Mavi Şehrin Kalemleri

Mavi Şehrin Kalemleri


SEN YOKTUN

FATMA GÜRSOY

Sen yoktun,

Ben herkesten, her şeyden biraz sen yonttum.

Hatıralarım prangalı,

Suretin sisli puslu her köşetaşında asılı.

Dönsem sen, dursam sen

Şu çıkmaz sokağı bir bilsen,

Bir de sen anlayabilsen!

Sen yoktun,

Buz kesti yalnız sana tutsak düşlerim.

Bizsiz mehtaba direndi gözlerim.

Taşkındı, dindi bilenmiş sözlerim.

Yakamozlar kıpırtısız, kelimeler abartısız,

Şu dünya ne tatsız dolaşınca içinde sevdasız.

Sen yoktun,

Feri sönmüş, rengi solmuş umutlar soldaşım,

Hüzne nazır sevinçler yoldaşım oldu.

Kendimden eksilterek artırdım seni

Ve sen tamam olduğunda

Ben veda ettim varlığıma,

Sen oldum, kendimi unuttum.

Sen yoksun,

Münzevi halim, karabatak hislerim.

Mısra mısra bir sır şimdi mahlaslı adanışlarım,

Gecelerde kayboldu mevzimdeki çırpınışlarım.

Apayrı bölünüşlerle tadıyorum sensizliği,

Künyemde hüznün zifiri izi.

Biler yüreğimi yokluğun,

Aklımda sen olunca güneşim, ayım tutulur,

Zamanın çarkları hicrana vurur.

Sen yoksun,

Nereye baksam senden bir parça.

Masum bir çocuk gülümsemesinde sen,

Yağmurlu bir günün dingin sabahında sen.

Baktığım yüzler,

Gökte süzülen renkler sen.

Ben gittiğini zannettim,

Sen binlerce suretinle geri geldin.

HIÇKIRIK

ŞÜKRULLAH YAVUZER

-Bu şehirden taşınıyoruz. Yeni bir şehir, yeni bir çevre belki bir süreliğine bize ağır gelecek, doğup büyüdüğümüz bu topraklardan kopmak ve yeni bir yaşama hazırlanmak kolay olmayacak biliyorum ama çocuklarımızın geleceği için buralardan ayrılmak zorundayız.  Allah hakkımızda hayırlı olanı nasip etsin.

-Âmin Amin Ya Rabbi… Peki ne zaman ayrılacağız?

-Okullar açılmadan gitmemiz lazım, yani Eylül’den önce...

Babamın ve annemin konuşmalarına şahit olmuş, içimi büyük bir hüzün kaplamıştı.  Okulumdan, arkadaşlarımdan ayrılacaktım. Her caddesine, sokağına, kaldırımına âşık olduğum, tüm çocukluğumun geçtiği bu şehirden ayrılmak gerçekten kolay olmayacaktı benim için. Arkadaşlarım gözlerimin önünden geçti bir bir; İlhan, Sefer, Nazmi, İlhami, Naile, Hüsna, Dilşah, Necat, Gülhan, Hülya, Selma, Kamuran, Muğdat…  Bunlardan nasıl ayrılabilirdim ki…  Hele hele öğretmenlerim; Hasan, Zuhal, Mustafa, Ali, Şükrü, Sabri, Kemal, Hikmet…  Nasıl da içselleştirmiştim bu öğretmenlerimi…  Yeni bir şehir, yeni okul, yeni öğretmenler, yeni arkadaşlar gerçekten kolay olmayacaktı. Sonra ağabeyim aklıma geldi. Evet ağabeyimin selameti ve ailemizin huzuru için bu şehirden gitmemiz gerekiyordu…

Kendimi bir balık, doğup büyüdüğüm bu şehri de bir deniz gibi düşündüm. Denizin dışına çıkarsam nefes alamayacaktım. Hem balıklar da denizin dışında yaşayamazlardı ki.  Bu duygu ve düşüncelerle uykuya dalmıştım.

Ailem, taşınma hazırlıklarına başlamıştı. Hazırlıklar tamamlanınca eş, dost, akrabalarla vedalaşma zamanı gelip çatmıştı.

