektiyse onu biçecek
Başını kaldırıp da bir bakmaz mısın?
BİLİNMEYENE DOĞRU
RABİA ASLAN
Bir yola çıktık
Yolda dikenli teller
Kararmış kalpler
Çirkin gülüşler
Hedefsiz günler
Yorulmuş bedenler
Amaçsız beyinler
Yolda ölmüş bedenler
Kokuşmuş düşünceler
Kömürleşmiş zihniyetler
Kirli pencereler
Solmuş yeşillikler
Samimiyetsiz samimiler
Dikenli teller, zehirli sözler
Çirkin gülüşler, imalı mimikler
Kararmış günler
Yorulmuş bedenler
Kirlenmiş zihinler
Bilgisiz bilgeler, körelmiş bilgiler
Korkulu günler , aydınlıkta gölgeler
Kan çanağı gözler
Ruh değiştiren bedenler
Kalıplaşmış zihniyetler
Yoruldu yürekler
Bitmeyen çekişmeler
Yitirilen sevgiler
Yürütülemeyen ilişkiler
Bir yol yürüyoruz bilinmeyene doğru .
MEĞER ATASÖZLERİ DE YANILIRMIŞ: GAZZE’DE İNSANLIK ÖLÜYOR
ATİLLA GÜNEY
“Şimdiye kadar kim acından ölmüş?” demişlerdi ya… Meğer atasözleri de yanılırmış. Çünkü bugün Gazze’de çocuklar, kadınlar, yaşlılar; göz göre göre, dünyanın orta yerinde, hem de Ortadoğu gibi bereketli topraklarda açlıktan ölüyorlar. Sadece açlıktan mı? Hayır. Zulümden, bombalardan, susuzluktan, ilgisizlikten, sessizlikten ölüyorlar.
Bugün Gazze’de olup bitenler, sadece savaş değil. Bu yaşananlar, insanlığın çöküşüdür. Bir milletin göz göre göre yok oluşuna sessiz kalmak, belki de tarihin en kara lekesidir. Ne yazık ki hiçbir ülke rahatını bozmak istemiyor. Kimse, evinden sofradan, makamından, ticaretinden feragat etmeye yanaşmıyor.
Ama şunu unutmayalım: Bugün onlara, yarın bize. Eğer birlik olmazsak, kardeşliğimizi, inancımızı ve vicdanımızı korumazsak; bir gün aynı akıbet bizim de kapımızı çalabilir. Hele ki bu çağda… Sevginin, merhametin, saygının, adaletin, şükrün, bereketin rafa kaldırıldığı; erdemlerin alay konusu edildiği bu karanlık zaman diliminde… Belki de insanlık tarihinin en utanç verici dönemini yaşıyoruz.
Filistinli, Gazzeli mazlumlara reva görülen bu zulmü ne Yahudi savunuyor, ne Hristiyan… Ortak vicdan, ortak ahlak buna isyan ediyor. Ama “Müslüman” olduğunu iddia eden nice yönetici, nice sermaye sahibi, ne yazık ki keyfini bozmamak için susuyor. Eğer Müslüman ülkeler yalnızca ticareti kesseydi, yalnızca bu siyonist düzene karşı dik dursaydı, inanın o zalimler geri adım atardı. Ama olmadı. Cesaret yetmedi. İman kifayetsiz kaldı. İrade suskunlaştı.
Oysa savaşın da bir ahlakı vardır. Selahaddin Eyyubi’ye bakın! Düşmanı hastayken, “Ben hasta biriyle savaşmam.” diyerek, kendi hekimini düşmanına gönderen bir adalet anlayışı vardı. Bugün o anlayış nerede? Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken, anneler evlatlarının başında yürekleriyle ağlarken; biz sabah kahvaltısında on çeşit arasında ne yiyeceğimizi seçemiyoruz. Beğenmediğimiz yemekleri çöpe atıyor, şükretmeyi unutuyoruz.
Yemek var ama bereket yok. Para var ama vicdan yok. İktidar var ama adalet yok. Dilimizde iman var ama kalbimizde merhamet yok. Ahlak çöküyor, insanlık çürüyor. Üstelik bunu izliyoruz. Seyrediyoruz. Sessiz kalıyoruz.
Peki ya yarın? Allah’ın huzuruna vardığımızda ne diyeceğiz?
