Mavi Şehrin Kalemleri

BU YUVA HEPİMİZİN

YELİZ BÜLBÜL

Telefon elimde, evin içinde dört dönüyordum. Günlerdir “Atandım mı? Atanmadım mı?” diye kendime sormaktan bıkmamıştım çünkü öğretmen olmak tek hayalimdi…

Telefonuma gelen mesaj sesiyle olduğum yerde kalakaldım, yıllardır beklediğim an belki de gelmişti… Heyecanla gelen mesaja baktım, mesajda “Atandım.” yazıyordu. Arkadaşım için mutlu olmuştum ama hâlâ bana bir haber gelmediği için de tedirginliğim giderek artıyordu. Acaba ben de atanmış mıydım? Sonucuma bakmak için bilgisayarımı açarken ellerim tir tir titriyordu. Önümde duran yazıyı defalarca okuyordum ama bir türlü inanamıyordum, sonunda atanmıştım. Mutluluktan gözlerimden yaşlar akıyordu… Bunun üzerine bir de MEB’den “Yuva İlkokulu’na sınıf öğretmeni olarak atandınız.” mesajını alınca sevincim bin kat daha arttı. Sanki dünyalar benim olmuştu. Artık öğretmen olabilecektim… Hemen öğrencilerime kavuşmak, onlara sımsıkı sarılmak istiyordum… Her birini şimdiden seviyordum…

Heyecanım yatışır yatışmaz işe koyuldum, hemen o okulda daha önce çalışan öğretmenlerle irtibata geçmeye çalıştım. Benden önce görev yapan öğretmene ulaşabilmiştim. Başka bir okula tayini çıktığı için ayrıldığını, okulda tek öğretmen olacağımı, belki yanıma birinin daha gelebileceğini söyledi. Ardından da,

“Rahat edersin hocam, çocukların çoğu zaten okula gelmez, devamsızlıklarını girmezsin, formaliteden sınav yaparsın, hepsini mezun edersin. Kafan rahat olur, para biriktirir, dönersin memleketine. Zaman su gibi akıp geçer meraklanma.” diye ekledi.

“Nasıl yani? Çocuklar okula gelmiyorlar mı?”

“Aileleri göndermiyor, isteseler de gelemezler yani korkma.”

“Neden korkacağım anlamadım? Ben bütün çocukların okula gelmelerini isterim, asıl okula gelmeyecek olmalarından korkarım.”

“Zaten küçük bir köy, fazla çocuk da yok. Aileleri göndermek istemeyince zorla gidip çocukları alamıyorsun.”

Öğretmenin anlattıkları bir hayli ilginçti, “Ya gerçekten çocuklar okula gelmezlerse?” diye düşünmekten kendimi alamıyordum, başka bir öğretmen de olmayabilirmiş, o zaman tek başıma ne yapacaktım? Okulsuz öğrenci olurdu ama öğrencisiz okul olmazdı… Biraz moralim bozulmuştu ama umutsuzluğa asla kapılmayacaktım. “Gerekirse kapı kapı dolaşıp çocukları tek

 tek okula getiririm.” diye geçirdim içimden. Sonra üniversitedeki bir öğretmenimin sözü geldi aklıma: “Öğretmen isterse gökteki yıldızları bile aşağıya indirir.” demişti. Evet ben de kuşlarımı yuvalarına getirmeliydim. Ne güzel bir isimdi “Yuva İlkokulu…” Yuva da okul da eğitim ve öğretimin yapıldığı yerler demekti ama “Yuva” ismi bu yeri sıcacık, sevgi dolu yapıyordu. Şimdi hatırlıyorum da yıllar önce Sait Faik Abasıyanık’ın kitabını okurken “İnsanın kendi yuvasından daha sıcak ve samimi hiçbir yer olamazdı.” sözünün altını çizmiştim. Sonra Can Yücel’in “Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.” sözünü de çok severdim. Aklıma gelen bu sözler, bana yeni yuvamda yol gösterecekti çünkü “Öğretmen olmak” en başta gülümsemeyi ve sevgiyle her öğrenciyi kucaklamayı gerektiriyordu. Okulda bu sevgi dolu ortamı yaratabilmek için elimden gelenin fazlasını yapacaktım.