Okul arkadaşlarımla vedalaşırken ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Vedalaştığım arkadaşlarım, ellerinde hatıra defterleri ile arkadaşlığın tertemiz, bembeyaz sayfalarına bir şeyler yazmamı istemiştelerdi. “Kalbin kadar saf ve temiz bu sayfayı bana ayırdığın için çok teşekkür ederim” diye başlayan cümlelerimi veda ile tamamlıyordum. “Veda etmek” kelimesi şu ana dek içime hiç bu kadar dokunmamış, bu kadar incitmemişti yüreğimi. Sanki ateşten bir kor yutmuş, bu kor tüm bedenimi sarmıştı. Aklıma Necip Fazıl’ın:

“Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;

Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an”

Dizeleri geldi. Dövünmek işe yarar mıydı? İçimde alev alev yanan ateşi söndürür müydü?  Vatanım bildiğim bu şehirden, yedi yıl boyunca aynı sıraları paylaştığım arkadaşlarımdan ayrılmak kolay mıydı? Boğazıma yumruk gibi bir hıçkırık düğümlenip kalmıştı.

Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Evimizin eşyaları eski model bir kamyona yüklenmişti. İki ağabeyim ve dört akrabam kamyona binmiş, bizler de minibüsle yola çıkmıştık. Araçlar hareket ederken eş, dost, akraba ve arkadaşlar hüngür hüngür ağlamış, hareket eden minibüsün ardından bir sürahi su dökmüşlerdi. Yolumuz açık ve günümüz aydın olsun diye. Minibüsün en arka koltuğuna oturmuş, gözümü camdan hiç ayırmamıştım. Geride bekleyenler gözden kayboluncaya kadar el sallamıştım…

 Yolumuz açık ve günümüz aydındı. İçimde ise kapkaranlık yağmur yüklü bulutlar vardı. Bu kara bulutlar gök gürültüsüz sessiz sessiz yağan bir yağmura dönüşmüştü…  Gözlerimden dökülen yaşlar üstümdeki beyaz gömleğime ve sağ elimin baş parmağına dökülüyor geriye ıslak bir iz bırakıyordu.

Dağlar, tepeler, dereler minibüsün camından bir sel gibi akıp geride kalıyordu. Bebleşin Karakolu’nda kimlik ve araç kontrolü yapılırken gözlerimi hala camdan ayırmamıştım. Genç bir asker omuzuma dokunmuş başımı kaldırmış, asker ile göz göze gelmiştim. Kimlik soracaktı. Gözlerimdeki nemi görünce kimlik sormaktan vaz geçti. Gülümseyerek ne oluyoruz anlamında bir göz attı. Omuz silkmemle birlikte tekrar gülümsedi, “hayırlı yolculuklar” deyip araçtan inip gitti.

Yolun solunda köpük köpük akan çayı, çayın etrafında yemyeşil çimenleri ve bu çimenlerde otlayan inekleri, koyunları seyre dalarken tam karşımda muhteşem görünüşüyle Hoşap Kalesi belirdi. Büyüleyici bir duruşu vardı. Çok yüksek kayaların üzerine kurulmuş, muhteşem burçları ile yıllara meydan okuyan bir kale…

Yolun solunda akan çay bir kavisle yolun sağ tarafına geçmiş, heybetli kalenin ayaklarını yalayarak, kale ile aynı yaşta olan tarihi köprünün altından akıp gidiyordu.  Köprünün üstünde sardığı tütününün dumanını içine çekerken, köprünün altından akıp giden suyu seyre dalan yaşlı bir amca yitik yıllarını hızlı akıp giden su ile kıyaslar gibiydi. İleride küçüklü büyüklü tepeler ve bu tepelerin üzerinde de uzanan surlar görünüyordu. Minibüs şoförü geriye doğru başını çevirerek “kaleyi yaptıran zamanın Beyi Sarı Süleyman, bu kalenin aynısından başka yere yapmasın diye Kale ustasının iki kolunu kestirmiş.” dedi, çok şaşırmıştım. “Böyle muhteşem bir eseri yapan birinin ödülü bu olmamalıydı” diye düşündüm. Şoförün “burada bir çay molası verelim mi? Hoşap’ın çayı çok güzeldir ha” demesiyle düşüncelerimden sıyrılmış, çay içmek için araçtan inmiştik. Araçtan inince çevreyi yokladım. Kalenin güney kısmında anayolun iki tarafına dizilmiş tek katlı toprak damlı dükkanlar sıralanıyordu. Lokanta, kahvehane ve diğer dükkanlar… bir kahvehaneye yöneldik. Kapısında küçük küçük kürsüler ve sehpalar vardı. Oturduk, önümüze taze demlenmiş sıcak çaylar konulurken annemle göz göze geldik. Onun da gözleri buğuluydu. Başımı göğsüne dayadı, hiçbir şey demeden sımsıkı sardı. Boğazımdaki yumruk gibi hıçkırık hala duruyordu, sıcak çay bile kar etmemişti…

