GÖVDELERİMİZİ HAPİSHANEYE DÖNÜŞTÜRÜYORUZ
Köşe yazarımız şair-yazar Ümran Öztürk, şiiri edebiyatın en billurlaşmış, en zor, en belâlı alanlarından biri olarak gören, merkezine her zaman insanı alan, insan onurunu yücelten kalbe dokunan, 'Birisine duygusunu açarken korkmadan yaşamayı öğrenecek, birisinin dilinden, teninin renginden korkmayacaksınız, düşüncelerinden, cinsel kimliğinden korkmayacaksınız. Biz öyle yapmıyoruz bütün bunları ötekileştiriyoruz, düşmanlaştırıyoruz kendimizi geri çeke çeke gövdelerimizi hapishaneye dönüştürüyoruz' diyen şiirlerin ustası Şükrü Erbaş'la yaşamı, şiiri, aşkı, yalnızlığı konuştu. Nisan ayında Vanlılarla buluşacağını söyleyen Şükrü Erbaş, Van'ı çok sevdiğini söyledi.
Röportaj: Ümran Öztürk
İlk şiirini lise birinci sınıfta yazan, 1978 yılında Varlık Dergisinde “Sevgi Dostluktur” adlı şiiriyle şiir dünyasına adım atan Şükrü Erbaş; şiirinin dili, sözünün gücüyle ve kelimelere yüklediği anlamlarla içimizi titreten şiirleri ve denemeleriyle son dönemlerde edebiyatımızın da en çok konuşulan isimlerinin başında geliyor. Şiirlerinin imgelerini temalarını yaşadığı coğrafyanın hikâyelerinden, masallarından, ağıtlarından, türkülerinden alan Şükrü Erbaş, Neşet Ertaş’a hitap ettiği şiirinin de yer aldığı” Otların uğultusu altında” adlı şiir kitabının imza gününü Alsancak PİA Kitapevinde yaptı. PİA Kitapevinin önünde kuyruklar oluşurken şair okuyucularıyla tek tek sohbet edip fotoğraflar çektirdi.
Van’ın 81 yıllık ilk gazetesi Vansesi için yapmış olduğum röportaj sırasında Van’ı çok sevdiğini, defalarca Van’a gittiğini, Nisan ayında Vanlılarla buluşacağının müjdesini veren Şükrü Erbaş pozitif enerjisi ile okuyucusunda bir kez daha hayranlık uyandırdı. Röportaj sırasında Nazım’dan, Edip Cansever’den, Atila İlhan’dan mısralar okuyarak söyleşisini sürdüren Erbaş örnek aldığı şairlere duyduğu saygıyı ve sevgiyi göstermiş oluyordu bu tavrıyla.
Şiiri edebiyatın en billurlaşmış, en zor, en belâlı alanlarından biri olarak gören, merkezine her zaman insanı alan, insan onurunu yücelten kalbe dokunan şiirlerin ustası Şükrü Erbaş’la yaşamı konuştuk, şiiri konuştuk, aşkı konuştuk, yalnızlığı konuştuk. Tüm bunları ben sizin için sordum büyük usta açık yüreklilikle, içtenlikle cevapladı.
“Sevgi Dostluktur” 1978’de Varlık Dergisinde yayınlanan ilk şiirinizle şiir dünyasına adım attınız. Şiir yolculuğunuzda hayatınızı değiştiren, dönüştüren kişiler ve olaylar ilk dokunuşları paylaşır mısınız?
İlk dokunuşlar kültürel ana rahminizde başlar. Ben masalların, hikâyelerin türkülerin beşiğinde büyüdüm. Beni ilk yoldan çıkaranlar ya da yola sokanlar bunlardır. Halk hikâyeleridir, masallardır. Bunların içerisinde Kerem ile Aslı, Kısas-ı Enbiya Hikâyeleri, Köroğlu Destanları, dinsel kökenli hikayeler vardır. Bunlarla ev içerisinde gaz lambasının ışığında, gölgesinde hayal hanemiz gelişiyor. Daha sonra okulla birlikte kitapla tanışıyorsunuz, kitapla birlikte gelişiyorsunuz. Ben 11- 12 yaşlarımda Orhan Kemalleri, Yaşar Kemalleri okuyarak başladım. Benim romancı ve öykücü olarak ilk kanıma giren Orhan Kemal’dir, Yaşar Kemal’dir, Sait Faik’tir. Ama şair olarak Yunus Emre’dir, Karacaoğlan’dır, Pir Sultan Abdal’dır. Çağdaş şairlerden Nazım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Külebi, Attila İlhan’dır, Behçet Necatigil’dir. Ellilerden sonra bunun içerisine Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya girer. Sonra sonra bizim kuşağa geliriz.