Beklenen gün gelmişti, atandığım şehre gidiyordum, içimde bir burukluk vardı. İlk kez ailemden, arkadaşlarımdan ve yuvamdan ayrılıyordum. Bir yandan da bir an önce görevime başlamak için sabırsızlanıyordum ama yine de göz yaşlarıma engel olamamıştım. Büyük babam ağladığımı görünce, “Keşke her ayrılık böyle olsa muallime hanım, bak gör oraya gittiğinde talebelerinden ayrılmak istemeyeceksin, buraya temelli dönüşünde de onlar için gözyaşı dökeceksin.” dedi. Belki de haklıydı… Herkese tek tek sarılıp vedalaştıktan sonra otobüsüm otogardan yavaş yavaş ayrıldı.

Şehrin merkezine vardığımda, ilçeye gitmek için bir minibüse bindim. Nihayet öğretmen evine varmıştım ama yol boyunca gördüklerim, beni hayrete düşürmüştü. Her yerde tomalar, kirpiler, sokaklarda, çatılarda silahlı askerler vardı… Minibüs şoförü “Hocee! Öğretmen evi aha işte burası.” deyince kendime geldim, gördüklerim karşısında öyle korkmuştum ki donup kalmışım. Minibüs şoförü “Hocee inmeyecek misin?” diye sesleniyordu. Minibüste benim dışımda hiç kimsenin yüzünde, korku ve tedirginlik ifadesi yoktu. “Abi görmüyor musun? Burada savaş çıkmış, beni burada nasıl indirirsin?” diye sorunca, “Hiç güleceğim yoktu hocee, zamanla alışırsın, buralar hep böyledir, o gördüklerin güvenlik için. Savaş mavaş çıktığı yok. Sen yeni atandın galiba, hadi hayırlı olsun, başım gözüm üstüne hocee.” dedi. Çekine çekine minibüsten indim, önüme çıkan bir askere, “Savaş mı çıktı?” diye sormaktan da kendimi alıkoyamadım. Asker, “Hocam, güvenlik için ilçede toma da kirpi de çok görürsün, korkma savaş falan yok.” dedi. Sonunda biraz rahatlamıştım, öğretmen evine gidip yerleştim ama gece boyunca heyecandan uyuyamadım. Sabah olmasını iple çekiyordum çünkü okulumu görmek için sabırsızlanıyordum.

 Sabah olduğunda, hızlıca kahvaltımı yapıp okulun yolunu tuttum ama okula gitmek için ne bir minibüs ne de bir otobüs vardı. Nasıl bir yerdi burası, nasıl gidecektim okula? Görünürde taksi de yoktu. Bir oraya bir buraya koşturuyordum, neredeyse çıldırmak üzereydim, yaşlı bir amca yanıma yaklaşıp “Kızım ne arıyorsun?” diye sordu. “Taksi arıyorum amca.” deyince beni taksi durağına götürdü. Sonra da durağın az ilerisindeki çay evinin önüne oturdu. “Allah Allah…” dedim kendi kendime, “Buradaki arabalar hiç taksi gibi sarı ve T plaka değiller…”

“Hocee hoş gelmişsen, taksi mi lazım?”

“Evet taksi arıyorum, Yuva İlkokulu’na gideceğim, 35 km falanmış sanırım buraya uzaklığı ama taksi yok.”

“Hocee nasıl yok? Aha işte taksi.”

Adam önümde duran gri arabayı gösteriyordu.

“Abi böyle taksi mi olur? Sağ ol, ben kimsenin özel arabasıyla gidemem.” “Hocee taksidir, vallahi billahi taksidir, kuran taksidir.”

Ne yapacağımı bilmiyordum, adamın doğru söylediğini nereden bilebilirdim ki? Sonra yaşlı amca yanıma gelip “Kızım, taksiler burada böyledir, bundan başka oraya gidecek araç yok.” deyince gri taksiye bindim ve köye ulaştım. Borcumun ne kadar olduğunu sordum. Taksi şoförü de “30 TL hoca, yoksa önemli değil, sen yeni atanmışsın, teee nerelerden gelmişsin, hem sen daha maaşını bile almamışsındır.” dedi. “Olmaz öyle şey abi, sağ ol.” dedim, zorla çıkarıp parayı uzattım. Ardından köyün muhtarını buldum ve birlikte okula gittik.