Uzun bir yolculuktan sonra, masmavi sular, bu suların üzerinden süzülen beyaz kanatlı martılar göründü. Martılar çığlık çığlığaydılar. Gülüyorlar mı yoksa ağlıyorlar mıydı belli değildi…  Bir yelkenli mavi suları yara yara ilerliyor, ardında bembeyaz köpükler bırakarak nazlı nazlı süzülüyordu. Sahile yakın bir dönemeçte kadınlar ellerinde sopalarla suda yıkadıkları yünleri dövüyorlardı. Sopanın biri kalkarken öbürü iniyordu. Onlar yün yıkarlarken yanan semaverlerinden tüten meşe dumanı masmavi gökyüzünde beyaz izler bırakarak yükseliyordu.  Masmavi su, masmavi gökyüzü derken minibüs etrafı yemyeşil bir yola girdi. Mavinin tonlarından sonra yeşilin tonları baş döndürücüydü. Yol siyah bir yılan gibi bu yeşilliklerin arasından kıvrılıp gidiyordu. Etrafta bağlar, bahçeler, yemyeşil ağaçlar, yeşilliklerin arasında kahverengi dikili mezar taşları ve muhteşem duruşuyla bir kümbet vardı.  Tarih ben buradayım diyordu adeta… Benim ilçemde deniz yoktu, bu kadar yeşillik de ama olsun ilçemin taşı, toprağı, dağı, suyu cennetten bir köşeydi benim için. Minibüs, yemyeşil ve iki aracın yan yana zor geçebileceği kadar dar ve uzun bir yolda ilerliyordu. Babam, “ana yolu yanlışlıkla geçtik bu yol mahalle arasına giden bir yoldur” dedi. Yolun sağında ve solunda etrafı iğde ağaçlarıyla çevrelenmiş kimisi toprak damlı, kimisi çatılı ve genelde tek katlı evler, bu evlerin önünde dalları, elmaların ve armutların ağırlığından yerlere kadar inmiş, kimi dallara ağaçtan direklerle destek verilmiş meyve ağaçları vardı. Hemen hemen her bahçeden yakılan semaverlerin dumanı tütüyor, kimi evlerden de baş döndürücü taze ekmek kokusu geliyordu. Tokken bile insanda açlık hissi uyandıran bir koku. Düzlük ve ağaçsız olan yerlerde ise yemyeşil şekerpancarı tarlaları uzanıp gidiyordu. Bu tarlalarda da ellerinde çapalarıyla genç kızlar ve şalvarlı kadınlar çalışıyorlardı. 

Kısa bir süre sonra küçük bir çarşı görünmüştü. Yukarıdan aşağıya doğru akan bir çay, çayın hemen üstüne kurulu tek katlı toprak damlı bir kahvehane, kahvehanenin önünde tahtalardan derme çatma yapılmış iki çardak, belirli aralıklarla dizilmiş küçük ve büyük oturaklar ve bu oturaklarda sıcak çaylarını yudumlarken derin muhabbetlere dalan insanlar göze çarpıyordu…

Çayın üstündeki köprüden sola dönüp dümdüz yola devam ettiğimizde, birbirine yapışık ve tek katlı dükkanlar sağlı sollu sıralanıyordu. Çarşının sonundan başlayıp başına doğru ilerliyorduk. Baş kısmına geldiğimizde solda merkez cami tam karşısında ise şehrin tek bankasının binası duruyordu.  Biraz daha ilerde sağda zirai donatım kurumu, kamu lojmanları ve arka tarafında ise ilk okul ve lise binası görünüyordu. Lojmanların bitiminde sağlık ocağı ve akabinde büyük bir şeker pancarı deposu vardı.