Ya Rabbi, biz Müslümandık… Elimiz, dilimiz, gücümüz vardı. Ama biz ne Gazze’ye el uzattık ne zalime dur dedik. Hatta zalimin cebine para koyduk. Ticaret yaptık. Gülerek sofralar kurduk. Unuttuk Gazze’yi…
Allah sorarsa “Ey kulum, sen yöneticiydin, sen zengindin, sen kalem sahibiydin… Sen neden bu mazlumlara yardım etmedin?” Ne cevap vereceğiz?
Bari şimdi… Hiç değilse şimdi… Kafamızı kaldıralım. İmanımıza sarılalım. Siyonizme karşı dimdik bir duruş gösterelim. Dua edelim, ses verelim, protesto edelim, yardıma koşalım, ticaretimizi keselim… Vicdanımıza sahip çıkalım ki…
Yarın Allah’ın huzurunda yüzümüz kara olmasın.
ELİM ELİM ÖPELEK
RESUL BAYRAKTAR
Artık b/ölebiliriz bu pastadan
Ya herkes zehirlenir
Ya da bir mum karanlıkta kalır yine
Hayır hayır sen korkma
Kaldığımız yerden tekrar izleyeceğiz
Aynı b/ölümden, karanlıktan, aydınlıktan
Gülmekten, ağlamaktan
Haydi bir dilim d/aha! Acılar karavana
Yine büyüdü bak gençliğim
Önce v/ahlarından, sonra aklarından tel tel
Dökülerek büyüdü ki
Sen gel de bir de bana sor
Büyüyene kadar ne kadar b/ölünmüş kelime
Kuşandı dilimde ve kaç gece sayıklayıp
Yıpranmış ses tellerimden
Elim elim öpelek türküsü tutturdum
Sonra ne mi oldu?
Burada ışıklar tek tek söndü
Bu d/evin bir kalbi yok dediler
Kelimeyi harflerinden s/oyarken
Geçmişimden hesap soruyorum şimdi
Yarası var kabuğu yok ama biz ölemezdik
Bir kırkikindi vakti aniden yaşamak zorundaydık
Aynı acıdan ölçüp biçip, bir yaranın anatomisinden kase kase içip
İzinsiz asla ölemezdik
Müslümanız elhamdülillah.
Hayatın kamburundan düşe kalka
Müslümanız! Azız özüz ama biriz
Gerektiğinde bir ıslıkla birleşiriz
Yine de kırk yılda bir geliyor aklımıza
Kıyam/et.
Şimdi bak dizine yatsam
S/on kez b/aksam gözlerine doymasam
Bir kez daha f/eleğin çemberinden
Lime lime geçsem, s/az olsam s/öz olsam
Bilmiyorum biter mi bu sancı
Sen de amma yaptın h/iç ağlar mı insan
Daha bir dilim pasta yiyeceğiz
Gülüp eğleneceğiz b/ölüşeceğiz
Bak yine aynı kelimenin içinde defaten çarpıştık
Hepimiz sevebiliriz, hepimiz ölebiliriz
Mutluyuz sonuçta.
Yine herkesin birbirini uğurladığı mutsuz bir gün
Ve ben bilmiyorum.
S/aymadım bu kaçıncı şiirim anne.
ORMANLARI YAKTILAR
KENAN SÜKUT
Yurdun dört yanını sardı alevler
Yanıyor ormanlar. Yanıyor canlar
Siyaha büründü Yeşil ağaçlar
Yakanı da yaksın yüce Allah’ım
Hayvanlar bağıra bağıra yandı
Feryadı figanı dünyayı sardı
Geriye sadece külleri kaldı
Yakanı da yaksın yüce Allah’ım
İtfaiye afat canla çalıştı
Helikopter uçak geldi yetişti
Köylü traktörle yangına koştu
Yakanı da yaksın yüce Allah’ım
Tek yürek olmuştu bütün insanlar
Çalışana geldi sular ayranlar
Köylerde gözleme yaptı kadınlar
Yakanı da yaksın yüce Allah’ım
Nasıl kıydın yaktın ula vicdansız
O kadar canlıyı yok ettin kansız
Yaşar mı insan hayvan ormansız
Yakanı da yaksın yüce Allah’ım
Yeşilin yerini bozkırlar aldı
Sessiz patiler de yuvasız kaldı
Yürekler sızladı ciğerler yandı
Yakanı da yaksın yüce Allah’ım!