Okul çok ıssız bir yerdeydi, duvarları boyasız, ahşap pencerelerinin yağlı boyaları atmış, bahçesini baştan aşağı ot bürümüştü, sanki terk edilmiş perili bir köşk gibiydi. Bu kadar bakımsız, sevimsiz ve belki de ürkütücü gözüken bir yere çocukların gelmemesi çok normaldi. Evet, iş başa düşmüştü, çocukların aileleriyle görüşmeye başlamadan önce okulu biraz olsun güzelleştirmeliydim. Muhtar amcadan zorunlu eğitim çağındaki çocukların ev adreslerini ve telefon numaralarını istedim. Ertesi gün okula, elimde boyalar, fırçalarla geldim. Önce bahçedeki otları yolmakla işe başladım. Beni gören muhtar amca, “Hoca hanım ne yapıyorsun? Sen bırak, ben gençleri çağırırım, onlar yapar.” dedi. Gerçekten de kısa bir süre içinde, okulun bahçesinde köyün gençleri toplanmıştı. Karşımda dizilmiş, bana garip garip bakıyorlardı. Onları daha fazla merakta bırakmayıp ne yapmaya çalıştığımı güzelce anlattım. Ve hep birlikte çalışmaya başladık. Okul bahçesi tertemiz olmuştu, sonra gençler okulun dış cephesini beyaza boyadılar. Ben de duvarlara, renkli renkli çiçekler, böcekler, çizgi film karakterleri çizdim. Ardından sıraları bahçeye taşıyıp yağlı boyalarla boyadık, gençler pencerelerin her bir çerçevesini de farklı renge boyadılar. Biz bütün bu işleri yaparken okulun önünden geçen çocuklar da bize o kadar güzel, ışıl ışıl bakıyorlardı ki anlatamam. Tüm yorgunluğuma değmişti o gülen gözler…

Sonunda işimiz bitmişti, okul öyle sevimli görünüyordu ki ben bile yeniden öğrenci olmak istemiştim. Muhtar amcaya ve gençlere çok teşekkür ettim, yardım sever ve cana yakın tavırları karşısında çok mutlu olmuştum, tek başıma asla bu kadarını yapamazdım. Muhtar amca, öğrencilerin adres ve telefon listesini de getirmişti.

“Hoca ne yapacaksın bu liste ile?”

“Muhtar amca, tek tek evlere gideceğim. Ailelerle tanışıp çocuklarını okula göndermelerini isteyeceğim.”

“Gerçekten mi? Çok iyi yaparsın kızım ama istersen ben de seninle geleyim. Şimdi yabancısın, benimle gidersen daha kolay olur işin.”

Muhtar amcanın bu teklifini hemen kabul ettim, yanımda onu görürlerse beni kabul etmeleri daha kolay olabilirdi. Zaten çok minik bir köydü, toplam yirmi öğrenci vardı zorunlu eğitim çağında. Ertesi gün, muhtar amcayla, tek tek bütün evlerin kapılarını çalmaya başladık. İlk evden sonra tedirginliğim azalmış, kendime güvenim daha da gelmişti. Her aileye, çocuklarını neden okula göndermeleri gerektiğini, okulu köyün gençleri ile birlikte nasıl güzelleştirdiğimizi, öğretmenliği, çocukları ne kadar çok sevdiğimi, onların güvenini kazanmak için daha bir sürü şeyi heyecanla anlatıyordum. Öyle mutluydum, öyle mutluydular ki…

Ama bazı aileler de sıcak bakmıyorlardı çocuklarını okula göndermeye. Onlara göre okula gitmek zaman kaybıydı, çocukları tarlada, çapada çalışsınlar istiyorlardı. Onlara daha fazla dil dökmek zorunda kalıyordum, “İleride çocuğunuzla gurur duyan anne, babalar olmak istemez misiniz? Çocuğunuzun güzel bir hayatı olsun, kendi ayakları üzerinde dursun, istemez misiniz? Her anne, baba çocuğu için en iyisini ister, biliyorum sizler de istersiniz. Neden bir mühendis ya da bilim adamı olmasın sizin de çocuğunuz? Ya da neden bu köyün öğretmeni, doktoru bu köyün çocuklarından olmasın? Bırakın okula gelsinler. Bakın ben kilometrelerce uzaktan onlar için geldim, sizin çocuklarınız benim çocuklarım olacaklar, inanın buna. Burada, onlardan, sizlerden başka kimsem olmayacak.” diye uzun uzun bıkmadan konuşuyordum, önce söylediklerime itiraz etseler de sonra “Haklısın hoca hanım ama bir düşünelim.” diyorlardı, ben de “Pazartesi gelsinler okula.” diyordum.