Deponun tarafına doğru bir ara yola saptık ve iğde ağaçlarının dallarından neredeyse görünmeyecek küçük ve dar bir sokağa girdik. Sokaktaki ilk evi geçtikten sonra ikinci evin önünde durduk. Etrafı iğde ağaçlarıyla çevrili tek katlı, çatılı, betonarme bir evdi. Önünde bir kiraz, bir vişne bir de ayva ağacı bulunuyordu, ağaçların dalları arasında görünen iki şirin pencere vardı. Masal kitaplarındaki evler gibiydi. Bu bizim yeni evimiz olacaktı. Yeni yaşam yerimiz.  Evin içine girmeden arka tarafına yöneldim. Arkada büyükçe bir bahçe vardı. Bahçedeki ağaçlar elma ve armut yüklüydü. Armutlardan birini kopardım ve iştahla ısırdım. Şimdiye kadar yediğim en güzel ve en tatlı armuttu. Ağaçlarda kargalar vardı. En değmiş armutları seçip gagalayarak yiyorlardı. Tekrar eve yöneldim. Evin içine girdim. Ev İki oda, bir salon, bir ara hol, mutfak, banyo ve tuvaletten ibaretti. Evin içini gezerken kamyon da gelip yetişmişti. Eşyalar evin içine taşınıyor, büyük bir titizlikle odalara yerleştiriliyordu.

Bu küçük şirin ilçedeki küçük evimizde ilk gecemizi geçirmiştik. Sabah cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle uyanmıştım. Bülbül sesi de vardı. Bahçeye çıkmış, ağaçların arasında dolaşmış, kuşların ötüşlerini hayranlıkla izlemiştim. Evimizin arkasında, sağında ve solunda da bizim evimizle aynı tipte evler vardı. Komşu bahçelerden insan sesleri, çocuk cıvıltıları geliyor ancak sık yaprak ve dallardan dolayı kimseler görünmüyordu. Hafif bir esinti ile iğde ağaçlarından gelen güzel kokular genizleri dolduruyordu. Çatıya konan martıların çığlıkları ve kanat çırpmaları ortama ayrı bir renk katıyordu. Martılar okuldan kaçmış çocuklar gibiydi, denizden kaçmış sokaklara dalmışlardı. Pembe, kırmızı ve beyaz güller güzellikte birbirleriyle yarışıyorlardı. Tam mesirelik bir yerdi burası…

Bahçede gördüğüm birbirine yakın dört ağaç bana bir fikir vermişti. Evde âtıl durumda olan bir sünger döşeği parçalayarak bu ağaçların gövdesine sardım. Artık çok sevdiğim tekvando antrenmanlarımı bu doğal ortamda yapacaktım. Her gün yaklaşık iki saat bu ağaçlara yumruk ve tekmeler sallayarak spor yapıyordum.

Bu yeni şehri ve şirin mahalleyi tanımanın vakti gelmişti artık. Bahçenin dışına çıktım. Sol tarafta yüksek bir dağ vardı. Şehir bu dağın eteğine kuruluydu. Şehir, yemyeşil bir Y harfini andırıyordu. Yeşilin bittiği yerde sanki gök yere inmiş gibiydi. Sahile vuran mavi dalgalar beyaz köpüklere dönüşüyordu. Belli bir saatten sonra kıyıları vurmaktan yorulan sular, masmavi bir patiska gibi hareketsiz kalıyordu. Sanırım bu an, suların dinlenme saatiydi…

En çok merak ettiğim yer okuldu. Bu yıl orta okul üçüncü sınıfa başlayacaktım. Yeni okulumu görmeliydim. Okula doğru yöneldim.  İlk okul ve lise yan yanaydı. Lise binası tek katlı, çatılı, taştan yapılma bir binaydı. Lise binasını geçip bir ara sokaktan ana yola çıkarken sol tarafta iki bloktan oluşan öğretmen lojmanları vardı. Öğretmen lojmanlarının bahçesinde çok sayıda kavak ağacı ve her kavak ağacında neredeyse onar tane karga yuvası vardı.  Kargalar büyük bir gürültüyle koru halinde gaklıyorlardı. Bu lojmanlarda ikamet eden öğretmenler için üzülmüştüm, bu kadar gürültüye nasıl tahammül ediyorlardı diye…