Ben lise yıllarımda Dostoyevski, Tolstoy’la Rus Edebiyatıyla tanıştım. Ardından Fransız ve İngiliz Edebiyatının çevirilerini okumaya başladım bunlarla birlikte birden çıta yükseldi benim dünyam kocaman kocaman oldu.
Şiir, devrim ve Aşkın Şükrü Erbaşın hayatındaki karşılığı nedir?
Lise birinci sınıfta 1968 yılında şiir yazmaya başladım. Sol dünya görüşüyle o yıllarda tanışmıştım. O yüzden ben şiire, devrime ve aşka aynı dönemde başladım demiştim. Devrim belki herkesin hayatında yoktur ama şiir ve aşk herkesin hayatında o yaşlarda vardır. Daha sonra sizin dünya görüşünüze göre düşüncelerinizi geliştirir kurar ve peşinde koşarsınız. Hepimizin geleceğinin usul usul şekillendiği yıllardır o yıllar. Devrimi başaramadık belki ama şiiri yazarak yaşamaya çalışıyorum.
Aşk olağanüstü bir şey insanın altını üstüne getirir. Uzun soluklu olamaz, kadın -erkek kimse, buna katlanamaz, yıkıcıdır ama insanı büyütür, hayatımızda olmalıdır, eğer siz bunu sevgiye çevirirseniz ve bu duyguyu eşinizle ya da sevgilinizle durmadan üretebiliyorsanız korkmayın, sürer. Emeğin aşktan daha büyük olduğunu senden öğrendim demiştim “Yaşıyoruz Sessizce” kitabımın girişinde. Bu nedenle emek ve saygı olmayan hiçbir ilişki yürümez.
Neden şiir? Neden hikâye, öykü, roman değil de şiir oldu?
İnsanların birbirine temas etme yolları farklıdır. Bu bende şiirdir, başka birinde resim, diğerinde tiyatro, başka birinde de müziktir. Bunun bir açıklaması yok galiba. Bu biraz da kişilikle, yatkınlıkla ilgili bir şey. Belki genlerle ilgili bir şey; onu daha çok seviyorsunuz, onu daha kolay yapabileceğinizi sanıyorsunuz. Galiba benim en iyi yaptığım şiirdi o nedenle şiiri seçtim.
Şiirlerinizde size eşlik eden en güçlü duygu hangisidir?
Yabancılaşma sorunu benim şiirimin ve hayatımın en temel izleklerinden birisidir. Yabancılaşma olgusu, şiirimin ve yazılarımın belkemiğini oluşturur. Günümüz insanının içine düşürüldüğü yabancılaşma; bu yabancılaşmanın beraberinde getirdiği derin bir yalnızlık, bu yalnızlığın beraberinde getirdiği kendi dışında herkesten korkma ve herkesten uzaklaşma herkesi ötekileştirme bunun beraberinde getirdiği bir düşmanlık duygusu. İnsanlarla iletişim kurmadığımız için korkuyoruz, güvenmiyoruz. Etnisitemiz ne ise o bizim hapishanemize dönüyor. Dinimiz, mezhebimiz, inançlarımız ne ise o hapishanemize dönüyor. Ülkemiz, kültürümüz bizim hapishanemize dönüyor. Kentlerimiz, evlerimiz, gövdemiz hapishaneye dönüyor. İnsanlar kimseye temas etmeden geri çekile çekile yaşayarak bir çürüme içine düşüyor. Biyolojik ihtiyaçlarına indirgenmiş bir yaratığa dönüyoruz hepimiz. Oysa insan sosyal bir varlıktır. Başkalarına temas etmeden yaşayamaz. Böyle olamayınca da kimse kendini gerçekleştiremiyor, kimse tutkularını, düşüncelerini, gelecek tasavvurunu çeşitlendiremiyor, genişletemiyor insanlarla paylaşamıyor. Hallac-ı Mansur’un bir sözü vardır “cehennem acı çektiğimiz yer değildir acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir” der. İşte biz böyle bir hayat yaşıyoruz. Teknolojinin vardığı yer de bizi paramparça bir hale getirdi. Hız bir ideolojiye dönüştü. Hepimiz bir yerlere koştur koştur gidiyoruz ama her şey yarım, bir sonuca ulaşamadan günü tamamlıyoruz. Bu öldürücü bir hayat. Benim düşüncem bu yalnızlığı kıracak, bu yabancılaşmayı kıracak bir duyarlılık kazandırmak insanlara. Birisine duygusunu açarken korkmadan yaşamayı öğrenecek, birisinin dilinden, teninin renginden korkmayacaksınız, düşüncelerinden, cinsel kimliğinden korkmayacaksınız. Biz öyle yapmıyoruz bütün bunları ötekileştiriyoruz, düşmanlaştırıyoruz kendimizi geri çeke çeke gövdelerimizi hapishaneye dönüştürüyoruz.