Bütün evleri dolaştıktan sonra muhtar amcadan ayrılıp öğretmen evine gittim. Alışık olduğum yaşamdan çok farklıydı buradaki yaşam, insanlar… Çok karışık duygular içerisindeydim… Daha önce hiçbir öğretmenin bu ailelerin kapılarını çalmamış olmasına, onlarla tanışıp konuşmamasına inanamıyordum. Öğretmenlik, bir dükkânda müşteri beklemek gibi miydi acaba onlar için? Oysa okulu okul, öğretmeni de öğretmen yapan öğrencilerdi… Okulu bir yuvaya çevirmek öğretmenin işiydi… Bilmemek değil belki öğrenmemek bile değil ama öğretmemek ayıptı bence… İlk pazartesi, bir, iki aile dışında konuştuğum bütün aileler, çocuklarını okula yollamışlardı, çok mutluydum… Sonra o kalan aileler de gönderdiler çocuklarını… Koskocaman bir ailem olmuştu burada. Yuvamdan çok uzakta, yabancı bir diyarda, “Yuva İlkokulu” bana da öğrencilerime de sımsıcak bir yuva olmuştu. Bir yıl ne çabuk geçmişti…

Bir gün, başka okuldan nakil gelen 2. sınıf bir öğrencimi ağlarken ve elindeki Türk bayrağını buruştururken gördüm. Ona seslenince durdu. Hemen yanına yaklaşıp gözlerinin içine baktım, o da bana bakıyordu.

Karşımda duran minicik bir çocuktu ama bu konu çok önemliydi, bir ülkenin bayrağı, birlik ve beraberliğin sembolüydü. Bu ülke hepimizin en büyük yuvasıydı, birbirimize ön yargısız, kardeşlik duygusuyla yaklaşmalıydık. Hiçbir insan aynı maddi ve manevi şartlarda doğup büyümediği için herkesin kültürü, inanışı, doğru zannettiği şeyler aynı olmayabilirdi. Birbirimize saygı duymalıydık. Çünkü coğrafya insanın kaderi olabilirdi ama sağlam bir yuvanın temelinde birlik, beraberlik, sevgi ve saygı olmalıydı. Bütün farklılıklarımızla birbirimize sarılarak en büyük yuvamızın temelini daha da sağlamlaştırmalıydık. Bu coğrafyada yaşamaya başladığımdan beri buna benzer olaylar yaşamıştım, her seferinde karşımdaki çocuğa yuvanın anlamını, önemini anlatmıştım, yine öyle yapacaktım.

“Sen de döveceksin beni değil mi?” “Hayır.”

“Ya ne yapacaksın?”

“Önce neden bayrağımızı buruşturduğunu soracağım.”

“Arkadaşlarım bana “Kürt” deyip dövüyorlar. Biliyorum siz de döveceksiniz beni.” Çocuk hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, bayrak hâlâ avucunun içinde sıkılı duruyordu.

“Hayır, seni asla dövmem. Sen benim için değerlisin, sana neden zarar vereyim? Türk bayrağı da benim için değerli, ülkemizde yaşayan herkes için değerli olmalı bayrağımız. O bayrakta, ülkemiz uğruna canını vermiş Kürt’ün de Laz’ın da Çerkez’in de Pomak’ın da yani herkesin kanı var. Farklı yerlerden gelmiş olabiliriz, kökenimiz farklı olabilir ama bizi biz yapan bu bayraktır. Bu vatan sınırları içinde yaşayan herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır, Türk’tür. Elindeki bayrağa yaptığını görünce, seninle konuşmak istedim. Bu davranışı, sana yakıştıramadım ve çok üzüldüm. Vatanımız için babasız kalan bebeklere, ölen ninelerimize, dedelerimize saygısızlık bu, biliyor musun? Bu vatan hepimizi bir arada tutan en büyük yuvamız. Aynı bizim okulumuz gibi… Kökenimizin, nereli olduğumuzun bir önemi yok. Bu ülke, bu yuva hepimizin…”