Anayola çıktım. Yolun alt tarafında yemyeşil bir çayır vardı. Bu çayırın bir kısmında benim yaşımda çocuklar top oynuyorlardı. Oyun alanının kenarında oturup çocukları seyre daldım. Çocuklardan biri, diğer çocukları yönlendiriyor, takım kuruyor, talimatlar veriyordu. Tüm çocuklar onun dediklerine uyuyorlardı. Davranışları ve konuşmaları ile tüm çocuklara liderliğini kabullendirdiği belliydi. Çok da güzel top oynuyordu. Aklıma arkadaşlarım geldi, içim burkuldu. Tam bu sırada oyun kurucu çocuğun gözleri bana takıldı. Bana doğru yöneldi.  “Sen de top oynamak istemez misin?” diye sordu. “Tabi ki neden olmasın” diye cevaplayınca. “Ben seni daha önce hiç buralarda görmedim. Tanışalım mı? Benim adım Şirin, Mehmet Şirin” … Şirin’le tanışmam ve kurduğum bu dostluk yıllarca devam edecekti…

Mehmet Şirin sanki büyümüşte küçülmüştü. Akıllı, nezaketli biriydi. Onunla tanışmam beni rahatlatmıştı. Artık bu şehirde benim de bir arkadaşım vardı.

Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Babamla alışverişe çıkmış, çok güzel iki takım elbise, beyaz ve açık mavi renkte gömlekler ve bir de güzel bir ayakkabı almıştım.   Defterlerim, kitaplarım da tamamdı.  Artık yeni bir okula, yeni öğretmenlere ve yeni arkadaşlara hazırdım…

Haftaya okullar açılacaktı. Heyecanlıydım, endişeliydim, karmakarışık duygular içerisindeydim. Bu duygularla çayıra doğru yürüdüm. Uzaktan Mehmet Şirin’i gördüm. O da beni görmüş olacak ki bana doğru yöneldi. “Gel sana memleketimi gezdireyim.” Dedi beraber yürümeye başladık.  “Ya senin ismin benim ki gibi çok uzun sana Memiş diyebilir miyim?” diye sordum, gülümsedi “tabi ki” dedi.  O cadde benim, bu sokak senin gezmeye başladık. Bir mahallede, bir sokağa girdik. Memiş “bu sokak anayola çıkıyor muydu acaba? Diye kendi kendine söylendi. Ben “hayır çıkmıyor, şu ikinci sokak çıkıyor” dedim. “Ya dur bir dakika ben mi seni gezdiriyorum yoksa sen mi beni gezdiriyorsun? Hem sen nerden biliyorsun bu sokakları?”   “Buraya geldiğim ilk gün bütün şehri dolaştım. Her yeri biliyorum” deyince çok şaşırmıştı.   Geze geze Memiş’in mahallesine gelmiştik. “Hadi gel sana bizim evi göstereyim” dedi. Evine gittik. Dünyalar tatlısı annesi ve babası ile tanıştırdı. Bahçede oturduk. Yemyeşil ağaçların gölgesinde annesinin ikram ettiği yemeği yedik ve tekrardan sokaklara daldık.

Artık bu küçük şehrin her mahallesini her sokağını biliyordum ./...

TÜRKİYE ‘ DE KADIN OLMAK

ÖZLEM AKŞİT

Bu son zamanlarda erkek gözüyle “Kadın”ı anlatan kitaplar okuyorum. Gerçi yazmış olduğum “Lilith’den Malala’ya Kadının Adı Var “ ve “Kadınım-Virginia Wolf “ adlı iki kitapta da kadınlı erkekli ortak yaşamın içindeki gerçekleri cinsiyetsiz bir bakışla merkeze “insan “ unsurunu koyarak objektif bir gözle anlatmaya çalıştım ama sonuçta kadın yazar olarak ele almanın ötesinde bir de erkek gözüyle kadını anlamak gerekiyordu.  Yine de işe kadına saygı duyan bir bakışla yazılmış olan “Keşke Kadın Olsam –Erkeklerle Asla Eşit Olamazsınız!” adlı kitaba göz atarak başladım.

Kitap kadınlara ne olduklarını hatırlatan aydın bir erkeğin kaleminden dökülen güzel örneklerle ve gerçekçi sözlerle dolu. Bu kitabı erkeklerimiz üzerinde deneyimlemek istedim ve birkaç kişiye göstererek tavsiye ettim. Aldığım tepkiler beni şaşırtmadı. Daha başlığı görür görmez uzun uzun gülerek “Bunu asla elime alamam elimde görürlerse işyerinde benimle alay eder cinsiyet değiştirdiğimi düşünürler, asla asla okuyamam!” oldu ve ikna edemedim. Bir gün önce de bir erkek öğrencim bana elindeki “Bambi”kitabını gösterip kitap öneren kız arkadaşını şikâyet ederek “ Öğretmenim kız kitapları okumaya zorluyor beni!“ demişti… Unutamıyorum. Kitaplarda bile bölünmüş bir kadın erkek algısı var. Toplumda bilinçaltında ciddi bir kadın erkek uzlaşmazlığı ve radikal kırmızı çizgiler var. En önemlisi de yaşantımıza sinmiş bir ikiyüzlülük ve öteleme var. Ve her ne kadar kadın değerli dese de dilimiz bilinçaltında önemli bir kadın değersizliği var.

Gözlerimizin önüne serilen birkaç örnek; Erkek gibi kadın demek gurur verici bir durum ama Kadın gibi erkek olmak onur kırıcı, erkek gibi güçlü olmak iftihar meselesi ama kadın gibi ağlamak yüz kızartıcı, erkek gibi davranmak mertlik ama kadın gibi düşünmek davranmak resmen aşağılık bir durum. En tuhaf çelişki ise analık. Bu toplum hem cennetin anaların ayakları altında olduğunu söylerken yine dillerde ana avrat küfür birbirini kadını aşağılayan küfürlerle rencide ediyor. Tuhaf bir çatışma hali değil mi?

Bir diğer ters çelişik durum da şudur; Anadolu ‘da değişmez bir gerçek vardır, bu toplum özde anaerkil bir toplumdur. Sağlam bir aileyi de oluşturacak olan kadının kendisidir. Kadının sağlam duruşlu olması ve değeri aileyi de güçlü ve sağlam yapar. Takkeleri öne indirip bazı gerçekler şu soruyu sorup cevaplandırılmalıdır; Kadın kimdir?

-Toplumsal değişimin en temel gücüdür,

-Gelenekleri kuşaklara aktarıcı esas aktördür,

-Ekonomi, iktisat, eğitim her alanda şekillendirici ve en aktif üreticidir,

-Toplumun medeniyet yüzünü ortaya koyan bir aynadır,

-Aileyi üreten ve ayakta tutandır.

İdeal tanımlarda kadın bunların tümüdür. Ancak toplumun karnesine bakıldığında kadın anne olduğunda bir değer ifade ediyor ya da kapitalist sistemde ucuz bir işçi olarak veyahut da cinselliği reklamlarda kullanılarak sistemin bir parçası olduğunda yer edinebiliyor. Erkek ise sistemin içinde esas özne, kadının değeri konusunda kadını görmek istediği yerde görüyor, kararlar veriyor ve özgürce uyguluyor. İstediği kadar kadınla özgürce ilişkilerini yaşıyor ve namus konusunda yargılayıcı yine kendisi, sınıflıyor ayrıştırıyor ve kadını ev için ve eğlencelik olarak bölüyor iki parçaya. İsterse çocuk gelin bile alabiliyor. İsterse kadınını çalıştırıp kendi özel hayatını da dilediği gibi başka tercihlerle yaşayabiliyor. Kadın ise her vaziyete razı boyun eğiyor ve ömür tüketiyor kendisi için seçilen kadere razı olarak. Olmazsa öldürülüyor kocası ya da sevgilisi tarafından. Her ayakkabının kalıbına girmek zorunda kalıyor.

Sonra kadın erkek ilişkileri içinde eş olma özgürlüğü barındırmadığı için sorunlara dönüşüyor ve kadın ya cinayetle hayatı bitirilerek cezalandırılıyor ya da erkeğin başında tokmak bir çekilmez yaratık olarak dillendiriliyor. Toplum tam bir algı tutulması ve çelişkiler ağı içinde beyin tutulması içinde yaşıyor….Türk toplumunda kadın olmak bazı algılar bazı doğrularla yer değiştirmedikçe hep zor olacak

Büyük bir bilinç devrimine ihtiyaç var… Değişim eğitimle en kökten en alt yaşta okullarda başlayacak, sosyal hizmet uzmanlarının evliliklerin bitme noktasında değil evlilik öncesi kanunlaştırılmış eş tanıma ve seçmeye yönelik iyi projelerle etkin çalışmaları gerekiyor, iyi ve temiz bir bilgi ve bilinçle belleklerde dipten tırnağa bir bahar temizliği gerekiyor… Bu açık, net ve kesin.

KİMİ SEVMELİ USTA?

DERYA GÜLTEKİN

Kar altından açan çiçeğe baktım da Usta,

Sol yanım  bir başka eridi sanki.