KÜLE DÖNMÜŞ BİR NESİL
MUSTAFA AYYÜREK
(GAZZEYE - UMUDU KALMAMIŞ HER YERE)
Gecenin tenha bir saati, yüreğimin adı konulmamış endişe dolu odasında kandil, ölmeyi bekleyen bir kuş gibi titredi. Kan demiyorum da kandil diyorum, çünkü her ikisinin rengi de şekli de birbirine karışmış durumda. Gazze dedim… Gazze dediler… Filistin dedim, sustular. İşte bize Filistin. Başlangıçta daha doğrusu en başta sadece bir sözcük kadar uzaktı bize, sonra kulağımız belirsiz sayılarla onu işitmeye başladı, sonra gözümüzün ta içine düşerken… Filistin, Gazze, Arakan, Keşmir, Uygur Bölgesi, Kuzey Irak… Türkler, Araplar, Çeçenler, Afganlar, Ukrayna… En çok da Kürtler… Kalbimiz acılarla doldu. Kalbim sancı dolu. Sonra yandım. Sonra alıştım. Biz hepimiz tokat yemeye, mağlup olmaya… İşte mesele tam da burada başladı. Yanarken alışmak. Kaybederken izlemek. İşte en aşağılık durum. Demek biz İbrahim değiliz, hiç olamadık…
İnsan, bir ölüye kaç kez bakarken ya da kaç ölüye bir kez bakarken alışır, hiç düşündünüz mü? Aynı görüntü kaç kez akar ana ekranlardan da hissizlikle geçer gider yanından? Bugün bizim göz kapaklarımız kapanmıyor ama bu uykusuzluk bir uyanıklık değil ki! Bu en başta bir duygusuzluk nöbeti. Atar bir damarın kesilip sessizce içeriye kan doldurması gibi. Acı artık dışarı sızmıyor. İçimizde şişip şişip harlanıyor. Gazze… Gazze sadece bir haber bülteni değil o içimizde yankılanan kısık bir çığlık ama ne gariptir ki kendine bile hayrı olamayan, hiçbir yere ulaşamayan bir çığlık.
Şehirler suskun. Evler boş. Sokaklar sessiz. Camiler soğuk. Ama… Ama sosyal medya kaynıyor, Annesinin kucağında elinde oyuncakla vurulmuş bir çocuğun son nefesi kadar sıcak olmadan! Herkes bir şeyler yazıyor… Ben, sen, o, biz, siz, hepimiz ama kimse hiçbir şey yapmıyor. Kalpsiz bir şekilde dua ediyoruz. Paylaşıyoruz… Kalem dermasız. Birinin bir zalime yumruk atacak cesareti yokken, parmağını telefona bastırmakla kendini mücahit sanan bir çağdayız. İmamesi olmayan tesbih taneleri dağılmadan önce vicdanlarımız dağıldı.
Ama mesele sadece Filistin değil ki. Konuyu bu kadar sığlaştırmak akıl almaz bir tutulma. Annesine küs bir adamın Kudüs’e gözyaşı dökmesi çelişkidir. Kardeşine sırtını dönen bir abinin/ablanın Mescid-i Aksa için slogan atması acayipliktir. Evinde adalet olmayanın, dünyada adalet arayışı komikliktir. Bu büyük bir ironidir… Bir inkardır, içsel bir yalandır. Biz asla mazlumun yanında olmadık; mazlumun acısıyla kendi vicdansızlığımızı unutturuyoruz hepsi bu. Bu yüklü acının içinde kendi kurtuluşumuzu arıyoruz, acıya merhem olmadan.
Ne zaman ki masum bir çocuk ölse, ekranlara yeni bir hikâye yansıyor. Acılar pirim yapıyor. Dünyanın gündemi Gazze olması gerekirken, biz hâlâ kendi iç çatışmalarımıza esiriz. Bahçesi bahar görmeyen, aksine orada kaosu yaşayan, dünyaya düzen getirebilir mi? Seccadeye düşen gözyaşı sadece onun hesabına uygunken, melekleri yardıma çağırabilir mi? Allah’a öfkeli, hayata kırgın, kimliğini bulamamış, geçmişine saplanmış, geleceğinden bihaber bir neslin Kudüs sevdası ne kadar sahici olabilir, hiç düşündün mü?