Sözlerimi bitirdiğimde, öğrencim avucunda sıkılı tuttuğu bayrağı düzeltmeye çalışıyordu, utanmıştı ama bir yandan da haklıydı, yuvayı yuva yapan birlik ve beraberlik duygusundan yoksun bırakılmıştı. O daha bir çocuktu… Elimi yavaşça başının üzerine koyup saçlarını okşadım, öğrencim belime sarılıp tekrar ağlamaya başladı. Ona arkadaşlarıyla konuşacağımı ve bir daha bu yanlış davranışlarda bulunmamaları gerektiği konusunda onları uyaracağımı söyledim. Ve bütün öğrencilerimin bu konuda bilinçlenmelerini, farkındalık oluşturabilmelerini sağlamak için onlarla yaş düzeylerine göre özel projeler yaptım. Öğretmen olmak, sadece atandığın okulda akademik bilgiler vermek değildi, bir okulu yuvaya çevirebilmek demekti benim için ama artık bunun önemini daha da net bir şekilde kavramıştım.

Hayatımın en güzel günüydü… Öğretmenler gününde, bir öğretmene verilebilecek en güzel hediyeyi almıştım. Bütün öğrencilerim, okulun bahçesinde toplu bir halde durmuş bana bakıyorlardı. Sonra yavaş yavaş bir hareketlenme oldu, her biri arkalarında sakladıkları kartonları önlerine koyuyorlardı, sonunda ortaya çıkan yazıyı okuyunca, iyi ki öğretmen olmuşum dedim, iyi ki… Gözlerimden sevinç göz yaşları dökülürken bütün çocuklarım etrafımı sarmalamıştı. Hepsini kucaklayabilmek için kocaman açmıştım kollarımı… “Bu ülke, bu yuva hepimizin. Sizi çok seviyoruz sevgili öğretmenimiz.”

Zaman hızla akıp geçiyordu ve her şey yolundaydı Yuva İlkokulu’nda...

 

MERVE BEYAZ

CAN ÇEKİŞMELER

İnsan en çok evine koşuyor,

yalnızlığına.

ses gelmeyen duvarlarına dönüyor yüzünü

sarılıyor kimsesizliğine.

bir şey olmamış gibi gülümsüyor çoğu zaman,

herkes olmamışlara gülümser zaten.

 

insan en ağırını yükleyip,

gönderir en uzaklara.

uzaklardır halden anlayan,

uzaklardır bir türlü yakın olmayan.

bahar gelmiş, güz gelmiş değişmez.

acı her mevsimde acıdır.

 

güneşin doğuşu batışından daha fazla incitir insanı.

kim bilir bazen,

kim bilsin belki çoğu zaman...

 

bak yine can çekişmenin aydınlığı vurdu yüzlere

herkes birbirine çarpıp koştu yalnızlığına.

sarılmadı kimse kimseye. 

bir ikindi vakti düştü yine yolumuza

ellerimizi yüreğimizi birbirine bağlamalı

kaybolmalıyız

kaybolmalıyız

kaybolmalıyız

sahte gülücükler göndermeli saksıdaki çiçeklere

gerçekler görünmeyen yerlerin hakkı

gecelerin meselâ

bütün iç karışıklığın sebebi geceler

herkesin gerçeği gecede başka

gündüzde aynı

 

 

EROL ÇELİK

KADIN ERKEK

Nedir ki üstün demekten kastın?

Erkek kadından, kadın erkekten

İspatı var mı; kim demiş üstün?

Erkek kadından, kadın erkekten

 

Her biri farklı ayrı bir değer

Erkek dediğin kadından doğar

Hatadır, üstün diyorsan eğer

Erkek kadından, kadın erkekten

 

Erkek babaysa kadındır ana

Erkek evladı verendir sana

Üstün değildir diyorum yine

Erkek kadından, kadın erkekten

 

Bilinçli insan çok iyi bilir

Üstünlük ilim irfanla olur

Omuz verirse güç kuvvet alır

Erkek kadından, kadın erkekten

 

Tamamlar ikisi biri birini

El ele verir kurar yarını

Üstün diyemem biri birine

Erkek kadından kadın erkekten

 

Kadın dediğin bacımla kızım

Canım ciğerim kulağım gözüm

Üstün değildir, budur son sözüm

Erkek kadından kadın erkekten.