Meğer biz sevdamıza şiir yazarken

Ak gerdana al benizli yâr gibi düşürmüşüz

Zorda açan çiçekleri...

Oysa nasıl da duymadık,

Halini çiçekle haykıran

Başı karlı toprak yüreği.

Şimdi en çok kimi sevmeli Usta?

Kime yazmalı şiiri?

Zora dayanan kardelene mi?

Yoksa karlı bağrında

Onu beleyen toprak yüreğe mi?

Ben bu yüzden her kış

En çok kendimi sevdim,

Sevda şiirlerini yâre,

Artık baharda yazarım Usta.

GENÇ KUŞAĞA MEKTUP

LOKMAN TEKİN

Sevgili arkadaşım…

Bir gün daha doğuyor. Yeni ve taze bir gün…

Yeni günler, beraberinde yeni umutlar getirir. Capcanlı…

Kim bilir, bekli de bu gün senin için doğuyor. Belki bu yeni günde en iyisini sen yapacaksın. Buna inan!

Neden mi? Çünkü hayat, senin verdiğini sana verendir. Hayat, cesur ve amacı net olanları yüceltir, korkak ve dayanıksız olanları savurur.

Gel şimdi seninle hayatı anlamaya çalışalım…

Diyelim ki bir nehirde yüzerken, sulara kapıldın ve sürükleniyorsun. Tutunacak bir dalın yok. Ne yaparsın? Söyleyeyim: Sadece çırpın.

Yüzmeyi bilmediğin halde bir havuza düştün. Seni kurtaracak bir el vardır, uzat ellerini…

Bir dağa tırmanırken ayağın kaydı. Düşmek üzeresin. Bedenin boşlukta sallanıyor. Tırnaklarını kanatırcasına geçir dağın sırtına, tırman. Unutma, düşersen tırnaklarının güzelliği bir işe yaramayacak. O tırnaklar, sen hayata tutunabilesin diye var.

Hayat iki yönlüdür: yanlış ve doğru. Bazen yanlış yaparak doğruyu bulacaksın. Yanlış yapma hakkından vazgeçmemelisin. Sen insansın ve korkabilirsin. Ama unutma, heyecanlarını ve korkularını göğüslemelisin. Yaşamdaki bütün engellere karşı göğsünü siper etmelisin.

Bazen her şeyin bittiğini sanırsın. Tükendiğini, her şeyin anlamsız kaldığını…Ama unutma, her şeyin bittiğini sandığın yerde, senin inancın, bileklerin ve alın terin var.

 Bir insan hayatta güzel şeyler başarır. Yeter ki hayatta “ben de varım” desin. Kendini asla yaşamda fazlalıkmış gibi görmemelisin. Sen dünyanın ve yaşamın tam kalbindesin.

Dünya dönüyorsa, dünyanın dönmesinde senin payın var. Güneş doğuyorsa, güneşin doğmasında senin de etkin var. Rüzgar esiyorsa, rüzgarın esmesinde senin de payın var.

Düşün…Sahildesin. İki grup insan var. Sol yanındakiler giden gemiye bakıyor. Onlar denize açılan gemiye el sallayarak veda ediyorlar. Gemi yalnızca yelken direği görünene kadar uzaklaşırken, direk de kaybolunca, solundaki grup bir şey mırıldanıyor:  “Gitti.”

 Evet “gitti” diyorlar ve hepsi sessizce uzaklaşıyor oradan.

Ama tam o sırada, sağ yanındaki başka bir grup insan ufku tarıyor ve direğin yüksekliğini görüyor. Onlar da gülümseyerek bir şey mırıldanıyorlar: İşte geldi…

Hayat bir “gitti” ve “geldi”den ibarettir!

Hayatta gelen gemilerin her zaman çok olsun.

Aslında hayat bizden, onunla oyun oynamamızı bekler. Karşısında güçlü bir rakip ister. Onun rakibi sensin. Ama sen, hayatın en güçlü tarafısın.

Ona doğru atılmalısın. Unutma, en kötü şey yerinde saymaktır. Sevdanı korkmadan söylemelisin. Çünkü sevda kavga ile güzeldir.

Düşün…

Bir yokuşu tırmanıyorsun. Ayağın kayıyor, düşüp kalkıyorsun. Çok terliyorsun. Bu defa düştüğünde yuvarlanıyorsun. Tırnaklarını toprağa geçirmeye çalışıyorsun ama parmakların kanamış. Hiçbir yere tutunamıyorsun. Kendini çok çaresiz hissediyorsun. Bir an başını koyup uyumak istiyorsunuz ama korkunç bir gülütlü ile sarsılıyorsun. Üzerine doğru büyük bir sel suyu akmakta…Yerinde dursan seni yutacak. Göz bebeklerin büyüyor ne yapağını bilemiyorsun.