Biz sesimizi yükseltmiyoruz ki, sesimizden utanıyoruz. O yüzden bizim yerimize Gayrimüslimler haykırıyor. Ufukları onların ağlayışı delip geçiyor Çünkü onların utancı, bizim alışkanlığımızdan daha gür bir sada olarak dağlardan düzlüklere doğru yayılıyor. Onlar acıya şaşırıyor, biz ise alışıyoruz. Onlar öfkeyle sokaklara dökülüyor, biz soğukkanlı şekilde ekranı kaydırıyoruz. Ve sonra o garip kompleks başlıyor: “Neden onların sesi duyuluyor da bizimki duyulmuyor? Neden gündemi bizim yerimize onlar belirliyor?” Çünkü biz şımarık çocuklar gibi sadece gürültü yapıyoruz.
İslam dünyası, Tolkien’in bahsettiği kasvet ormanına dönmüş durumda. Her ağacı, her çiçeğin, her bitkinin kökü çürük, dalı kırık, yaprağı dökülmüş. Hepsi ama neredeyse hepsi örümcek yuvası. Güneşe sırtımızı döndüğümüz için, yağmur yağarken avuçlarımızı açmadığımız için hakikat bize sırtını dönmüş vaziyette. Müslümanlık kimliğimiz değil, omuzlarımızı büken bir yük olmuş... Hakikat değil, sadece aidiyet. Oysa iman, önce insanı kendi içindeki cehennemle yüzleştirirdi. Var mı içimizde aynada kendine bakabilen? Kaçıyoruz. Kimliğimizden, Aidiyetimizden. Kendimizden. Sığınacak liman Gazze’dir gibi hissediyoruz. O da kaçışımızın kurbanı oluyor.
İşte tam burada yeniden başlamak gerek. Çürümüş aile ilişkilerinden, samimiyetsiz dostluklardan, olan kırık bağlarımızdan, vicdanımızı uyuşturan haz alışkanlıklarımızdan başlayarak… Evinin içinde barışı kuramayan, dünyanın hiçbir yerinde adaletten bahsedemez. Kendini affetmeyen, başkasını merhametle kuşatmayan biri için zulme direnmek sadece kelime oyunudur.
Kendi karanlığını aydınlatmadan başkasının karanlığına fener tutamaz. Yine de biz karanlıkla konuşuyoruz. Ses var, ama ışık yok. Ve ışık olmadan hiçbir ses yol bulamaz, yol gösteremez.
Belki de önce durmalı. Sessizce, derin bir nefes almalı. Kalbimizin içini açıp, böğrümüzü delip “Ben ne yapıyorum?” demeli. Herkes bir kişilik devrimi yaşasa, kıyım son bulup belki bir kıyam mümkün olabilir. Oysa kıyımın uzağında, içimizden akan karanlığı bile tanıyamadan yaşıyoruz.
Gazze mi?
Evet, yanıyor.
Ama biz çoktan küle döndük.
KOŞAR GELİRİM
MEVLÜT EŞGÜNOĞLU
Ey güzeller güzeli bütün yüce dağları
Yeter ki çağırıver aşar gelirim sana
Üzgün üzgün ararım bahçeleri bağları
Neredesin yâr söyle koşar gelirim sana
Aklım ile bu gönlüm durmayıp kavga eder
Biri başa gelince diğeri sessiz gider
Her hangi bir şekilde bana bir haber gönder
Coşkunca bir sel olup taşar gelirim sana
Kimse zarar görmemiş saygıdan muhabbetten
Gönüller mesrur olur nezaket zarafetten
Eğer haber alırsam geldiğini gurbetten
Mutluluktan uçarak coşar gelirim sana
Allah'ın emri ile evet dersen sen bana
Kurda kuşa böceğe seslenirim her yana
Dünyalar benim olur can katarsın bu cana
Sevinerek peşine düşer gelirim sana
Şikâyetçi olmasın kimse dil ile dişten
Allah'ım ayırmasın kimseyi güzel eşten
Benim için ey güzel değerlisin her işten
Elimdeki işleri boşar gelirim sana
Yaradan’a inancın olsun güçlü silahın
Bir gün hesabı vardır sevap ile günahın
Benden önce gidersen huzuruna Allah'ın
Elimle mezarımı eşer gelirim sana.