Şiirlerinizde çocukluğunuzun mutsuz izlerini görüyoruz.”Benim Mutsuz Çocukluğum” şiirinizde baba otoritesi ve baskısı kendini htiriyor. Şiirlerinizin konuları arasında çocukluk, yalnızlık, umut var ama direnme de başkaldırı da var. Bu çocukken yaşadıklarınıza bir tepki mi?
Aslında çoğumuzda vardır ama ben dillendiriyorum diğerleri susuyor. Bizim kültürümüzde baba, iktidarı temsil eder. Çocukluk; dünyanın çekirdeğinin bizim kalbimize, hayalhanemize, aklımıza düştüğü yerdir. Baba korkusu türkülere konu olmuş. Bir Muş türküsünde bakın ne der;
“Kaleden kaleye ben gördüm onu/ Mavidir şalvarı şeleke yani/El alem içinde ben sevdim onu/ Atma bu taşları ağam uyanır/ Ağamın sesinden sular bulanır.” Böyle bir korku içerisinde büyüyen çocuk travmalarla büyüyor. Böyle bir çocuk ilk gençliğinde aşkı bilmez, sevmeyi bilmez, dokunmayı bilmez, bir kadına ya da erkeğe duygularını söylemeyi bilmez, bilemez. Edip Cansever der ki; “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiçbir yere gitmez.” Hiç kimsenin çocukluğu hiçbir yere gitmez. Biz bin yaşına kadar da yaşasak o çocukluk bizim sonsuz hazinemizdir, acısıyla, hevesiyle, travmasıyla hazinemizdir. Döneriz oradan bir şey alır yine bu güne geliriz.
Attila İlhan bir şiirinde derki ; “Çocukluğundan çıktığını sanmak aslında çocukçadır.” Kimse çocukluğundan çıkmaz bir yere gitmez. Bizim yaşadığımız coğrafyada babalar böyledir. Farklı çıkarsa o bir istisnadır, istisna kaideleri doğrulamak içindir.
Ben babamla 30 yıl yaşadım hiç ağzından sevgi sözcüğü duymadım, hiçbir başarıma aferin demedi, her zaman dayak atmak için neden buldu. Böyle bir babayla büyürken de, eşit, özgür, adil, bir dünya görüşü devrimci bir dünya görüşü benimseyerek kendinizi bu yönde geliştiriyorsunuz. Sizin bütün hücrelerinizi oluşturan bu geçmiş arkadaşınızı sevmeyi zorlaştırıyor, sevgilinizi sevmeyi zorlaştırıyor, çocuğunuzu sevmeyi zorlaştırıyor.
Peki, Şükrü Erbaş nasıl bir babadır. Çocukları ile ilişkisi nasıldır?