 

BERNA ÖNER

SEVGİLİ HALKIM

Sevgili Halkım,

 

İki kelamın belini de siz kırıp dillenin.

Dillenin de anlatın, yeryüzündeki çaresizliği.

Taberi'den çok şey işittim. Göz gördüğünü de işitirmiş. Surat ifademde öfkeli oluşun sakin hallerini taşıyorum.

İran mitolojisindeki Behmen değilim ben!

.. ne kahramanım, ne de kardeşimin intikamını güdüyorum.

Zaloğlu Rüstem de değilim, kimse tarafından yenilmeyen.  Gücümü İsfendiyar’dan aldığım doğrudur. Fakat Zal ailesinin hilesine halel gelmişte gücümle öldürülmüşlerdenim ben.

Ölenler diridir, Sevgili Halkım!

Sanatın sokaklarında diridir, evladına kızdığı için gece uyumayan bir anne vicdanı kadar diridir.

Ölenler diridir, Divan şairlerinden övgü beklemezler. Övgü olanların kendisidir.

Sevgili Halkım,

Bu sefer dillenirken, suçluluğu anlatın insanlığa.

Makamı, mevkii, kahramanlığı çokça duyduk deyin.

 

Sadaret makamına çokça beyit yazıldı.

Şirin dahi Hüsrev-i Pervizi'yi sevmiş.

Kimin haddine araftakilerden bahsetmek!

Kimin haddine ifrat ile tefrit arasında durup beklemek!

Kimin haddine!

Ferhad'ın öfkesini bilmem ben. Ne hisseder, ne hissetmiştir. Şahidi değilim bu hislerinin.

 

Bir hikaye de üçüncü kişi de değilim, vakıf değilim bu halel gelmişliğe.

 

Pervizi'nin sarayında Barbed olsaydım, uzaktan da olsa işitseydim Ferhad'ın efsane titreten meftunluğunu; hiç Pervizi için parmaklarımı keser miydim, kırar mıydım sazımı hiç!

 

Sevgili Halkım,

Ne yazsam, ne yazsam da durulsam.

Yunus'un göl durgunluğu olsam.

Bir durak bulsam Gazali'den.

Sussam, sussam; hiç konuşmdan susasam.

Susuzluğumu gidermek için yeniden yazsam, siz o zaman suçluluğu dillendirecek misiniz ki!

 

Bunca gün, bunca her geçen saniye içinde

"Yiğit ölür, namı kalır." dediniz.

 

Yiğit öldü, o öldükten sonra ki namına ne yapacaksınız ki!

 

Ah, Sevgili Halkım!

Hakkın mahkemesinde yargılanmışlığımı mı yüzüme vuracaksınız. Sizde şairin daha kurumayan mürekkebinin çiçeği burnun da bir efsanesi olup, yüze göze çiseleyen yağmur gibi mi olacaksınız.

 

ZEYNEP SÜMER

İNCİNİRİM

Siyah saçlarına rüzgâr değmesin

Telin incinirse ben incinirim 

Sana vuran muradına ermesin

Kolun incinirse ben incinirim..

 

Uzaktan severim mutlu ol yeter

Bu ayrılık bana zulümden beter

Gözümü sen kapat ölürsem eğer 

Elin incinirse ben incinirim...

 

Gelmesin hanene dert ile hüzün 

Gözyaşı görmesin güzelim yüzün

Ocağın hep tütsün çoğalsın özün

Belin incinirse ben incinirim...

 

İçimdeki aşkla her gün coşarım.

Bir yanın ağrısa derhal koşarım.

Kalbinin içinde sessiz yaşarım.

Solun incinirse ben incinirim

 

Zeynep derde kaldı acep neyleyim

Bilmem ki dermanı kime söyleyeyim 

Kötü söz söylemem bende böyleyim

Dilin incinirse ben incinirim.

Bakmadan Geçme