Yaşamak hiç bu kadar güzel olmamıştı. Birden çok güçlü olduğunu hissediyorsun ve bir çırpıda dimdik ayağa kalkıyorsun. Kollarını açıyorsun ve üzerine doğru akan sel sularına karşı savaşıyorsun. Ayağın o kadar sağlam ki, seller seni kıpırdatamıyor dahi. Bütün güçler sende toplanmış sanki. Kendini çok güçlü hissediyorsun. Sel suları akıp gidiyor. Sen oradasın.

Güçlü kalan sensin.

Sevgili arkadaşım…

Seni alnı açık, başı dik görmek istiyorum. Ne olursa olsun, alnı açık ve başı dik. Unutma! Sen bütün gecelerin beklediği yıldızsın. Gökyüzünün göğsünde yatıyorsun ve yeryüzünü aydınlatıyorsun.

Hayata karşı ezilmemek ve kendini en iyi şekilde ifade etmek için şimdiden daha güzel bir zaman yoktur. O halde atıl, bağır, çağır, çağla ve coştur kendini. Berrak ırmaklara doğru, en yüksek dağlara doğru, özgürlüğün mavisine doğru, umudun yeşiline doğru sür umutlarını.

Yaşam senin, yaşamak senin. En derin okyanusların ardında, henüz keşfedilmemiş ülke senin.

Aç kollarını yarınlarına arkadaşım. Göğüslerini ört gökkuşağının, gökyüzü üşümesin. Sarıl fırtınada savrulan yağmur damlalarına. Gün kendine inanma günüdür. Gün, yaşam öykünü yeniden yazma günüdür. Gün, herkese ne kadar güçlü olduğunu gösterme günüdür.

Gün, yumruğunu masaya vurup, yüreğini ortaya koyma günüdür.

Şimdi güne çevir yüzünü, aydınlat toprağın narin yüreğini. Sıklaştır adımlarını.

Dar mekanlar ve beton yığınlardan kurtarıp bedenini, koş; umudun yeşiline, özgürlüğün mavisine.

En güzel yaşam ırmağına…

CİNNET

LEYLA MİHRİNAZ ENGİN

sanki bu değil

gök yırtılmalı kainatın sahibi oradan kamçı sallamalı

toprağa gömdüğümüz ruhlar ruhumuza darbe indirmeli

bu değil sanki

kan yüzümüzden gözümüzden akıp kan gölü olmalı

ve zomlar kürek çekmeli kayıklarda

sanki bir fırtına bir deprem bir yanardağ güreş tutmalı

ve dünyanın sırtı yere gelmeli

bir şey eksik bir şey

bir mana bir renk bir algı bir pencere bir çeşme

aklımın almadıgı bir şey

belki buz belki tuz belki naz belki haz çamur belki

kuyu zincir belki

ayak kendini gökte aramalı

el kendini ayakta

beden bir tenekedir belki

kibrit çakıp tümünü yakmalı

duyguları cinler bahşetti

cinleri periler

perileri kalem tutan şizofren beyinler

bir yol olmalı

yolun dibi har olmalı

ya da tüm yollar yılan gibi bizi sarmalı zehirlemeli

çaparivari dilimize bir kilit bir hancer bir bilye bir salya bir hiç asılmalı

evet!

bir hiç eksik

hiçliğe giydirilecek bir aba

bir hırka

yamalı sadaka eksik

dünyanın tüm süslü kelimelerinin tutuşturamadığı bir perde

kaldıramadığı bir duvak

ressamın bozduğu bir tablo

şairin tükürdüğü kan

yazarın çılgın düşü

ayağı yerden kesik bir rakkase

tarihin çeken cilvesi iten badiresi

anın kendine yetmez an'ı

bir yalan eksik bir doğru

bir çıngıraklı yılan

gururlu akrep ve çiyan

ulumayı unutan kurt

çakalın baykuş gözü eksik

tam olmayacak biliyorum

kalemimden kelamımdan umut eksik

uff!

uyan şair uyan

hummalı nöbet geçsin

Vansesi Özel Haber

Bakmadan Geçme