Ben yaza yaza ölmüş babamdan, mezardaki babamdan baba sevgisini çekip aldım, hayatımı iyileştirdim. Yoksa şuna kuşkuyla, ötekine öfkeyle, diğerine şiddetle yaklaşırdım. Babam da dedemden bunu görmüş. Şiddet yüklü bir geçmişten gelince bunlar kaçınılmaz oluyor. Halkanın bir yerden kırılması lazım ben kıramazsam bu davranış silsile olarak devam eder. Ama dediğim gibi ben yaza yaza kendimi iyileştirdim o halkaları kırdım. Babam beni çok genç yaşta lise biter bitmez evlendirdi. İki çocuğum oldu çocuklarımla beraber büyüdük arkadaş gibi. Oğluma da kızıma da gayet açık davrandım. Önemli olan ikiyüzlü olmamak.
Ankara benim ikinci ana rahmimdir demiştiniz. Ankara’nın Şükrü Erbaş için önemi nedir?
30 yılım Ankara’da geçti. Ankara’yı sevmem için o kadar çok neden sayabilirim ki. Devrim düşüncesinin başkentidir. Şiirimin beşiğidir. Yoksulluğun ezikliğidir. Vitrinlerin kırbacıdır . Sevginin, ihanet duygusu ve pişmanlıkla boğulduğu gönül yarasıdır. Emeğin aşktan büyük olduğunun siyah-beyaz fotoğrafıdır. Yalnızlığın ışık ışık her yere sızdığı bir acı atlasıdır.
Yozgat’ta doğdum ilk, orta, Lise bitti ama ben üniversite okumak istiyordum. Ankara’ya gitmek istiyordum 3 yıl gecikme ile bu isteğimi gerçekleştirdim. Eşim ideal bir ev kadını idi. Peş peşe gelen iki çocuktan sonra Ankara’ya geldik. İşe girdim ama aklımda hep üniversite okumak vardı. Üniversiteye başladım. Gece Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgileri bölümünde okuyor, gündüz çalışıyordum. Bu arada şiirlerim Edebiyat dergilerinde yayınlanmaya başladı. Edebiyat Derneklerinde aktif görev aldım. Şiir yaşamımı tamamen kuşatmıştı. Öğrencilik, iş hayatı, eşim ve çocuklarımla yaşadığım Ankara artık benim memleketimdi.
Şiire kuma getiriyormuşum gibi korktum dediği denemeleri…
Her ne kadar Şükrü Erbaş, denilince aklımıza şiir gelse de onun denemeleri edebiyatımızda apayrı bir yer oluşturmaktadır. Denemelerini “İnsanın Acısını İnsan Alır” (1995) ve “Bir Gün Ölümden Önce” (1999) adlı kitaplarında toplayan Erbaş deneme tarzında verdiği eserlerde kendine has imgeleri, dili ve üslubuyla şiirde gösterdiği başarıyı denemede de yakalamıştır. Bunun nedenini Erbaş şöyle izah eder. Deneme, diğer düz yazı türlerinden, şiire en yakın olanıdır. Sanki şiire kuma getiriyormuşum gibi bir garip duyguyla uzak durdum hep düz yazıdan. Bir gazetede yazma zorunluluğu ile gündeme geldi denemelere öyle başladım.
Gazeteci- şair Burak Abatay, Şükrü Erbaş’ın 40’ıncı sanat yılı adına bir kitap hazırladı. Burak Abatay, Semih Gümüş, İlknur Özdemir, Haydar Ergülen, Ahmet Telli, Semih Poroy, Ethem Baran, Aydın Çubukçu, Abdullah Ataşçı, Bedia Koçakoğlu, İsmail Mert Başat, Şehmus Ay, Eray Canberk, Hüseyin Şahin, Deniz Durukan, Betül Dünder, Rahmi Emeç, Şeref Bilsel, Mahmut Temizyürek, C. Hakkı Zariç, Fatin Kanat, Kenan Kocatürk, Zeynep Altıok Akatlı, Mehmet Özer, Eren Aysan, Emel İrtem, Didem Gülçin Erdem, Gökçenur Ç., Selahattin Yolgiden’in yazılarının da bulunduğu . “Bir Dünya Şarkısı Şükrü Erbaş” kitabı raflardaki yerini alarak okuyucusuyla buluştu.
Vansesi Gazetesi olarak değerli şairimiz Şükrü Erbaş’a nice kırkıncı yıllar dilerken düz yazıya yakın Ömür Hanımla Güz Konuşmaları şiirinden bir bölümle noktalıyoruz;
"...Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
Yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece...